Engizisyona Teslim Olmak Ya Da Olmamak

ADİL YARGILANMA TALEBİ VE ÖLÜM ORUÇLARI -II

İki buçuk yıldır tutuklu iki avukat, en temel insan haklarından biri olan “eşit ve adil yargılanma hakkı” için hayatlarını ortaya koyuyor. 25 Haziran itibarıyla, Ebru Timtik 175, Aytaç Ünsal 144 gündür ölüm orucunda. Çok geç olmadan seslerine ses katalım. Hepimizin önünde hayati bir yol ayrımı var: Engizisyona teslim olmak ya da olmamak. Baro başkanlarının “Savunma Yürüyüşü” de bir “teslim olmama” eylemi, Ebru Timtik ve Aytaç Ünsal’ınki de. “Eşit ve adil yargılanma hakkı” talebinin yaygınlaşması, kitleselleşmesi sadece ölüm orucundaki avukatlar için değil, hepimiz için hayat memat meselesi. Zira, en temel insan haklarından biri olan bu hakkın ortadan kalkması, “engizisyon hukuku”nun yerleşmesi ve kimsenin, hiçbir yurttaşın hiçbir güvenliğe sahip olmaması demek. Son yıllardaki birçok dava gibi, Çağdaş Hukukçular Derneği ve Halkın Hukuk Bürosu davalarındaki engizisyonu andıran yargı sürecini ve ölüm orucunun gerekçesini Aytaç Ünsal’ın avukatı, Çağdaş Hukukçular Derneği üyesi Derviş Emre Aydın’dan dinliyoruz.

Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) üyelerine ve Halkın Hukuk Bürosu (HBB) avukatlarına açılan davanın “kurgulanmış” bir iddianameyle yürütüldüğü ve karara bağlandığı ifade ediliyor. Ne dersiniz?

Derviş Emre Aydın: Kara propaganda ürünü bir kurgu üstelik. Olan biteni kavrayabilmek için Mayıs 2017’ye gitmek gerekiyor. Mayıs 2017’de KHK’yle işlerine son verilen Nuriye Gülmen ve Semih Özakça Yüksel Caddesi Eylemleri’ni başlatmıştı. Şimdi cezaevinde olan avukatların müvekkiliydi onlar. İktidara yakın medyada avukatların eylemcilere talimat verdiğine dair asılsız haberler yayınlanmıştı. İçişleri Bakanı açıklamalar yapıyordu, temmuzda bir kitapçık yayınlandı, bu kitapçıkta da, tıpkı haberlerdeki gibi, masumiyet karinesi ihlâl edilerek Nuriye Gülmen ve Semih Özakça ile avukatları örgüt üyesi olmakla suçlanıyordu. Geriye dönüp baktığımızda, medya aracılığıyla adım adım oluşturulan bu kurgunun o zaman henüz ifadesi dahi alınmamış bir gizli tanığın (B.E.) beyanlarıyla iddianame haline getirildiğini gördük.

B.E. gazeteci Canan Coşkun’un hakkında haber yaptığı gerekçesiyle ceza aldığı gizli tanık değil mi?

Evet. O dönem Cumhuriyet muhabiri olan Canan Coşkun’a “terörle mücadelede görev almış kişileri hedef göstermek” suçlamasıyla ceza verildi. B.E. bir başka dosya kapsamında yakalanıyor, itirafçı oluyor. Daha önce görülmemiş şekilde, ayrı zamanlarda yedi kere ifadesi alınıyor. Onun beyanlarıyla 344 kişi suçlanıyor. Suçlananların arasında Nuriye Gülmen, Semih Özakça, yirmi avukat, sanatçılar, akademisyenler, onlarca insan vardı. Halkın Hukuk Bürosu ve Çağdaş Hukukçular Derneği üyesi avukatların evlerine ve işyerlerine yapılan baskınlarla gözaltına alınmaları, müvekkilleri Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın duruşmasından iki gün önce (12 Eylül 2017) gerçekleşti. 15 avukat dokuz gün gözaltında kaldıktan sonra, örgüt üyeliği suçlamasıyla tutuklandı ve yedi ayrı şehirdeki cezaevlerine gönderildi. Aynı soruşturma kapsamında, kasım ayında ÇHD Genel Başkanı Selçuk Kozağaçlı’nın ve Yaprak Türkmen’in tutuklanmasıyla tutuklu avukat sayısı 17 oldu. Yedi ay sonra iddianame düzenlendi. Bu arada, B.E.’nin beyanları Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın dosyasına da gönderildi. Duruşmada dinlendiğindeyse soruşturma aşamasında doğrudan bilgi sahibiymiş gibi alınan beyanların kendi çıkarımları olduğu ortaya çıktı. Bunun anlaşılması üzerine, emniyette B.E.’den tekrar ifade alındı ve dosya tümüyle bu beyanlar üzerine kuruldu.

Altı yüzyıl önceki benzer bir yargılamayı engizisyon tarihçisi Charles Lea şöyle tanımlıyordu: “Sanık hiç görmediği tanıklar tarafından oluşturulan hiç görmediği belgelerle cezalandırılmıştı.” İşte, altı yüzyıl önce engizisyonun uyguladığı bu yöntemlerle avukatlar yargılandı. Dosyadaki tanık ve gizli tanıkların başka dosyalardaki yeminli sorguları incelendiğinde ifadeler arası çelişkiler ortaya çıktı.

Aynı gizli tanığın birçok dava dosyasında kullanılması ne anlama geliyor?

Bu durum gizli tanık uygulamasının amacının gerçeği ortaya çıkarmak değil, ne olursa olsun sanıkları cezalandırmak olduğunu gösteriyor. Bazı şüphelilere B.E’nin ifadeleri gösterilerek destekleyici kurgusal ifadeler oluşturmaları istendiği, ifade tutanaklarına yansıdı. Savcılıkça suçlama olarak öne sürülen kaynağı belirsiz ve dosyada olmayan dijital belgeler, tanıkla doğrudan alâkası olmamasına rağmen, soruşturma aşamasında tanığa yorumlatıldı. 152 sayfalık yeni bir ifade oluşturuldu. Duruşmalarda bu belgeleri defalarca istememize rağmen, tanığa gösterilen belgeler tarafımıza gösterilmedi. Altı yüzyıl önceki benzer bir yargılamayı engizisyon tarihçisi H. Charles Lea şöyle tanımlıyordu: “Sanık hiç görmediği tanıklar tarafından oluşturulan hiç görmediği belgelerle cezalandırılmıştı.” İşte, altı yüzyıl önce engizisyonun uyguladığı yöntemlerle avukatlar yargılandı. Dosyadaki tanık ve gizli tanıkların başka dosyalardaki yeminli sorguları incelendiğinde, ifadeler arasında çelişkiler olduğu ortaya çıktı. 

Bir yıl sonra, 10 Eylül 2018’de, İstanbul 37. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmeye başlanıyor dava…

İlk duruşma Bakırköy Adliyesi’nde yapıldı. Beş gün sürdü. Dördüncü gün heyet duruşmayı Silivri’ye taşıdı. Bizim için anlaşılmaz bir karardı. Silivri’ye gittik ve tüm savunmalar tamamlandı. 14 Eylül Cuma günü bütün avukatların serbest bırakılmasına karar verildi. Serbest bırakılma kararları ulusal ve uluslararası mevzuata uygun biçimde çıktı. Son zamanlarda görmeye alışık olmadığımız bu duruma şaşırdık açıkçası. Cuma akşamı saat 22 oldu, saatler süren bir bekleyiş başladı. Yakınlarını almaya gelen ailelere Silivri Cezaevi’nden üç kilometre uzakta bir kafede beklemeleri söylenmişti. Merak içindeydi herkes, ne oldu, başlarına bir şey mi geldi diye. Sabahleyin 6.30’da, bilinmeyen bir numaradan bir telefon geldi, avukatlar Kınalı gişelerinin yakınında bir tarlaya bırakılmıştı. Üzerlerinde telefonları olmadığı için bir kamyon şoförünün telefonundan aramışlardı bizi.

Tahliye kararı veren heyet saatler sonra “kaçma gerekçesiyle tutuklama müzekkeresi” oluşturuyor. Nasıl değerlendiriyorsunuz bu kararı?

Bir OHAL uygulaması olan KHK’yle getirilen bir yöntemle savcılığın itirazı üzerine tutuklama kararı çıkarılmış. Bu uygulama mahkeme heyetinin oybirliğiyle verdiği kararı bir tek savcının ortadan kaldırması anlamına geliyor, üstelik yeni bir delil ve gelişme olmaksızın. Bu karar kamuoyunun gündeminde olan bir dosyada ilk kez uygulandı. Demokratik olmayan bu uygulama rutin hale geldi şimdi. Böylece süreç emniyetin ve savcılığın kararları çerçevesinde yürütülmüş oluyor. O gün için İstanbul Barosu’nda bir kutlama yapılacaktı. Arkadaşlarımızı aldık, hazırlandık ve yola çıktık. Daha yoldayken savcılığın itirazını öğrendik. Hemen hemen aynı anda da tahliye kararı veren mahkeme heyetinin tutuklama kararı çıkardığını gördük. Bu, yürürlükten kaldırılmış bir usûl: Kişiye söz hakkı vermeden tutuklama kararı çıkarmak! Meslektaşlarımız İstanbul Barosu önünde gözaltına alındı. Cumartesi yaşandı bunlar, pazar günü adliyeye çıkartıldılar. Cuma karar verildi, cumartesi serbest bırakıldılar ve aynı gün gözaltına alındılar, pazar günü de nöbetçi heyetin karşısına çıkarıldılar. 37. Ağır Ceza heyeti yoktu, müvekkillerimizi 29. Ağır Ceza heyeti karşıladı.

14 Eylül 2018 Cuma günü bütün avukatların serbest bırakılmasına karar verildi. Cumartesi serbest bırakıldılar, aynı gün gözaltına alındılar, pazar günü nöbetçi heyetin karşısına çıkarıldılar. İki gün sonra HSK tarafından yayınlanan bir kararnameyle 37. Ağır Ceza Mahkemesi heyetinin hepsi, yani avukatları tahliye eden heyet tenzili rütbeyle dağıtıldı.

29. Ağır Ceza heyetinin onlarca klasörden oluşan dava dosyasına –dosya açıldığında yetmiş klasördü, şimdi yüz küsur klasöre ulaştı– bakabilecek zamanı oldu mu sizce?

Dosya Çağlayan Adliyesi’nde bile değildi o gün, Silivri’deydi. Dosyayı görmeden karar verdiler. Gıyabi tutuklama kararı verilmesi kanunda olmayan bir uygulama zaten. Heyet halinde alınan karar, heyet bir araya gelmeden mi bozuldu, ne oldu, bunları bilmiyoruz. O dönem, heyetin e-imzalarının kendilerinde olmadığı bile konuşuldu. Aralarında Aytaç Ünsal’ın da olduğu beş avukat arkadaşımız tutuklandı. Hakkında tutuklama kararı olan ÇHD Genel Başkanı Selçuk Kozağaçlı adliyeye geldi. 37. Ağır Ceza heyetinin karşısında olduğunu düşünerek “hakkımda yakalama kararı çıkarmışsınız” dedi. Heyet dondu kaldı, “biz çıkarmadık” dedi. O an çok enteresandı, ben oradaydım, o sırada heyet salondan çıktı. Normalde heyetin kimlik tespiti yapıp duruşmaya devam etmesi gerekirken, savcılığın Selçuk Kozağaçlı ile ilgili gözaltı kararı verdiğini öğrendik. Olağanüstülük devam ediyordu ve Selçuk Kozağaçlı TEM’e götürüldü. Pazartesi günü onun 37. Ağır Ceza heyetinin önüne çıkmasını bekliyorduk, bir de gördük ki heyet başkanı ayrılmış, yerine daha sonra kritik önemini anlayacağımız yargıç Akın Gürlek gelmiş. Sonrasında kalıcı olarak mahkeme başkanı yapıldı zaten.


Heyet başkanının kritik önemi nedir?

Pazartesi günü, yeni başkan Selçuk Kozağaçlı’yı avukatları olmadan ve söz hakkı dahi tanımadan tutukladı, söylenenleri de zapta geçirmedi. Avukatları salondan attı ve hatta o gün yaralanan avukat arkadaşlarımız oldu. İki gün sonra HSK tarafından yayınlanan bir kararnameyle serbest bırakma kararı veren 37. Ağır Ceza Mahkemesi heyetinin hepsi, yani avukatları tahliye eden heyet tenzili rütbeyle dağıtıldı. Selçuk Kozağaçlı’yı sorgusuz sualsiz tutuklayan Akın Gürlek başkanlığında yeni bir heyet oluşturuldu. Yargıcın geçici görevlendirme kararı İstanbul Adli Yargı Komisyonu tarafından verilmişti, kalıcı yetki ise HSK kararnamesiyle verildi. Bu durum dosyanın yeni yargıç tarafından yürütülmesinin planlı bir işlem sonucunda gerçekleştiğini gösteriyordu. Yargıç Gürlek, B.E.’nin soruşturma aşamasında karşısına çıkarıldığı sorgu hakimiydi. Daha sonra, 26. Ağır Ceza Mahkemesi’nde, B.E.’yi yargılayan heyetin başında görüyoruz onu. Bu çok eski bir tahkik usûlüdür ve engizisyona dayanır. Soruşturmayı yürüten hakimin kovuşturmayı da yürütmesinin ötesinde, yargıç tarafından sorgulanan kişinin sonra gizli tanık olarak dinlenmesi usûlünü Voltaire récolement” (prova) olarak adlandırır. Bu usûlün tarihsel kökeni bizi bir iktidar etme tarzına, XII. yüzyıl Ortaçağ Avrupa’sına, Fransız Engizisyonu’na götürür. Bu sistemde yargıç hem suçlayan hem de delilleri toplayan makamdır. CMK’da açıkça yasaklanan bu usûl, sonradan istisna olarak tarif edilse de hakimin tarafsızlığını şüpheye düşürdüğü açıktır. B.E. şüpheli, sanık, müşteki sıfatıyla çıktığı yargıcın karşısına şimdi de gizli tanık sıfatıyla çıkacaktı. Bu aşama çok kritik, kırılma noktası hatta. Olağanüstü yargılamaya geçiş aşaması. Bu aşamayla birlikte olağan yargılama bitti, kurgulanmış olanın kesin hükme bağlanması aşamasına geçildi. Bu usûl içinde savunmanın bir rolü yok. Avukatların soru sorması engellendi, tanığın teklediği yerde mahkeme başkanının yönlendirmeleri oldu, sorduğu sorunun yanıtını verirken yanlış bir şey söylememesi için tanığa ipuçları verdi. Tanığı korumak için avukatların sözünü kesti, onları dışarı attı. Açık tanıklarda sesler ve görüntüler karartılarak yargılama yapıldı.

Soruşturmayı yürüten hakimin kovuşturmayı da yürütmesinin ötesinde, yargıç tarafından sorgulanan kişinin sonra gizli tanık olarak dinlenmesi usûlünün tarihsel kökeni, bizi bir iktidar etme tarzına, XII. yüzyıl Ortaçağ Avrupa’sına, Fransız Engizisyonu’na götürür. Bu sistemde yargıç hem suçlayan hem de delilleri toplayan makamdır.

Önceki heyetin verdiği B.E.’nin tanıklığına dair delillerin güvenirliğini ortadan kaldıran 14 Eylül kararına karşın, yeni heyet aynı delillerle nasıl yeni ve zıt bir karar verebiliyor?

Tahkik usûlüne geri dönersek, “récolement” sadece B.E. ile sınırlı kalmadı, mahkeme başkanı yürütmekte olduğu başka bir davada sanık olarak sorguladığı kişiyi bizim dosyamıza tanık olarak bağladı. Bu tanık da Tarkan’dan Sezen Aksu’ya kadar herkes hakkında şikâyetçi olan, dahası 10 yaşından beri istihbarat elemanı olarak çalıştığını söyleyen bir kişi. Geçmiş dosyalarında akıl sağlığı yerinde olmadığı için tedavi gördüğünü belirttiği dönemler de olmuş. Dahası, bu kişi Ebru Timtik’in 2013’te tutuklandığı dosyanın da tanıklarından ve ikinci kez aynı ifadeyle suçlanması hukukun en temel ilkelerinden biri olan ne bis in idem –aynı fiil nedeniyle aynı kişi hakkında birden fazla dava açılamaması, hüküm verilememesi– ilkesine de aykırı. Tabii biz tüm bunların araştırılmasını istedik, ama mahkemece bütün taleplerimiz gerekçesiz bir şekilde reddedildi. Dahası, mahkemenin tek gerekçesi soruşturma aşamasının yeterli olduğuydu. Yine gizli tanığa yorumlatılan kaynağı belirsiz belgeler savunmaya gösterilmedi, tanıkları etkili bir şekilde sorgulama hakkı tanınmadı ve en temelde bizlere ve müvekkillerimize savunma hakkı verilmedi. Yapılanlar böyle olduğu için yeni heyet, ilkinin tam aksine, ta başından beri istenen kararı vermiş oldu. Türkiye’de sık sık rastlandığı üzere, muhaliflerin sindirilmesini ve cezalandırılmasını amaçlayan bir karardı. Bu dosyada farklı olan ise kararın savunma avukatlığını tamamen yok edecek şekilde kurgulanmış olmasıydı. Savunmayı tümüyle ortadan kaldırmayı hedefleyen bir karar verildi. Üstelik en az altmış avukatın fiili olarak savunma yaptığı, uluslararası barolardan gelen avukatlar dahil, ortalama 300 avukatın takip ettiği bir duruşmada verildi bu karar.

Nasıl bir karar çıktı?

Karar mahkeme başkanının yönlendirici sorularıyla şekillendirdiği gizli tanık ifadelerine dayandırılmıştı. En önemlisi, hüküm verilirken avukatların cezaevindeki müvekkilleriyle görüşme istatistikleri, müvekkillerinin adli işlemlerine katılmaları suçlamanın temelini oluştururken, mahkemece bu yoğunluğun normal avukatlık faaliyeti olmadığı şeklinde bir yorum yapıldı. Mahkeme başkanı bu verileri “tesadüfle açıklanamaz” şeklinde yorumladı. Bu yorum mutlak kesinlik arayan Ceza Muhakemesi’nin hiçbir ilkesiyle bağdaşmadığı gibi, başka bir amaç taşıdığı da açıktı.
Engizisyon’un kurumsallaşmasından on yıl önce, Batı Avrupa’nın üçte birine hükmeden Katolik Kilisesi feodal düzene ve kilisenin yozlaşmışlığına karşı gelişen eleştirel akımları sorun olarak görmeye başladı. 1205’te çıkarılan Si Adversus vos isimli fermanla avukatların “kilise tarafından kabul edilmeyen tehlikeli düşüncelere sahip” kişileri savunmaları yasaklandı. Dahası, artık onları savunanlar da onlarla aynı cezayı alacaktı. 1220-1239 arasında Kutsal Roma İmparatoru II. Frederic Latran Konsili kararlarına dayanarak savunma yapma konusunda direnen müdafilerin bir daha geri dönmemek üzere sürgüne gönderileceğini, mallarının müsadere edileceğini, soyundan gelenlerin dahi aynı cezalara tabi tutulacağını duyurdu.
Özetle, karar soruşturma ve kovuşturma aşamasını tek başına yürüten bir yargıç başkanlığında, récolement usûlüyle alınan gizli tanık beyanları neticesinde “tahkik sistemi” içinde vücut buldu. Yani avukatlığı tasfiye edecek bir noktaya bağlandı. Betül Kozağaçlı mahkemede “buradaki avukatların tümü, avukatlığı hakları teslim etmek değil, bedel ödeyerek kazanmak olarak algılıyor” demişti. Duruşmalar boyunca, sonrasında ve şimdi de ölüm orucu eylemiyle avukatlar adil yargılanma ve savunma hakkını salt kendileri için değil, herkes için savunuyorlar. 20 Mart 2019’da görülen altısı tutuklu yirmi avukatın yargılandığı karar duruşmasında, 18 avukata 3 yıl 1 ay 15 gün ile 18 yıl 9 ay arasında toplam 159 yıl hapis cezası verildi. Dosya şu an Yargıtay aşamasında. Yargıtay’da bu kararın kesinleşmesi Türkiye’deki yargılamalarda savunma hakkının tümüyle yok edilmesidir.

B.E. şüpheli, sanık, müşteki sıfatıyla çıktığı yargıcın karşısına şimdi de gizli tanık sıfatıyla çıkacaktı. Bu aşama çok kritik, kırılma noktası hatta. Olağanüstü yargılamaya geçiş aşaması. Bu aşamayla birlikte olağan yargılama bitti, kurgulanmış olanın kesin hükme bağlanması aşamasına geçildi tümüyle. Bu usûl içinde savunmanın bir rolü yoktu.


Müvekkiliniz Aytaç Ünsal nasıl karşıladı verilen kararı?

Yargılama sürecinde, şubat ayı başında açlık grevi kararı almışlardı. 55 gündür açlık grevinde oldukları bilinmesine rağmen mahkemede hırpalandılar. Öfkeliydiler. Baro başkanlarının yaptığı açıklamalarla açlık grevlerini sonlandırdılar. Gelişmeler tamamen aksi yönde ilerleyince Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) ve Halkın Hukuk Bürosu (HHB) avukatlarından Ebru Timtik ve Aytaç Ünsal 3 Şubat’ta başlattıkları açlık grevini, 5 Nisan Avukatlar Günü’nde ölüm orucuna çevirdiler. Taleplerini adalet ve adil yargılanma çerçevesinde birleştirebiliriz. Dokuz maddede topladıkları taleplerini mart başında açıkladılar.

Davaya kamuoyunun yeterince sahip çıktığını düşünüyor musunuz?

Yeterince sahip çıkılmış olsa bugün bu noktada olmazdık, Ebru Timtik ve Aytaç Ünsal ölüm orucu yapıyor olmazdı. Sisteme somut bir eylemlilikle karşı çıkmak gerekiyor. Kamuoyu desteğinin beklenen düzeyde olmadığını kabul etsek de, bir noktadan sonra desteğin geleceğine dair umudumuzu yitirmemeye çalışıyoruz. Aksi takdirde hâlâ inatla bu meseleleri anlatma heyecanı taşımazdık. İnsanlar bakış açılarını doğru odağa çevirdiklerinde krizin sonuçlarının ne kadar yakıcı olabileceğini göreceklerdir. Bu durum bizi bambaşka bir çağa sokacak. Tweet atmaktan başka şeyler yapmak gerek.

Müvekkillerinizin seçtiği eylem yöntemini nasıl yorumluyorsunuz? Ülkenin içinde bulunduğu atmosferin kamuoyu oluşturmak açısından olumsuz bir etkisi olabilir mi?

Yaşananları içinde bulunduğumuz atmosferle daraltarak kavramıyorum. Daha geniş bakıyorum. Açlık grevlerine ve ölüm oruçlarına farklı bakış açıları, farklı sonuçlara götürebilir. Ebru Timtik ve Aytaç Ünsal başlattıkları eylemle kamuoyu oluşturmayı hedefliyorlar. Diğer yandan da, kazanılmış hakların geri alındığı tüm durumlarda olduğu gibi, tarihsel geçmişi olan bir hak mücadelesi veriyorlar. Halkın bireysel hak ve dokunulmazlığını tanıyan, kralın yetkilerini kısıtlayan 1215 tarihli Magna Carta’ya kadar gider bu mücadele. Simgesel bir anlamı da var. İki avukat adil yargılanma hakkı için bedenlerini ortaya koyuyor; bu, hukuksal açıdan durumun ciddiyetini gösteriyor. Hem Ebru Timtik hem de Aytaç Ünsal deneyimli avukatlar. Nasıl bir yargılama yapıldığını, hükmün nasıl kurulduğunu kavrıyorlar. Olağan bir yargılamadan geçmedikleri için böyle olağanüstü bir eylem yöntemi seçmiş olabilirler.

Baroların özerkliğine müdahale edecek yasal düzenleme gündeme geldi. Altmışa yakın baro başkanının 19 Haziran’da başlattıkları Savunma Yürüyüşü Ankara’da engellendi ve avukatlar polis şiddetine maruz kaldı. Bu gelişmeler #SavunmaDurdurulamaz etiketiyle sosyal medyada gün boyu gündem oldu. Bütün gece polis ablukasında kaldılar. Bütün bu yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz?

İktidarın reformlarla kurumsallaştırmaya çalıştığı “yeni” yargı sistemi içerisinde savunmanın yerinin olmadığını görüyoruz. Savunma her yönden saldırı altında. Baroların bölünerek etkisiz hale getirilme planı ve buna karşı yürüyüşe geçen baro başkanlarının engellenmesi de bu saldırının bir parçası. Saldırılar arttıkça savunma avukatlığının yok oluşuna izin vermemek için canlarını ortaya koyan meslektaşlarımızın mücadelesi de savunmanın tarihsel perspektifi içerisinde daha da anlam kazanıyor.

Engizisyon’un kurumsallaşmasından on yıl önce, “Si Adversus vos” isimli fermanla, avukatların “kilise tarafından kabul edilmeyen tehlikeli düşüncelere sahip” kişileri savunmaları yasaklandı. Dahası, artık onları savunanlar da onlarla aynı cezayı alacaktı… Duruşmalar boyunca, sonrasında ve şimdi de ölüm orucu eylemi ile avukatlar adil yargılanma ve savunma hakkını salt kendileri için değil, herkes için savunuyorlar.

Geçen sene ekim ayında Yargı Reformu Strateji Belgesi‘nin ilk paketi yasalaştı. Şimdi ikinci paket yolda. Bu paket yargıcın yetkilerini artırıyor ve taslak Adalet Komisyonu’ndan geçti. Dosyanızda yargıcın oynadığı rol göz önüne alındığında bu yargı paketinin Meclis’te kabul edilmesinin sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yargı reformu olarak adlandırılan paketlerle kısmi özgürlük alanları açıldığı söylense de, paketlerin gerçek amacının OHAL’le birlikte getirilen baskı araçlarını sistemleştirip kalıcı hale getirmek olduğu açık. İkinci paketle birlikte artırılan yargıç yetkileri ve genişletilmesi planlanan gizli yargılamalar da bunun bir sonucu. Voltaire bütün gizli muhakemeleri “bombaya ateş verecek fitilin hafif hafif yanmasına” benzetir ve “Saklanmak adalete mi düşer? Saklanmak cinayete mahsustur. Bu, Engizisyon’un muhakeme usûlüdür” der. Yine “kolaylaştırılacağı” söylenen gizli tanık uygulamaları da benzer bir amacı taşıyor. Mevcut sistem içerisinde nasıl alındığının denetlenmesi mümkün olmayan tanık beyanlarının yeterli görülmesiyle savcılar iddialarına başka kanıtlar eklemek ya da desteklemek gibi zor ve kuşku gerektiren bir işten adeta kurtulduklarını düşünüyorlar.

Dava, karar ve yürütülen eylem; bu süreçte avukat olarak neler hissediyorsunuz?

Onların öfkesi bize de yansıyor. Meslektaşlarımız hakkında verilen karar adeta 800 yıl önce savunma avukatlığını ortadan kaldıran emirnamenin yeniden vücut bulmuş hali gibi. Savunma avukatlığının yok oluşuna izin vermemek için bedenlerini ortaya koyan meslektaşlarımızın mücadelesi, savunmanın bu tarihsel perspektifi içerisinde daha da anlam kazanıyor. Başladıkları ölüm orucunu savunmalarının devamı olarak gören meslektaşlarımız Türkiye’de savunmanın “eşit ve adil yargılama” talebini dile getirebileceği son mücadeleyi veriyorlar diyebiliriz. Bir sonraki aşama hiçbir avukatın endişelenmeden avukatlık yapamaması durumu. Aslında gelinen yer, iktidar karşısında hiçbirimizin hiçbir güvenliğinin kalmadığı bir yer. Ceza almanızın, tahliye edilmenizin bir önemi yok, tüm yaşamınız dakikalar içinde değişebilir. Yaratılan bu atmosfer Michel Foucault’nun “cezai soruşturma usûlü” olarak adlandırdığı yöntemin siyasi amacına denk düşüyor.

Cezai soruşturma usûlü nedir?

Cezai soruşturma ya da engizisyon usûlü tahkik sistemi aslında muhalefeti sindirme aracı ve bir iktidar uygulama tarzıdır. İşkence, itiraf ve ihbar üzerine kurulu, gizlilik esaslı bu usûlde işkence altında kurgulanan itirafihbar haline getirilerek süreç bir döngü halinde işletilir. Voltaire’e göre bu usûl sanki bütün toplumu ikiyüzlü yapmak için bulunmuş bir icattır ve bu işte tanrısal bir yön varsa, (beklenen) insanların bu canavara sabretmesidir. Bu sistemde savunmanın yeri yoktur, dahası zaten kişinin kendisini savunması için kullanabileceği bir enstrüman da yoktur. Yargıçların sadece aleyhte delilleri topladığı bu sistem içinde çoğu zaman sanığın lehte delilleri öne sürmesi bile mümkün olmaz, çünkü tek amaç cezalandırmaktır. Bu nedenle Fransa’da 16. yüzyılın sonuna kadar savunma avukatlığına izin verilmedi. İspanyol Engizisyonu ise suçlanan kişiye kendilerinin önerdiği üç avukattan birini seçme hakkı tanıdı. Engizisyon tarafından görevlendirilen avukatların rolü ise sanığı savunmaktan çok mahkemenin merhametine sığınmalarını sağlamaya çalışmaktı. İleri gidip sanığı savunmaya çalışan avukatlar hemen dosyadan yasaklanır ve haklarında soruşturma yürütülürdü. Bu şekilde, savunmasız bıraktığınız toplumu ve muhalefeti baskı altına almanız kolaylaşıyordu. Bu bir yargılama faaliyeti olmadığı için savunmaya da yer olmuyor. Tarih bize savunmanın 600 yıl boyunca verilen hak mücadelesi neticesinde Aydınlanma dönemiyle birlikte tekrar küllerinden doğduğunu gösteriyor. İşte tam bu noktada engizisyon usûlü tahkik sisteminin saf halinin işletildiği Halkın Hukuk Bürosu yargılaması tarihi bir âna denk düşüyor. Duruşmada dinlenmeyen bazı tanıklar farklı yargılamalardaki ifadelerin gerçek olmadığını ve bunların işkence altında alındığını dile getirdi. Belli medya kanalları aracılığıyla sunulan kurgu, işkence altında beyana ve ihbara dönüştü, soruşturma ve kovuşturma aşamaları aynı yargıç tarafından yürütüldü, yargıç tarafından aleyhte delil toplandı ve savunma imkânı dahi tanınmadan gizli tanık beyanlarıyla karar verildi. Tüm bunlar faşizm çerçevesinde okunabilir en geniş anlamıyla. İktidarın savunma avukatlığına karşı giriştiği saldırı açıkça avukatlık pratiğine yöneliyor. Zira yeniden dirilen canavar, kurumsallaşabilmek için, sanığın mahkemenin merhametine sığınmasını teşvik eden avukatlara ihtiyaç duyuyor.

Söyleşi: Tuba Çameli

Sosyal ağlarda paylaşın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.