“Ey ‘Kumpasların-Komploların Mağduru’ Sözcü..” – Erdal Gökoğlu


Devrimci Tutsak Erdal Gökoğlu’nun 13 Mayıs tarihinde Sözcü Gazetesine yazdığı yazıyı yayımlıyoruz:

Sayın Emin Çölaşan, Uğur Dündar, Rahmi Turan, Necati Doğru, Soner Yalçın, Yılmaz Özdil, Saygı Öztürk, Deniz Zeyrek, Çiğdem Toker, Murat Muratoğlu…

Sizlere Almanya-Hamburg hapishanesinden yazıyorum. Emperyalizme ve faşizme karşı mücadele eden bir devrimci olduğum için hapishanedeyim. Gazetenizin abonesiyim. Sadece size değil, olanaklarım ölçüsünde tüm burjuva basını takip etmeye çalışıyorum. Biliyorum, yok birbirimizden farkımız.

Burjuva basının-medyanın (siz kendinizi nasıl tarif ediyorsunuz, bilemiyorum. Ama eminim ki ‘Halkın Sözcüsüyüz’ diye caka satıyorsunuz.) Kime ve neye hizmet ettiğine girmeyeceğim. Ki sizler yaşadığınız deneylere yeterince tecrübe edinmiş olmalısınız. Bu uzun ve ayrı bir konu, meramım da o değil zaten.

Rahmetli Can Yücel yaşıyor olsaydı, O’na sorar; sizler için en usturuplu ve ‘özlü sözü’ öğrenir, doğrudan söyleyiverirdim söyleyeceklerimi. Lakin küfürün de hakkını vermek gerek. Neyse, konuya geleyim:

Ey ‘kumpasların-komploların mağduru’ sözcü,

Ey ‘en muhalif, en demokrat, en dürüst, en objektif, en en en iyi gazetecilik yapan Sözcü yazarları…

‘Siz susarsanız Türkiye Susar değil mi?

Peki, duydunuz mu, yaşadığınız topraklarda, dünyanın Türkiye’sinde Helin Bölek, Mustafa Koçak ve İbrahim Gökçek gün gün, dakika dakika, an be an, gözlerinizin önünde eriyerek verdiler son nefeslerini.

Siz görüp-duysaydınız onları, sizle birlikte belki başkaları da duyacaktı. Herkes birbirine anlatacaktı. Ve o üç insan şimdi yaşayacaktı…

Hani, size de adaletsizlikler yapılıyor ya; işte bu 3 genç, 300 gündür ‘ADALET İÇİN…’ ölüme yatırmışlardı bedenlerini. Kör oldunuz, sağır oldunuz. 300 gün boyunca adlarından, direnişlerinden, ne istediklerinden söz etmediniz.

Hadi, o kör gözleriniz aydın olsun: gencecik 3 insan, umut ve coşku dolu 3 devrimci, 3 vatansever ÖLDÜ!


Helin ve İbrahim; halkın ve haklının türkülerini yapan Grup Yorum emekçileriydi.

Mustafa Koçak; 800 yıllık ‘adil yargılanma hakkını’ savunan ve bu hakkını kullanabilmek için canını ortaya koyan, adalet arayan bir devrimciydi.

Siz sustunuz. Herkes susacak, kimse duymayacak sandınız.

YANILDINIZ; Tüm dünya ayağa kalktı.

Bütün yabancı gazeteler-televizyonlar haber yaptı. Anadolu Ajansı size haber geçmediğinden mi(!) bilemiyorum ama bir siz bir de faşist AKP’nin beslemesi çanak yalayıcıları ‘yok’ saydı, tek satır haber yapmadı.

Lanet olsun sizin demokratlığınıza, gazeteciliğinize ve de insanlığınıza!

Sanki yeni bir şey keşfetmişçesine AKP’nin usulsüzlükleriyle, bilmem nerenin müdürünün maaşıyla oyalandınız. Halk düşmanı AKP’nin dağıtmadığı maskenin peşine düştünüz, sayısız haber yaptınız. Bunları da yapın-yazın tabi. Fakat nerede görülmüş faşizmin halk sağlığını düşündüğü? Onların işi-gücü ölümüzden de dirimizden de yararlanmak değil mi zaten. Kaldı ki bu halk düşmanlığı, maske dağıtımının çok çok ötesindedir. Bunu bilirsiniz.  

Peki ama sizlerin taktiği en demokrat muhalif en cesur gazeteci maskesine ne demeli?

Sahi insanın 300 günleri aşan direnişleri ve art arda yaşanan ölümlerini görmemek-göstermemek, duymamak-duyurmamak için sizler nasıl bir maske kullanıyorsunuz? Birçoğunun pabuç aşındırmadığı kapı kalmadı. Bugüne kadar onlarca medya kuruluşunda çalıştınız. Her kapıda verdikleri yeni maskeyi taktınız, kalemlerinizden zehir akıttınız. Peki, ne oldu? Yaranabildiniz mi efendilerinize?

Ben söyleyeyim: Kullanım süreniz dolunca maskeleriniz aşınınca konuluverdiniz kapı önüne! Öylemi?

Sahi hatırlıyor musunuz kaç kapıdan kovulduğunuzu, şeceresini tuttunuz mu? (Yaş malum, siz unuttuysanız ben hatırlatabilirim size!)

Neredeyse bir çoğunuz 70ine merdiven dayamış. Gözüm yok, ‘Allah daha uzun ömür versin’ diyeceğim ama yararı kime?

‘Usta kalemler’ siniz, pek güzel yazılar yazıyorsunuz, hoşsunuz, iyisiniz de iyiliğiniz kime? (Bakınız: B. Brecht/ ‘iyi insana bir iki soru’)

Halkımızın bir söz vardır; ‘Ne anasının gözü kaşarlarsınız siz. Ağzınızdan ishal olmuş çanak yalayacıların alasına taş çıkartırsınız.

Bugüne kadar ne Helinler, Mustafalar, İbrahimler öldü de “bana mısın” demediniz, değil mi?

“AKP karşıtlığı” üzerine kurulu muhalifliğiniz-demokratlığınızın evvelinizi de biliriz. Haliyle “o köprülerin altından çok sular aktı” deyip, unutmuş olabilirsiniz. Ama biz unutmadık. (Soner Yalçın iyi bilir; tarihin en “kötü” huyudur unutmamak). Ne Şevket Kazan borazanlığı yaptığınız günleri ne de Sami Türk tetikçiliğini unutmuş değiliz. 19-22 Aralık 2000’de diri diri yakılan cesetlerimizin dumanı tüterken el birliği ile attığınız kanlı manşetler arşivlerde saklı. Ki, o günlerden bu yana -kimilerimiz ‘kandırıldık- aldatıldık’ dese de – değişen sadece efendileriniz oldu.

Helinlere düşmanlıkta yine birliktesiniz. Ama unuttuğunuz bir şey var, Sözcünün kaşarları; Helinlerin, Mustafaların, İbrahimlerin uğruna canlarını verdikleri ADALET size de lazım!

Evet Soner Yalçın; 33 yıllık gazetecisin, bu ülkede adaletin nasıl işlediğini en iyi bilenlerden ve adaletsizliklerden yakınan birisiniz. Gerek yaşadığın tutsaklık süreci gerek oda TV’ye yönelik baskılar ve gerekse Barışların tutuklanması bile senin için yeterince veridir elbette. Ama bana sorarsan-ki sormasan da olur- ya bu adaletsizliklerden hiç mi hiç rahatsız değilsin ya da iki yüzlü riyakarın birisin.

NİYE Mİ? Diyalektiği sen benden daha iyi bilirsin. Yani “sebep-sonuç ilişkisi” diyorum. Yani “herşey birbirine bağlıdır” diyorum. Yani “hiç bir şey masum değildir” diyorum. Öylemi Soner Yalçın? Evet öyle ama burjuva ideolojisi diyalektik düşünceyi reddeder.

Nasıl, tanıdık geldi mi bu yöntem sana? O halde tarihsel gelişimi içinde devam edelim. Merak etme senin kadar eskiye ve tarihe-rakamlara girmeyeceğim.

Örneğin “adalet ve adaletsizlik” kavramlarıyla ilk sınıflı toplumların ortaya çıktığı süreçte karşılaşırız. Ve o gün bu gündür adalet, egemen sınıfın elindeki keskin bir kılıçtır. Örneğin “direnmek” bir haktır. “Direnme” kelimesi TDK sözlüğünde; Herhangi bir düşünce de, bir istekte ya da bir durumda karşı koyma, ayak direme, inat etme, ısrar etme veya mukavemet gösterme” olarak tanımlanır.

Freeman’a göre “direnme”; başkasının eylem veya iradesine karşı pisikolojik veya fiziki her türlü muhalefeti kapsar ve zorlamanın karşısındaki savunma hareketidir.

“Direnme hakkı” ise Ana Britannica’da;  “Anayasa ve hukuka aykırı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu yitiren bir iktidara karşı koyma şeklinde tanımlanmaktadır.

Direnme hakkı hukuki, siyasi ve zorunlu bir haktır. Yüzlerce yıllık mücadele ve çok ağır bedeller ödenerek kazanılmıştır. Açlığa, yoksulluğa ve her türlü acılara karşı büyük bir tahammül gösteren ve zamanla “alışan” insanoğlu esarete, onursuzluğa ve adaletsizliğe karşı asla aynı tahammülü göstermemiştir. İşte, insanı insan yapan ve diğer canlılardan ayıran en temel özelliklerden biri budur. Çünkü onur, adalet ve özgürlük insanoğlunun yaşam ve ölüm gerekçesidir.

Dolayısıyla, insanın baskı, zulüm haksızlık ve adaletsizliklere karşı-yasal ya da yasadışı-direnmesi, boyun eğmemesi onun doğal, vazgeçilmez, meşru hakkıdır.

“Bunları bana niye anlatıyorsun? deme Soner Yalçın, şuraya geleceğim:

Bugün dünyada ve ülkemizde yaşanan bunca zulme ve adaletsizliğe karşı kim ne yapıyor? Direnme hakkı başta olmak üzere en temel haklarımız kullanılmaz hale getirip, gasp edilirken, kim-nasıl direniyor?

Adil yargılanma hakkı 800yıldan fazla zamandır hukuk metinlerinde yer almaktadır. Ancak bugün, anayasada ve uluslararası metinlerde herkese tanınan bu hakkı kullanabilmek için 28 yaşındaki devrimci Mustafa Koçak canını verdi.

Ve Grup Yorum emekçileri Helin Bölek, İbrahim Gökçek özgürce söyleyebilmek için türkülerini enstrüman yaptı bedenlerini. Açlığa yattılar.

3 gün-5 gün değil. Helin 288 gün, İbrahim 323 gün direndi. Adaletin adı halkların ölümsüz şarkısı oldular…

Evet Soner Yalçın; Sen ne yaptın bunca zaman içinde?

Ben söyleyeyim: yazdığın onca yazının sadece ikisinde zorlama bir cümlede “Grup Yorum” adını geçirdin. Şu hâlde direnenleri sahiplendiğini, onların sesi olduğunu, adaletsizliklere karşı olduğunu, iddia edebilir misin?

Hem Barış’ların uğradığı haksızlıklara karşı çıkıp onların özgürlüğünü istiyor görüneceksin, hem de adalet için canını verenleri görmezden geleceksin. Yok böyle bir sosyalistlik, demokratlık Soner Yalçın. İşte bunun adı ikiyüzlülük ve riyakarlıktır.

Küçük burjuvazinin göz bebeği, sıkı kalemi, Kemalist aydını Yılmaz Özdil; siz ne güzel yazıyorsunuz, ne büyük yazarsınız! Yazılarınızı bir okuyan, bir daha okuyor. Hızını alamıyor başkalarına da okutuyor. Gençler sevgililerine senin yazılarını gönderiyor hediye diye. Basit, anlaşılır dille yazıyorsun ya, örneklerde aydınlatıyorsun ya; müptelan olmuş bir yığın okumuş.

Bilgin ve çağdaşlığınla sosyal medyayı sallıyorsun. Kitapların yok satıyor, asrın lideri “ve tüm şürekâsı bile engel olamıyor.

Senin bu pandemik etkine…

Hakkını teslim etmek gerek; ilaç gibi geliyorsun “cahil” halkın isyankâr gönlüne. Bir zamanların “acılı arabeski” tadında, tam damarda. Ve fakat bir bilirse bu “cahil-cühela-ahali” senin kendilerini aşağıladığını, hor gördüğünü, o vakit ters çevirir yere sokar seni. Anlamadıysan, başa dön bir daha oku, ben bekliyorum burada seni. Tamam mı? Anladın mı? O halde devam edelim öyleyse.

“Civciv yumurtadan çıkmış kabuğunu beğenmemiş” der halkımız senin gibilerine.

Leylekler mi getirdi seni de? Bu halkı beğenmiyor. “Cahil – koyun sürüsü- ahali…” deyip hakaret ediyorsun.

(Hastalıkla değil hasta ile uğraşıyor, ormanı değil ağacı görüyorsun. Asıl suçluları ve sorumluları gizleyip faturayı da halka çıkarıyorsun. Unutma, AKP iktidarı-asrın lideri “zulüm ve sömürü düzeninin bugünkü icracısıdır sadece. Bir zalim gider başka birisi gelir. Yani sorun sistemdir.)

Hani laik ve Kemalist’sin ya, özel Atatürk kitapları yazıp, 1881 adet basıp bilmem kaç bin liraya satıyorsun ya; işte o kitapları yazarken araştırma zahmetinde bulunduysan mutlaka görmüş-okumuş olmalısın; Atatürk Kurtuluş savaşını bu halk ile birlikte verdi. Senin, o büyük “cahil-cüheyla-sürü-ahali” deyip aşağıladığın baldırı çıplak halk yedi düvele meydan okuyandı. Ve senin beğenmediğin bu halk kendine verilen değeri-emeği asla unutmaz, inkâr etmez. (Tabi, senin Bodrum’daki komşuların kadir-kıymet bilmeyen nankörlerse orasını bilemem. Hem zaten aş-iş bulamayan, başını sokacak evi olmayan ahalinin Bodrum sayfiyelerinde işi ne?)

Kusura bakma, bay Özdil, elimizde olan ve bin yıllardır Anadolu topraklarında yaşayan halk bu. Senin bildiğin bir yerde daha zeki bir halk varsa, “asrın lideri” getiriversin sana.

Son yazılarının birindeki şu bölüm dikkatimi çekti “Biz bu memleket için hayatımızı ortaya koyduk. Ev mev dediğin nedir. Kalemimizi satmadan, namuslu gazeteciliğe devam edeceğiz. “Biat etmeyeceğiz”! Demişsin. Doğrusu bu sözlerin hakkını verene can kurban. Ama sen Özdil, büyük lokma ye büyük laf etme. Zira “Bu sözler ki, ağzımızdan çıkmıştır bir kez, uğrunda ölürüz” diyen A. İlhan’a ve hayatın katıksız doğrusuna ters düşmüş olursun.

Senin bu memleket için neyi-ne kadar göze alacağını bilemem ama ne mutlu ki, senin beğenmediğin o halkın vatansever evlatları, sözlerinin uğruna canlarını veriyor hala. Sen maske peşinde koşarken, milyonlarca insanı evlerine hapseden, en temel haklarını gasp eden, işgalci, sömürücü ve kan emici virüslerin alayına meydan okuyor. Geleceğimiz, hak ve özgürlüklerimiz için direniyor. Sen ve senin gibiler görmese, yazmasa bile. Ha, yazdığın gibi-her şeye rağmen- biat etmeyen namuslu gazetecilik yapmak istiyorsan gerçekten de yönünü halka ve onun direnen- mücadele eden evlatlarına dön.

Orada göreceksin doğruyu-yanlışı, haklıyı-haksızı. Orada göreceksin onuru-namusu, kurtuluşu-geleceği…

Adın “Saygı” bile olsa, öyle kolayına kazanılmıyor saygınlık, saygı Öztürk! Saygıyı hak etmek lazım en başta. Yalakalıkta sınır tanımayarak birilerinin gözüne girebilirsin ama gönlüne asla. Bunun için onurlu bir duruş, tutarlı bir tavır gerekli…

Ankara’da mafyacıların, pis işlerin, ihalelerini kovalamakla gerici şeyhlerin dizinin dibine oturmakla, polis muhabirliği yaparak, adliye ve meclis koridorlarında caka satarak da olmaz-kazanılmaz saygınlık. Şayet biraz daha çaba göstermiş olsaydın, bugün Abdülkadir Selvi’nin yerinde sen olurdun, hepsi o kadar. Olsun, “buna da şükür” deyin. Şu zamanda bırakın “köşeyi” medya plazaların kapısından içeri giremeyenler de var.

Ulucanlar katliamına giden yolun parke taşlarını döşeyenler arasındaydınız, unutulmadınız… Demem o ki, geç bu saygın, demokrat, muhalif pozlarını, Saygı Öztürk.

Ne mal olduğun ortada. Fakat, görüyorsun değil mi; faşist AKP top gibi oynuyor sizinle. Ama ne gam; devlet ayrı, iktidar ayrı değil en büyük Atatürkçü, milliyetçi, devletçi kesilip, vatan-millet adına aşk ile halka açılan savaşa ortak oluyorsunuz. Yok böyle bir halkçılık, Saygı Öztürk ya biri ya diğeri. Ortası yok ya halkın yanında yer alacaksınız ya da halk düşmanlarının maşası olmaya devam edeceksiniz.

Gözünüzdeki mercekle halkı ve direnerek düşen evlatlarını görmeyeceğiniz kesin bari suçlarınızı daha fazla büyütmeyin.

Ne oldu Deniz Zeyrek? Bir türlü rütbe alamadınız değil mi? Halbuki ODTÜ’lü yıllara sırtınızı dönerek, halkla – haklıyla bağlarınızı keserek önünüzün açılacağını, kariyer yapacağınızı umuyordunuz. CNN’ler kanal kanal gezmeler, akredite servisler… işe yaramadı değil mi?

Olmaz Deniz bey, olamaz!

Birtan’ların katilleri iktidarda olduğu sürece olmaz.

Devrim stadında, omuz omuza Grup Yorum türküleri söylediğiniz günler ne de güzeldi değil mi? Yok yok, hülyalı nostaljilere dalmanın lüzumu yok. Kars’ın göz gözü görmez karından-tipisinden, kurşun gibi esen yelinden, donmuş kürün (su yatağa-oz.. notu) içime saldığın küleklerden (kovalardan) omuzlarını yara yapan çiğindiriklerden (su kovalarını taşımaya yarayan omuzluk), ahırlarda ısınmaktan, at-inek peşinde koşmaktan… Kurtuldun ya, sen ona bak. Tabii, tüm bunların nostaljisine kapılıp ta “köşeyi” kaybetmek akıllara ziyan olsa gerek. Hazır ayrancının sosyetesine karışmışken…

Ne güzel tarif etmişsin “ekmeğin kokusu gibi diri ana kokusu” diye. Biliyorsun değil mi, her ne kadar görmezlikten gelsen de-Helin, Mustafa ve İbrahim ekmeğe ve adalete doyamadan düştüler toprağa. Ve kuvvetle muhtemel-taş kovuğundan çıkmadılar ya-tandırdan çıkan sıcak ekmek kadar güzel kokan birer anneleri vardı onların da. Eskide, çook eskide kaldı o günler değil mi Deniz Zeyrek? Etliye-sütlüye karışmamalı en iyisi. Ne diyordu Şamama nene: “Allah kimseye evlat acısı vermesin… Çok şükür yaşatmadı bana”. Ya Helin’lerin, Mustafa ve İbrahim’lerin anaları? Onların da “önünde ölem, kurban olam…” bana gelsin, Allah ömrümden alsın sana versin… “diyen birer anaları vardı, değil mi?

O “bahtsızın” analar evlatlarını toprağa gömüp te girdi anneler gününe Deniz Zeyrek. Canlıların yaşamını, biyolojik hayatın akışını öğrenmiş olmalısın ODTÜ’de; bu ülkede ana-babalar gencecik evlatlarını gömüyor toprağa. Bu işte bir terslik yok mu Deniz Zeyrek?

“Evlatlarımız adalet için direniyor, ölüyor; onları duyun, ölmelerine seyirci kalmayın… Diyerek çalmadıkları kapı kalmadı. Muhtemelen sizi de aramışlardır. Kim bilir verdikleri dosyaları, talepleriyle ilgili belgeler, çocuklarının resimleri, masanızın üzerinde ya da görünmez bir kör çekmededir…

Evet Deniz Zeyrek; Can değil canan diyerek, gözlerini kırpmadan genç ömürlerini veren o devrimcileri, ailelerini, yoldaşlarını ne siz ne de gazeteniz bir kere bile görmedi, duymadı. Sözlerin, satırların hükmünü yitirdiği zamanlardayız. Ölümlerimiz konuşuyor Deniz Zeyrek.

Halkın ve hayatın gerçeklerini görmeyen gözler kör olsun. Adalet için direnenleri, gün gün eriyerek ölüme gidenleri, art arda düşen devrimcileri, mezarlarımıza saldıran katilleri yazmayacaksa o eller, kırılsın Deniz Zeyrek!

Ah Çiğdem Hanım (Toker) Ah; Allah sizden bir değil, bin kere razı olsun. Sayenizde öğreniyoruz ihalelerde dönen dolapları, yandaş müteahhitlerin nerelerden nemalandıklarını, havalimanlarına, köprü ve otobanlara, tünellere gömülen milli varlıklarımızı… Maazallah ülkeden ve dünyadan bi-haber yaşayacaktık, bir tarla sıçanı gibi korkarak. Şükür ki bir gül fidanının siper olmayacağını, karataşın ardında saklanmanın manasızlığını öğreniyoruz her gün biraz daha. Ziyadesiyle mutlu yaz; siz de mutluysanız ne ala!

Fakat, yine de derim ki size; Vatanın boydan boya ihale edildiği bir yerde, mücbir alanlarda aranan usulsüzlükler beyhude. Sivrisinekler mevsim geçirince ölüyor ama bataklık sivrisinek üretmeye devam ediyor.

Helin’lere bakın; Vatanın nasıl da parsel parsel satıldığını anlatıyorlar ölümleriyle.

Sevgili Murat (Muratoğlu), ilgiyle izliyorum ekonomi yorumlarını. Zira sosyal ve siyasal yaşam iktisadi gelişmelerden bağımsız değildir. Ki Helin’lerin, Mustafa ve İbrahim’lerin direniş ve ölümleri seni de ilgilendirmelidir…

Evet, Sözcü gazetesi ve pek muteber köşe yazarları; söylenecek, konuşulacak, tartışılacak çok şey var elbette. Ancak aklını ve kalemini kiraya verenlere ne söylesen kar etmez.

Yok, öyle değil “diyorsanız eğer, tarafınızı belirlemeniz gerekir”. Ya burjuvaziye hizmet edeceksiniz -ki bugünkü tavrınız tamda budur- ya da halkın aydını olacaksınız. Gördüklerinizi kimseden çekinmeden yazacakasınız. Gerektiğinde yalnız kalacaksınız, işsiz kalacak, hatta hapisleri boylayacaksınız. Ezilen halkları onuru olmuş, aydın ve sanatçılarını, yazarlarını örnek alacaksınız… İşte, ancak o zaman onurlu-namuslu bir gazetecilikten söz edebilirsiniz.

Helin, Mustafa ve İbrahim onurlarıyla direnerek ölümsüzleşti. Sözleri de utancınız ve ayıbınızla baş başa bıraktı. Onların yeri boş kalmadı; zulüm sürdükçe direnenlerde hiç eksik olmayacak bu topraklarda. Devrimciler halk için adalet istemeye, direnmeye devam ediyor. Halkın Avukatları Ebru ve Aytaç’ı, Devrimci Tutsak Didem ve Özgür’ü de görmeye, duymamaya devam edin. Ama unutmayın, son sözü biz söyleyeceğiz, bunu da bilin…


13.05.2020

Erdal Gökoğlu

Sosyal ağlarda paylaşın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.