BARKIN TİMTİK, EBRU TİMTİK’İ ANLATIYOR – 1

Anti Imperialist Front Greece: From Premetheus to Ebru Timtik the struggle  for justice is our imheritance - AIF

16 yaşındaki bir çocuk anneden, 14 Haziran 1978 ‘de Elazığ’da dünyaya gelmiş Ebru Ablam. Anacığım, o sırada doğurmaya devam eden nenemin, omzuna yaşından büyük sorumluluk yüklenen en büyük kızı. Babamız ise ailesinin en küçük, şımartılmış ve tek okutulmuş çocuğu. Bu nedenle Ebru Ablamın doğumu, annemin gelin geldiği baba evinde büyük bir sevinç yaratıyor.

Annemi anlatmadan Ebru’yu anlatmak ve anlamak mümkün değil. Annem çocuk henüz evlendiğinde. Köy işleri biliyor, ekmek yapmayı, yatak toplayıp toprak zemini sulayıp süpürmeyi, kardeşlerine bakmayı… Fakat şehir yaşantısına dair bir bilgisi yok. Zaten eğitilip kendi görgüsüyle şekillenmesini istedikleri için, yaşı küçük, akraba bir köy kızını gelin getiriyorlar babaannemler. Babamın bu isteğe nasıl ve niçin boyun eğdiğini bilmiyoruz. Tahminimiz sadece anasının babasının gönlünü hoş tutmak, ablalarının sözünü dinlemek istemesi. Annem beyaz tenli, kara kaş kara gözlü, yaşından büyük gösteren, etine dolgun güzel bir kız. Ne olacak, eni konu evlendiği kızla felsefe yapacak hali yok ya! Evi temizleyecek, çocuk doğuracak, bakacak biri lazım eve. Hem kendisiyle evlenmese bir başkasıyla evlendirilecektir bu köylü kızı. Bunları babama soracak imkanımız hiç olmadı. Yaşasaydı da akıl edip soracak, eleştirecek durumda olur muyduk?  Hiç sanmıyorum. Başka türlü şekillenir, aklımızın sınırları bazı eşitsizlikleri, adaletsizlikleri kabullenirdi herhalde.

Anacığım bu beklentilerden fazlasıydı tabi. Sessizdi, saygılıydı ama öte yandan bazı haksızlıklara gelemiyordu. Bir susuyor, iki susuyor sonunda lafı gediğine oturtu

yor. Dedem, ilerlemiş yaşına rağmen hamallık yapmaya devam eden, sofrasına hep bir kaşık fazla konulmasını isteyip misafir bekleyen , anneme “altun gelinim” diyerek şefkat gösteren iyi yürekli biriymiş. Fakat babaannemin hala anlam vermekte zorlandığımız özentileri ve özlemleri olduğu anlaşılıyor. Sanki kaçıp kurtulmak istedikleri bir geçmişe sahiplermiş gibi gelir bize. Ebru Ablam ile araştırmaya, anlamaya çalıştık. En son Ermeni olma ihtimali geldi gündeme. Ki bizim oralarda “orası Ermeni köyüymüş” denilen köylerden birinde yaşıyorlarmış daha evvel; Torut. Bu geçmişten mi yoksa Alevi olmaktan, Kürt olmaktan mı kaçıyorlardı , kim bilir? Aile büyüklerimizle bunları pek konuşamadık. Yaşı 80’i aşmış amcama “Biz Ermeni miyiz?” diye sorduğumda cevap “Kim öyle diyorsa kendisi Ermeni’dir.” olunca, inkar edilen ya da üstü kapatılan bir gerçek varmış gibi gelmişti bize. Halalarım sünni ve okutulmuş, meslek sahibi gençlerle evlendirilmişlerdi. Aleviliklerini o ortamlarda gizlerlerdi, fakat Alevi olmayı çok önemsemişlerdi “Aslınızı unutmayın, kendinizi de çok belli etmeyin.” öğütleri aktararak sıkça tekrarlanırdı.

Annemin, babaannem ve halalarımla uyumlu yaşaması pek kolay değildi. Annemi köy kızı olduğu için küçümsüyor, sürekli bir şeyler öğretmeye, kendilerince şekillendirmeye çalışıyorlar ve aşağılıyorlar muhtemelen. Annem de bu kibirli tavırlardan hoşlanmıyor ama çaresizlik içinde (annemin babası, evden bir kere gelin olarak çıkan kızın tekrar eve dönmesinin mümkün olmadığını kafalarına kazıdığı için) yaşamaya çalışıyor. Bir yandan kendini ezdirmemeye öte yandan kavgasız geçinmeye… 

Halalar evli ama en küçük erkek kardeşlerinin yaşamaya devam ettiği ana-baba evinden de çıkmıyorlar. Kısa bir süre sonra dedem ve babaannem art arda vefat ediyorlar. Bu ölümlerden de üstü kapalı olarak annem sorumlu tutuluyor. “Ayağı iyi gelmedi!” Bu çalkantılar içinde ilk sevgileri, hüzünleri, hayal kırıklıkları, çaresizlikleri annemin de büyüme süreciyle beraber yaşıyor Ebru Ablam. Annemin yavrusu ama aynı zamanda oyun arkadaşı. Ebru ablam bembeyaz, güzel mi güzel bir bebek . Halamlar kız çocuklarının beyaz tenli olmasını önemserler kara kaş, kara göz ama beyaz ten. Yani makbul bir bebek. “Tıpkı bize benziyor, ona (anneme) çekmemiş.” diye de sevip sahipleniyorlar. Ebru Ablam daha iki yaşına basmadan diğer ablam dünyaya geliyor. Bir süre sonra babam bu iki bebeğiyle anacığımızı, İstanbul ‘da ev tutup geri dönmek üzere köye, annemin doğduğu eve bırakıyor. Annem bu evde istenmediğini, dedemin bu konudaki yaklaşımını biliyor. Köy dedikodu kumkumasıyla çalkalanıyor.

    “İki çocukla getirip babasının evine bıraktı!”

Avukat Ebru Timtik'in ölümünün ardından büyük tepki |

    “Niye kızı köyden birisine vermediniz? Böyle olur işte!” diye bir dolu laf dolanıyor. Annem çok üzgün, bir şey konuşup düşünebildiği yok. Babama da bağlanmış, hayranlık duyuyor, özlüyor bu adamı. Akıllı, güçlü, iyi konuşan, gönül almayı bilen, ilk kez sıcaklığını duyduğu bir erkek, iki çocuğunun babası ve 18’lik bir taze gelin. Ne yapacak? Telefon yok, adres yok, iz yok. 8 ay sonra babam geri dönüp annemi ve çocukları aldığında İstanbul’da yeni bir hayata başlıyorlar. Halamlar da İstanbul’da yaşıyorlar artık, yine en küçük erkek kardeşlerinin evi ortak aile evi gibi. Evdeki her şeyi onlar belirlemek istiyor, yeni ve güzel hiçbir şeyi annemin evine yakıştırmıyorlar, layık görmüyorlar. Övgülerinin içinde bile bir aşağılama var. Annem bir saygısızlık yapmıyor, hizmet ediyor, gönüllerini hoş tutmaya çalışıyor; ama halalar bir kez asi yüzünü görmüşler “ayağının kötü geldiğine” inanıyorlar. Sevmiyorlar annemi, huzursuz ediyorlar ve kardeşlerine yakıştırmıyorlar. Ablalarım da bu muamelelere şahit oluyorlar. Bir taraftan sevilip şımartılıyorlar öte yanda sürekli acı çeken, kaygılı, gizlice ağlayan annemi görüyorlar. Çocuk gelin daha büyümemiş, çocuklarıyla oyun oynuyor, ne biliyorsa öğretiyor onlara. Evini temizliyor, yemek yapıyor, akşam gelecek kocasını bekliyor heyecanla. Kocası gelecek, çocuklarıyla ilgilenecek, onlara sorular soracak, gününün nasıl geçtiğini anlattıracak. Annem de onları seyredip mutlu olacak.

Babam pek evde durmuyor, geceleri de çalışıyor, “Çocuklarının bir şeyi eksik kalmasın!” Gerçekten çalışıyor mu, niye eve geç geliyor, annemi aldatıyor mu? Annem seziyor ama hiç kondurmuyordu, bilmemezliğe geliyor. Hem bilse ne olacak? Şarkılar dinleyip ağlıyor küçük gelin, özlüyor, değer verildiğini, sevildiğini hissetmiyor çünkü. Adını koyamadığı bir şeyler var. Kadınlık onuru inciniyor aslında. O evde bir hizmetçiden başka bir şey değil. Çocuk bakıcısı, iyi, temiz, namuslu kadın. Yine hamile, erkek çocuk istiyorlar, soyadımız devam ettirsin. Bu köy kızı bir erkek çocuk doğuramadı! Üçüncü bebek de kız! Ne yapalım, sağlık olsun.

Babam çocuklarını çok seviyor, her biriyle tek tek ilgileniyor, konuşuyor. Hepsinin kulağına bir sır fısıldıyor, mavi boncuğum sende.

İzledikleri filmleri soruyor. Konusu neydi? Oyuncuları kimdi? Bilmiyorlar! Yoksa bunları bilmeden mi izliyorsunuz? Anneme dönüp; Fatma bak, bilmiyormuş çocuklar, hiç böyle film izlenir mi?

Gazete okuyor, kitap okuyor. Kitapları var babamın. Babam solcu! Solcular kitap okur, gazete okur, bıyıklıdır. Bunlar konuşulmuyor evde tabi sadece zihnimizin bir köşesine kayıtlı. Her nasılsa anneme de söylemiş babam TÖB-DER’liymiş devir kötüleşince istifa etmiş, öğretmenler öldürülüyormuş. O kadar bildiğimiz. Ebru ablam en büyük çocuğu ve babamın da hayallerine ortak ettiği kızı. Ona anlatıyor, hepinizi okutacağım, mesleğiniz olacak, İzmir’de yaşayacağız… 

İçki, sigara, gece geç gelmeler, şehir dışına çıkmalar, gelinmeyen günler. Annemin çocukluğu da bunalımı da hiç bitmeyecek, yanındayken bile özlüyor onu. Ortak ürünleri çocuklarıyla ilgilenmesiyle yetiniyor ama kendisini sevmediğini, ona eş olmadığını hissediyor. Babam eğitimci olarak çocuklara nasıl davranılması gerektiğini biliyor ve anneme de bunu aşılıyor; bağırmadan konuş, bir şey kırıp döktüklerinde kızma, korkmasınlar, önce çocukla ilgilen eşya önemli değil… 

Anacağım bodrum katındaki evimizi suyla doldurup sözde yüzdüğümüzde bile laf etmezdi bize, sadece üzüntüsünü dile getirirdi; “Siz beni öldüreceksiniz, ölüp gideyim de benden kurtulun!” Çocukları da annem gibi bağlılar babalarına. O bekledikleri, hasretini çektikleri koruyucuları, sevecek, öğretecek eve ve annenin yüzüne mutluluk getirecek insan.

Kitaplar demişken, 80 darbe yıllarında, sanırım ev sahibinin zulmünden dolayı kavga ettikleri bir sırada ev sahibinin babamı polise şikayet etmekle tehdit etmesi sonrası, polisler evi basacak diye, babamın “sakıncalı” kitapları sobada cayır cayır yakılıyor. Ebru Ablam bunu hiç unutmamış, o günkü gözyaşlarını, onları ben okuyacaktım ama, onlar benim kitaplarım yakarışlarını. Kitaplara babası gibi bağlıydı belki de. Her an kitaplarla yalnız kalmak için fırsat kollardı, yemek yerken, yatarken camdan sızan ışığı altında, ders aralarında.

TURQUIE. Mort d'une avocate kurde qui était persécutée par le pouvoir turc  – Kurdistan au féminin

İstanbul’daki yaşamımız geçim şartları bakımından iyi. Her taşınılan ev bir öncekinden bakımlı, o dönem lüks sayılabilecek küvetli, asansörlü her evde yeni eşyalarla beraber yeni bir başlangıç yapmak ister gibi babam. O eşyaları annem yıllarca hiç kullanmadı, koltuk takımının üzerine beyaz örtüler seriliydi, on iki kişilik ceviz masa sandalye takımı, fırınlı ocak ve annemin çeyiz sandığı. Babama ait tütün kokan lüleler, karanfil kurusu, mermer küçük kül tablaları, kristal ağır büyük kül tablası, güzelim kahve fincanları, porselen tabaklar bu sandığın içindeydi. Kilitli duran bu odanın en gizemli yeri serin, hüzün ve naftalin kokan bu sandıktı. Nerden geldim buraya? Yani eşyalar ve kararlarla birlikte babam annemi sevdiğini söylemiş, hayallerine ortak etmeye başlamış ki annemin deyişiyle “Allah onu aldı benden, kızıma ayan oldu.” Ayan oldu cümlesi hep bir ürperti verir bu yüzden. Ebru Ablam rüyasında babamın öldüğünü görüyor ve ağlayarak yanına koşuyor; baba sen öleceksin, diye. Bunu ağlaya ağlaya, içini çeke çeke anlatmış. Babam da; ne ölmesi, ben daha sizi büyüteceğim, okutacağım. Bunları yapmadan ölür müyüm hiç?  demiş. Bu olayı defalarca anlatmıştır annem, “Ebru’ya ayan oldu.” İnsanlara olağanüstü özellikler atfetmekten hoşlanırız genelde. “Çocuklar temizdir, Allah onlara geleceği gösterir.” denilir. Ebru Ablam hep geleceği görebilecek kadar temiz kaldı. Sezgileri, hisleri, kendisini bir başkasının yerine koyabilme yeteneği çok gelişkindi çünkü.

Bu arada annem dördüncü bebeğe hamiledir ve nihayet babamın “ocağımın dumanı” dediği erkek kardeşim dünyaya gelir ve babasının adını verir oğluna babam. Mustafa! Kardeşimin doğumundan 6 ay geçmeden babamı kaybettik. Daha 34 yaşındaydı esmer güzeli bu adam. Ebru ablam 7, Evin Ablam 5, ben 2,5 yaşındayken kardeşim henüz 6 aylıkken hayatımızın ortasına bir bomba infilakıyla düşüyor ölüm. Anacığım dört çocukla 23 yaşında dul kalmış bir genç kızdı aslında. Ne yapacaktı? Halalarım, çocukların her birini biz alalım sen de git evlen diyorlar. Zaten evlenmeden ne yapacaksın? Yoksa çocuk esirgemeye mi verilsin çocuklar diye yan çizmeler de başlamıştır. Bu arada yine babamın ölümünden dolayı da annemi suçlamayı ihmal etmiyorlar. Annem delirmiş gibi uyur gezer halde. Ağzından tek kelime çıkmıyor, ben çocuklarımı bırakmam, ilk ve son kararıdır bu. 5 yılı koca şehir İstanbul’da geçen 8 yıllık şehir ve evlilik hayatında sokağa tek başına adım atıp otobüse binmemiş, elektrik, su faturası yatırmamış, alışveriş yapmamış bu çocuk kadının kararı kesindir. Evlenmeyecek, çocuklarını büyütüp okutacaktır. Gerçek yaşam macerası bundan sonra başlıyor.

Pamuk ipliğine bağlı, güvencesiz, geleceksizliğe mahkum halkın hayatı. Şans ve talihsizlikleriyle amacına ulaşan hayatlarımızın ve Ebru’nun yaratıcısı annem. Annem öğretmeni, yoldaşı, sırdaşı, dayanağı Ebru Ablam hepimize kol kanat geren bu iki kadının toprağın altında buluşan bedenleri koyun koyuna yatıyor şimdi.

(Devam Edecek)

Sosyal ağlarda paylaşın