1984 Ölüm Orucu Direnişi


1984 Nisan’ında, Metris hapishanesinde devrimci kimliğe dönük saldırılara ve TTE dayatmasına son verilmesi için başlayan açlık grevi 45. gününde ölüm orucu direnişine dönüştürüldü. Direniş 75 gün sürdü. Türkülerin dört yiğit devrimcisi “Apo, Fatih, Hasan, Haydar” bu direnişte ölümsüzleşti.

YER: Hapishaneler , TARİH: Nisan-Mayıs-Haziran 1984

12 Eylül 1980 sabahında ülke yönetimine el koydu faşist cunta. Kendine karşı olan ne varsa kırmaya, yıkmaya, yok etmeye başladı. Tutuklamalar, işkenceler, infazlar ve hapishaneler… Cunta 45 milyon halkı teslim almak istiyordu.

Hapishaneler cuntayla beraber çetin çatışmaların yaşandığı bir yer haline geldi. Cunta daha ilk yıllarında dışarıdaki muhalefeti önemli oranda etkisizleştirirken, hemen ardından susmayan, teslim olmayan, direnişin odağı haline gelen hapishanelere yöneldi. Cuntanın soluğunu enselerinde hissetmeleriyle beraber çareyi kapağı yurtdışına atmakta bulanların, mücadeleyi tatil edenlerin hapishanelerde de durumu farklı değildi. Onlar halka güvensizliği, devrime inançsızlığı yaşarken, yaşadıkları teslimiyete de kılıf aramakla meşguldüler.

Dışarıda cuntayı savaşla karşılayan Devrimci Sol, hapishanelerde de aynı tavrını sürdürdü. Zaten hapishanelerde saldırılar cunta öncesi başlamış, cuntayla beraber giderek tırmanmıştı. Hapishaneler cephesinde önce Mamak, ardından Diyarbakır düştü. Düşman sevinç çığlıkları atıyordu. Sıra İstanbul hapishanelerini teslim almaya gelmişti. İstanbul hapishanelerindeki devrimci tutsaklar Nisan ’81’de Metris’e toplandı ve “Mamaklaştırma” saldırıları başladı…

Devrimci tutsaklar Metris’te düşmanın tüm saldırılarını boşa çıkarmasını bildi. Açlık grevinden barikatlara kadar birçok direniş gerçekleştirildi. Cuntanın saldırı politikasının en boyutlusu olan Tek Tip Elbise saldırısı gündeme getirildi. Tutsaklar da açlığa yatırdıkları bedenleriyle cevap verdiler. Ölüm Oruçlarına yattılar.

82-83’te peşpeşe açlık grevleri yapıldı. İşkence her gün tekrarlanan bir vahşet boyutundaydı.

1984’ün Nisan’ında Metris büyük bir direnişe, büyük bir alt-üst oluşa hazırdı. Ve beklenen ilk kıvılcım Metris’in en berbat koğuşlarından B-2 koğuşunda tecritte, 14 tutsak tarafından çakıldı. 11 Nisan’da B-2’de başlatılan açlık grevine hemen ertesi gün diğer koğuşlardaki devrimci tutsaklar da katıldı. 13 Nisan’da bayanlar koğuşundaki tutsakların da başlamasından sonra bu kez Sağmalcılar hapishanesindeki tutsaklar da bedenlerini açlığa yatırdılar. Hapishanelerde süren irade çatışması en üst aşamasına ulaşmıştı. Gidilecek yol uzun, varılacak hedef büyüktü. Bunu bilen cunta direnişi daha başında kırmak için harekete geçti.

Tecrit dışındaki koğuşlarda açlık grevine başlayan tutsaklara yöneldi öncelikle düşman. Metris’in o bildik sahneleri yaşanmaya başladı. Koridor eli coplu, şartlanmış bakışlarla her an saldırmaya hazır askerlerce doldu. Koğuşlara gelen subaylar tek tek isimleri okumaya başladı.

Bu bir sürgündü. Tutsaklar Metris’te E Blok’un arka yüzündeki Sibirya denen koğuşlara götürülüyordu. Sibirya tüm koğuşlardan uzak, suyun akmadığı, elektriklerin doğru düzgün yanmadığı, buz gibi soğuğu olan bir yerdi. Böylelikle düşman Sibirya’ya topladığı direnişçi tutsakları diğer tutsaklardan ayırıp tecrit etmiş, aralarına kalın duvarlar çekmiş olacaktı.

Direnişi kırmak için saldırdı düşman. Tutsakların üzerindeki giyecek olan ne varsa parça parça edildi. Cop darbeleri altında deriler soyuldu. Birbirlerine kenetlenen tutsaklar sloganlarla cevap verdiler saldırıya. Tüm koğuşlarda “Kahrolsun Faşizm”, “Asker Değil Siyasi Tutukluyuz” sloganları yükseldi. Tüm tutsaklar Sibirya’ya geldiklerinde her türlü saldırıya rağmen direnişi sürdürmüş olmanın, saldırıyı tek bir yumruk gibi kenetlenerek karşılamış olmanın coşkusu ve güveni içerisindeydiler. Ve dillerinde yükselen direniş türküleriyle karşıladılar geceyi…

….

Tecrit koğuşları gün 1 Mayıs’a dönerken sabaha doğru 03.00’te açıldı. Kapının açılmasıyla beraber düşman subayı görüldü. Başında yeşil beresi, elinde yanan sigarasıyla sırıtarak baktı tutsaklara. 21 gündür açlık grevinde olan 14 tutsak hemen birbirine kenetlendiler. Fakat bu kez düşman bildik operasyonlarından birisi için gelmemişti. Direnişi kırmak için yeni yöntemlerle gelmişti. Metris’in celladı olan binbaşı bu kez papazlığa soyunmuştu.

-Arkadaşlarınız Sağmalcılar’da şekerli su alıyor, siz neden almamakta ayak diriyorsunuz, dedi binbaşı yumuşak bir ses tonuyla.

Tutsakların şeker almadığını bilen binbaşı kendince bu taktiğiyle direniş saflarında bir gedik açmaya çalışıyordu. Fakat düşmanı da, binbaşıyı da iyi tanıyan tutsaklar hemen cevaplarını binbaşının suratına patlattılar.

-Şekerini al, başına çal.

Aldığı cevap karşısında binbaşıya gerisin geriye gitmek kaldı. Bir saat sonra ise 14 tutsağın Sağmalcılar’a sevki okundu. Şimdi düşmanın bu hamlesini boşa çıkartan tutsaklar 1 Mayıs sabahında Sağmalcılar’a doğru yola çıktılar.

DİRENİŞ, ÖLÜM VE YAŞAM

Açlık grevi adım adım ilerlemeye, programı gereği aşamalardan geçe geçe yürümeye devam ediyordu. Hazırlanan programa göre 30. ve 40. günde bir gruba açlık grevi bıraktırıldı. 45. Güne gelindiğinde ise açlık dolu soluklar kavganın yeni bir aşamasına geldi. Zulmü geriletmek için şimdi bedenler ölüm silahını kuşanmıştı. Zulüm Ölüm Oruçlarıyla teslim alınacaktı.

Açlık grevinin 45. gününde Sağmalcılar Özel Tip hapishanesinde, 49. günde de Metris hapishanesinde yapılan anonslarla Ölüm Orucu başladı. Devrimci Sol ve TİKB davasından toplam 16 tutsak ölümü kuşatıp teslim alma yarışında en önde yürümenin onuruyla saldırdılar düşmana. Ölüm Orucu savaşçıları zafere olan inançlarıyla yoldaşlarına, ailelerine vasiyetlerini yazdılar.

Eylem Anadolu hapishanelerinde de yankısını buldu. Devrimci Sol tutsakları Elazığ, Bartın ve Çanakkale’de de ölüm orucuna yattılar… Ölüm Orucu düşmanın korkularını büyüttü. Daha 30’lu günlerde ölümlerden korkmaya başlayan düşman tutsakları hastaneye göndermeye başlamıştı. Ölüm Orucuyla beraber ölümlerin hapishanelerde yaratacağı etkiyi düşünen düşman Ölüm Orucu direnişçilerini zorla Haydarpaşa Askeri Hastanesi’ne sevk etti. Şimdi Ölüm Orucu Haydarpaşa’nın zindanı aratmayan koğuşlarında sürmeye başladı.

Ölüm Orucunun 63. gününün son dakikaları yaşanırken saat 23.40’ı gösterdiğinde hastane koğuşunda bir ses yükseldi:

-Yoldaşlar Apo Şehit oldu…

63 gün süren maratonda “Nasılsın Apo?” diye sorulduğunda, “İyidir iyi” diyen Apo ilk saplandı düşmanın bağrına. “İpi ilk ben göğüsleyeceğim” diyen Apo ölümü yenmenin, zaferin müjdecisi olmanın onuruyla kapadı gözlerini. Bütün yoldaşlar Apo’nun başına toplandılar. Zafere bir adım daha yaklaşmış, bu gece ölümü yenmiş olmanın gücüyle Apo’yu kaybetmiş olmanın acısı ve öfkesiyle kenetlendiler.

Yoldaşları Apo’yu önce tören için hazırladılar. Apo’nun bedeni sabunlu suyla silinip kurulandı. Yatağına boydan boya beyaz çamaşır serildi. Temiz iç çamaşırlar, pijama giydirildi. Çenesi ve ayak parmakları bağlandı. Üzeri kırmızı karanfillerle bezendi. Apo kırmızı karanfiller içerisinde gülümsedi geride kalan yoldaşlarına. Kollar Apo için havaya kaldırıldı, yumruklar sıkıldı. Hasan Telci’nin ölüme inat savrulan sesinde bir şiir yükseldi koğuşta:

 “Akın var

Güneşe akın

Güneşi zaptedeceğiz

Güneşin zaptı yakın

Ölenler dövüşerek öldüler

Güneşe gömüldüler”

Bu kez önderimiz Apo’yu anlatmaya başladı:

– Bu gece ölümü yendik yoldaşlar… Hayır Apo ölmedi, bu onurun savunulduğu her kavgada yaşayacak… Onun bedenine sardığı onur bayrağını şimdi bizim bedenlerimiz taşıyacak.

Apo’nun düştüğü saatlerde Fatih ve Haydar da bilinçlerini kaybetmiş durumdaydı. Yaşananları anlamıyorlardı. Apo’nun şehit düştüğü onlara da söylendi. Fatih tüm gücünü toplayarak yumruğunu sıkıp “Apolar ölmez” diye haykırdı, sloganlar yükseldi.

“Apolar Ölmez”

“Ölüm Orucu Şehitleri Ölümsüzdür”

Ölüm haberleri tez ulaştı Sağmalcılar’a. Ölüm Orucunun 67. gününün akşamında tutsakların sesleri yankılandı tüm koğuşlarda.

Apo’yu Haydar ve Fatih izledi. Aynı güne iki ölüm sığdırmıştı Ölüm Orucu savaşçıları. Öfke kınına sığmazken zafer adım adım yaklaşıyordu.

66. gün 17 Haziran Pazar…

Sabah saat 06.15’te Ölüm Orucunun ikinci şehidi verildi. Haydar Başbağ Şehit düştü. Yoldaşları yine Apo gibi Haydar’a da tören yaptılar.

Haydar’ın ölümsüzlüğe uğurlandığı saatte bu kez de siper yoldaşı Fatih Öktülmüş ipi göğüsledi.

Ölüm Orucunun 69. günü düşman önderimizi tehdit ederek direnişi bölmeye, parçalamaya, aklınca kırmaya çalıştı. Düşman 69 gündür açlığa, ölüme direnenlere operasyon çekmekten geri kalmadı. Önderimizi ancak operasyonlarla koparıp alabildi. Ancak bu da direnişi kıramadı.

Ölüm Orucu 75. gününde Sinan Kukul’un önce hücredeki, sonra da hastanedeki yoldaşlarının kulağına fısıldadığı parolayla bitti.

Sinan Kukul hastaneden ayrılırken yoldaşlarına şöyle seslendi:

-Yoldaşlar, onurlu ve görkemli bir direniş yarattınız. Direnişimiz esas olarak hedefine vardı. Şimdi önemli olan yaşama dönmeniz. En kısa sürede sizi aramızda görmek istiyoruz. Kendinize iyi bakın.

75 gün süren irade savaşını zulme karşı bedenlerini ölüme yatıranlar kazandı.

Ölüm Orucu yılgınlığa, ihanete rağmen teslim olunmayacağının tarihsel bir örneğiydi.

Ölüm Orucu davaya bağlılığın, halk için kendini feda etmenin adıydı.

Ölüm Orucu sonuçlarıyla siyasal bir zaferdi. Düşmanın tüm silahları elinden alınmış, hapishanelerde inisiyatif kazanılmıştı.

***

1984 Ölüm Orucu’nda Devrimci

Solcularla Omuz Omuza Şehit Düşen

M. Fatih Öktülmüş’ün Özgeçmişi:

Yıllar yılı sözcüğün tam anlamıyla kanı ve canı pahasına yürüttüğü mücadelede aldığı kurşun yaralarına, her yakalandığında akıl almaz işkencelere, cezaevlerinde geçen uzun ve zahmetli yıllara, gündüz ve gece farkının çoğu kez silindiği, olağanüstü bir enerji ve çalışma ile geçen yılların yıpratıcılığına rağmen, sporcu vücudun formu yine de tamamen bozulmamıştır. Yalnız sağ kolunun, artık işlevini yitirmiş bir et yığını gibi aşağı doğru sarktığı dikkatinizi çeker. Bu bir “güzellik nişanı”dır. 29 Eylül 1980 günü, aynı zamanda teyzesinin oğlu olan can yoldaşı Osman Yaşar Yoldaşcan’la birlikte girdiği bir çatışmada o hale gelmiştir bu kol. Ama o aynı kol, ondaki o korkunç irade gücünü, koşullara boyun eğmezliği dile getiren bir “azim anıtı”dır aynı zamanda. Yıllar boyu canını dişine takmış, kolunu kalem tutar, kaşık tutar, tıraş bıçağı tutar hale getirmiştir. 1949 Trabzon doğumludur. Yargıç bir babanın oğlu olarak, çocukluğu Anadolu’nun çeşitli yörelerinde geçti. Çocukluğu ve ilkgençliği için söylenebilecek en özlü şey, ilerde seçkin bir devrim savaşçısı olarak sergilediği bireysel erdemlerin birçoğuna daha o yıllardan itibaren sahip olduğudur. İnsan sevgisiyle doludur, paylaşmayı sever, dürüsttür, fedakar, çalışkandır. Üstelik, bunlar daha sonra onda işlenmemiş, ham bir halde kalmamıştır. Sınıf mücadelesinin örs ve çekici arasında, proletaryanın bilimsel dünya görüşünün potasında yeniden şekillenmiş, arınmış, zenginleşmiş ve bu haliyle insanlığın kurtuluşu davasının hizmetine sunulmuştur. Fatih’i Fatih yapan, onu belki erdemli ve yetenekli ama kendinden başkasına fazla hayrı dokunmayan herhangi bir dürüst küçük burjuva aydınından ayıran “Fatih farkı” da işte buradadır.

Nüfus kayıtlarındaki doğum tarihi 1949’dur ama ölümsüz bir proletarya kahramanı olarak M. Fatih Öktülmüş’ün asıl doğum tarihi 1968’li yıllardır.

O yıllarda ODTÜ Elektrik Mühendisliği Fakültesi öğrencisidir. Parlak ve başarılı bir öğrencidir. O’nu asıl kendine çeken, o yıllarda yükselmekte olan devrimci gençlik eylemleridir. Çok sürmeden (Bu yöneliş, bir sürükleniş veya kendini “moda” olana kaptırmanın sonucu değil, bilinçli ve kararlı bir tercihin sonucudur.) ODTÜ’de birçok devrimci eylem içinde bulunmuştur. Benzetme yerindeyse, bu yıllar devrimci mücadele içinde O’nun “çıraklık yılları”dır.

12 Mart dönemi Fatih’in devrimci yaşamında da amatörlük dönemini kapatıp, profesyonel devrim savaşçısı döneminin kapısını araladı. 1971 yılının Ağustos’unda polisin eline geçti. Bu O’nun ilk yakalanışıydı. Ama bütün tecrübesizliğine rağmen, işkence tezgahlarının gelecekteki Fatih’ini haber verircesine, onurlu, baş eğmez ve soğukkanlıydı. O günden sonra “işkence tezgahı” ve “FATİH” adları ne zaman yan yana gelmişse, görkemli bir direniş efsanesi çıkar her seferinde karşımıza.

12 Mart, geçmişin nice “ünlü” ve “hızlı” devrimcisinin(!) soluğunu tüketir, içlerini boşaltır, “emekliliğe” ve sakin limanlar arayışına yöneltirken, O, artık kalfalık dönemini de geride bırakmış, olgun ve usta bir devrim savaşçısı olarak hedefine varmak için sabırsızlanan bir ok gibidir. Cezaevinden çıkar çıkmaz Ankara gençliğinin mücadeleleri içinde yer aldı. Aynı dönemde Ankara Bina, Ders Aletleri Yapım Merkezi, TEK, YSE, PTT, 1014 Ağır Bakım gibi çeşitli fabrika ve işyerlerinde, tabanda işçiler arasında devrimci ilişkiler kurmaya ve bunları geliştirmeye çalışırken, bir yandan da Baysan-İş, Köy YSE İş, Yeni Haber İş, Tes-İş Federasyonu içinde devrimci muhalefet hareketlerinin gelişmesi için çaba harcıyordu.

Sonra Adana’ya gitti. O yıllarda (1975), başta Adana olmak üzere Çukurova bölgesinde işçi ve emekçi kitle hareketi yığınsal bir patlamanın sancılarını yaşıyordu. Fakat ileriki yıllarda dev dalgalar halini alan bu mayalanma henüz devrimci militan bir önderlikten yoksundu.

Tüm Çukurova’da o dönemde büyük yankı yaratan ve ağaç kolunda o güne kadar bölgedeki ilk grev olan 1975’teki Mantex grevini örgütleyen ve yöneten oydu. Bunun yanı sıra, irili-ufaklı veya fiili sayılı yığınsal direniş, grev, yürüyüş, gösteri vb.nin örgütlenmesinde imzası vardı. Devrimci propaganda ve örgütlenme faaliyetlerini kırsal kesime; tarım proletaryası ve emekçi köylülük içine de uzatarak, tarım işçilerinin sendikal örgütlenmesine büyük katkılarda bulundu, birçok köyde dernek kurulmasına önayak oldu. Yoksul gecekondu semtlerinde de bir yandan halkın derneklerde örgütlenmesi için çalışırken, bir yandan da MHP’li faşistlerin birçok semtten sökülüp atılması mücadelesini bizzat yönetti.


(Yukarıdaki özgeçmiş, Haziran Yayınevi tarafından yayınlanan Direniş Ölüm Yaşam adlı kitaptan alınmıştır.)

Sosyal ağlarda paylaşın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.