Erdal Gökoğlu’ndan Evrensel Gazetesine Açık Mektup…

Evrensel Gazetesi’ne

Sayın İhsan Çaralan, Fatih Polat, A.Cihan Soylu…

MERHABA

    Sizlere o, ‘standartlarıyla’, ‘insan haklarıyla’ pek çoklarının gözlerini kamaştıran Avrupa’dan ama Türkiye hapishanelerini hiç de aratmayan Belçika Andenne Hapishanesi’nden yazıyorum.

    Bir haftadır açlık grevindeyi ; karnı aç. Sürekli başım ağrıyor. Mide bulantıları ve kramplar, halsizlik ve yorgunluk hissi hiç eksik olmuyor. Bir türlü konsantre olamıyorum, ne yatdıklarımdan ne de okuduklarımdan bir şey anlamıyorum. Halbuki daha önceleri de defalarca açlık grevi yapmış biriyim.

    Lanet olsun, hapishane karavanasında çıkan en yenilmez yemekler bile bunumda tütmeye başladı. Malum, insan aç kalınca, bir öğünü bile kaçırsa tüm derngesi bozuluyor, “öldüm, bittim…” diye mızmızlanmaya başlıyor. 

    Eskiden, insanlar açlığını bastırmak için midelerinin üzeine taş bağlayıp, işlerine öyle devam ederlermiş. Ne var ki burada, kör bir hücredeyim ; bağlayacak taş bile yok midemin üzerine.

   Ve fakat, insan açlığa da alışıyor. Her şeye rağmen midemin isteği ve isyanı değil aklımın söylediği öngörüsü galip geliyor. Yemekler tüm cazibesini yitiriyor. Zira “açlık sadece midenin boş kalması değildir, beyni beslenmeyenin midesi dolu olsa neye yarar ? En fazla işkembeden gazel okur…”  diyorum kendi kendime.

   Evet, açlığa alışıyor insan da, haksızlıklara ve adaletsizliğe bir türlü alışamıyor. Gözünün önünde, hayatın orta yerinde yaşananları unutamıyor.

   Belki de bu yüzden Türkiye hapishanelerinde –bugün itibariyle- açlıkta 230 günlerini geride bırakan iki devrimciyi, Sibel Balaç ve Gökhan Yıldırım’ı bir türlü aklımdan çıkaramıyorum.

   Sevgili Evrensel Gazetesi emekçileri, yaşları kemale ermiş, görmüş, geçirmiş Fatih Polat, İhsan Çaralan, A.Cihan Soylu…

   Koşullarım kısıtlı olsa da gazetenizi, köşe yazılarınızı takip etmeye çalışıyorum.

   Neredeyse her yazınızda işsizlikten, açlıktan-yoksulluktan, “tekçi” iktidarın baskılarından bahsediyorsunuz. Emekçi halklarımızın gündemine dahil olmaya çalışıyorsunuz. İyi de yapıyorsunuz. Fakat, bu tabloyu değiştirmek için mücadele edenlerden, bu adaletsizliklere karşı direnenlerden de ısrarla kaçıyorsunuz.

   Biliyorum, direnen devrimci kamu emekçileri, Şişli işçileri, Yüksel direnişçileri, hapishanelerde ölüme yürüyenler bu dünyada yahut sizin kapsam alanınızda değil… Yine de sağolun ; sayenizde benimi ve bedenimi kemiren açlığı, Sibel ve Gökhan’ın gün gün eriyişlerini bir nebze de olsa unutuyorum. Ama bunun için size teşekkür etmeyeceğim. Zira gerçeğe, direnenlere gözlerinizi ve sayfalarınızı kapatınca, gerçek gerçek olmaktan çıkmıyor.

   Gerçek ; 230 gündür süren bir direnişin yok sayılmasıdır. Siz gündeminize almasanız, tek satır yazmasanız da bu gerçek yok olmuyor. Bunun adı –en hafifiyle- suç ortaklığıdır.

   Tamam, direnenlerin direniş biçimlerini-yöntemlerini doğru bulmayabilirsiniz. Hatta “yaşam hakkı kutsaldır” diyerek, güya Sibel ve Gökhan’ın ölümlerine karşı çıkıyor gibi görünebilirsiniz.Hiç kuşku yok ki, Sibel ve Gökhan da en az sizler kadar çok istiyordur yaşamayı. Ama siz “yaşam hakkı” için de, onları yaşatmak için de hiç bir şey yapmıyorsunuz. Sadece susuyorsunuz. Yok mu söyleyecek bir çift sözünüz ?

   Siyasi kimliğinizi, gazeteciliğinizi, hatta “çantada keklik” olmadığınızı da biliyorum. Zaten yazma nedenim de bunları tartışmak değil. Ama yeri gelmişken bi-hakkı teslim etmem gerek : Evrensel yayınlarından çıkardığınız çok güzel ve yararlı çeviri kitaplarınız oldu. Şimdi onlardan birini okuyorum. Doğrusu, bu kitapların sizin yayınevinizden çıktığına da bir türlü anlam veremiyorum. Misal : Galina Serebryakova’nın “Ateşi Çalmak” kitabı !  Belki siz unutmuş veya o günün koşullarında, yayınlarken üzerinde durmamış olabilirsiniz. Zira bu kitabın kahramanları, dünyayı yorumlamak değil değiştirmek ve bunun için savaşmak gerektiğini söylüyor.

   Neyse, derdim bunlar da değil. Bu güzel, tarihi romanın 5. cildinden aktaracağım bazı alıntılarının bana tercüman olacağı düşüncesindeyim. Gelin, bir kez de birlikte okuyalım :

  “İnsan her şeyini kaybedebilir ama özsaygısını asla”

  “Mahkumların maruz kaldığı çok sayıda ağır muamele vardı : Zincire vurulma, el arabasına bağlanma, açlıktan, ışıksızlık ve havasızlıktan ağır ağır ölüm. Ama hiç bir şey, insan onurunu ayaklar altına alan fiziksel cezalarla kıyaslanamazdı. Kara mahkumları dayakla dövülmektense intiharı yeğliyordu. İnsan herşeyini kaybedebilir ama özsaygısını asla.” (Ateşi Çalmak, 5. Cilt, syf : 202)

   Tarih : 19. yüzyılın son çeyreği. Yani yaklaşık 150 yıl önce ! Yer : Çarlık Rusyası. Sosyalistlere karşı başlatılan yok etme, imha operasyonları tüm hızıyla sürüyor ; Yüzlerce devrimci ya darağaçlarında yada kürek mahkumu olarak götürüldükleri Sibirya’daki kamplarda yavaş yavaş can veriyordu…

   “Bir asker gibi dimdik duran, kindar bakışlı Baron Korf, hapishaneye girerken beyaz eldivenlerini takarak bu tür yerlerden tiksintisini vurgulamış oldu ; soluk yüzü rengindeydi.

   ‘Bu çiçekler de neyin nesi ? Tüh !’ diyerek suratını kırıştırdı Baron Korf. ‘Burada devlete karşı suç işlemiş olanların yattığını unutmamak gerekir. Onlara öyle bir ortam yaratılmalıdır ki bu suçu sürekli hissetsinler.(…) Onlar imparatorluğumuzun kutsal şahsiyetine karşı baş kaldırmış olan vatan hainleridir.’

   Kürek mahkumları hapishanesinin komutanı ona hak verir bir tavırla başını sallıyordu.

   Baron Korf çenesine doğru sarkık, kurumuş dudaklarını açarak kadın koğuşlarından birine girdi ve sinsi bakışlarını duvarın dibinde ayakta duran kadınların üzerine gezdirdi. Daha sonra dışarı ve avluda mahiyetindekilerin yanında taburede oturan bir kadın gördü. Kavalevskaya iktidara itaatsizliği ile arkadaşlarını güç duruma düşürmemek için farkedilmeyeceğini düşünerek hapishane binasından dışarı çıkmıştı. Ama tam tersi oldu. Hapishane komutanı,

 ‘ayağa kalk !’ diye bağırdı.

 Ama mahkum kımıldamadı bile. Başını geriye doğru atarak doğrudan Vali’ye baktı. Gözleri birer bıçak gibi tek bir noktaya kiltlenmişti. Zehirli bakışının özelliğini bilen Baron Korf, bu zayıf genç kadının cesareti karşısında donakaldı.

 ‘Ayağa kalk !’ diye bağırdı bir kaç erkek sesi. ‘Karşınızda bizzat vali duruyor. Ayağa kalkmak zorundasınız !’

 Hükümlü yerinden kımıldamadı ve her sözcüğün üzerine basa basa :

‘Ben buraya sizin hükümetinizi tanımadığım için gönderildim ve onun temsilcileri önünde ayağa kalkmam.’

Baron eldivenli elini yukarı kaldırdı ancak güçlükle kendine hakim olarak parmaklarını oynata oynata indirdi. ‘Onu kasaturayla kaldırın !’ diye haykırdı. (…)”

Ayna günün gecesi, hapishane komutanı ve jandarmalar Kovalvskaya’nın bulunduğu koğuşa girerek onu yataktan kaldırdılar, battaniyeye sardılar ve ağzını bir elbise parçasıyla kapatarak, diğer tutsakların karşı koymalarına aldırmadan alıp götürdüler. Zorla soyup, üzerine “karo papazı” resmi olan kürek mahkumu elbisesini giydirdiler. Ve yeniden bağlayıp Verhnoudinsk Kalesi’ne götürüp “3 No’lu” özel hücreye koydular. Gneç kadın artık bu numarayla anılacaktı ve onun akıbetini Baron Korf ve onun görevlendirdikleri dışında kimse bilmeyecekti. 

   Korf, intikamını almıştı ! Ancak Kovalevskaya’nın götürülüşünü ve yaşananları hapishanede tutsakların kutsal saydığı değerlere bir saldırıydı ve onurları çiğnenmişti. Bu keyfi ve insanlık dışı muamele fitili ateşleyen bir kıvılcım oldu. Siyasal kürek mahkumları birbirlerinden güç alarak direnişe geçtiler :  Komutanın görevden alınması ve soruşturma başlatılması için açlık grevine başladılar.

  Açlık grevindeki tutsakların durumu gün geçtikçe kötüleşiyordu ; Doktor durumu Vali’ye bildirmişti…

 “Onların yemek yemeleri yada yememeleri yöntem açısından farketmez. Önemli olan, onlara hergün yemek götürülmesidir,” diyordu Vali.

      Komutan görevinin başında kaldı. Tutsakların tüm taleplerini red ettiler. Ve direnen tutsakların bir kısmını da başka hapishaneye sürgün ettiler…

     Lopatin de Çar’ın despot yöntemlerini rededen, yaptıkları eylemleri ve verdikleri mücadelenin meşruluğunu savunan bir devrimciydi :

 “Hermann Lopatin Şlisselburg kalesinde ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. Artık onun kendi adı yoktu. O günden sonra devlete karşı suç işlemiş birisi olarak, tek kişilik hücresinin numarası olar ‘27’ ile anılacaktı…

    Nadejda, Sibirya’ya yeni gelen kafilenin içindeydi. Ve Lopatin’in dava arkadaşıydı.

   “Nadejda Sigida, Kovalevskaya’nın başına gelenleri öğrenince tanımadığı bir kadının onuruna dokunulmasının öcünü almaya karar verdi… Bu baskı altında yaşanır mı ? Kötülüğe boyun eğmiyorum ve sağ yanağa tokatı yedikten sonra sol yanağı uzatmanın ne  demek olduğunu anlamıyorum.” diyordu.

    Anna Pavlovna Bah, dört çocuk annesi, zengin bir tüccarın karısıydı. Ama aynı zamanda illegal “Halkın Özgürlüğü Partisi” üyesi ve partinin kasasıydı. Çar’a suikast davasından yargılanmış, iki arkadaşı idam edilmiş ama onun eylemle bağlantısı kurulamamıştı. Geldiği çevre itibari ile de kimse ondan şüphelenmiyordu. Fakat bir süre sonra faaliyetleri ortaya çıkmış, ülkesini terk etmek zorunda kalmıştı. Gittiği Avrupa ülkelerinde de devrimci faaliyetlerine devam eder. Çıkardıkları yayınları ülkeye sokarken yakalanır…

     Anna buraya getirilen son kürek mahkumlarındandı. Yeni gelen arkadaşına :

    “Ama bizi hapishanede isyana itmenin altında bir kurnazlık yatıyor olmasın ? Biz burada güçsüzüz. Korf da Kara’yla hesaplaşmak istiyor.” diyerek akıl veriyordu.

    “Varsın öyle olsun ! Ya ben intihara bile bile gidiyorsam ? Ne olacak ki ? Yalnızca yakınlarıma acıyorum, kendime zerre kadar acımıyorum. Kaybedecek neyimiz var ? Bu kardeş mezarlığını mı yitiririz ? Binlerce porsiyon çorbayı ve lapayı mı ? Nerede olursak olalım savaşım vermeliyiz. Düşüncelerimiz için öldürülen yoldaşlarımız için mücadele etmeliyiz. Onlar darağaçlarından bizi öç almaya çağırıyorlar. Benim sloganım toprağın hem üstünde hem de altında kavga vermek, şerefimizi ve insanlık onurumuzu sonuna dek korumaktır.

   Anna ağır ağır Sigida’nın gerçeklerine teslim oluyordu.

  ‘Galiba haklısın.’ Uğruna bu kadar kurban verilen sosyalizm bir ideal değil yalnızca. Bundan da öte, darağaçlarında ve zindanlarda yitirdiklerimizin işkenceli ölümleriyle kutsallaşmış inancımız.

  ‘evet, evet !’ diye haykırdı Nadejda, onun yeryüzünün sıradan nimetlerinden tümüyle arınmış yüz ifadesi Anna’yı şaşırttı. ‘Geri adım atamayız, savaşçıların kanlarıyla sulanmış bayrağa ihanet edemeyiz, hiç bir şeyi bağışlayamayız. Anlıyor musun, hiçbir şeyi ! Geri adım atmak ihanet etmek küçük tavizlerle başlar.(…)”

   Anna hak veriyordu arkadaşına ama hala tereddütleri vardı : “Doğrusu ne diyeceğimi bilemiyorum. Ama Masyukovlar ve Korflar için ölmeye değer mi ? Yaşamını daha değerli şeylere ada, çünkü o bizde bir tane” diyerek Sigida’yı vazgeçirmeye çalışıyordu.

  Sigida, Masyukov’u vurup süreci hızlandırmak isitiyordu. Bu eyleme karar verirken uzun uzun düşünmüştü. Üstelik aptal aşağılık yönetimin her emrini uygulayan karektersiz Masyukov’a karşı kişisel hiç bir düşmanlığı da yoktu.

  “Masyukov herhangi bir iyilik yada yapmaya yetenekli değildi ; Mahkumlara karşı tümüyle kayıtsızdı. Ama Sigida, Masyukov’u başkaları için bir şekilde hesaplaşmak istediği iktidarın bir simgesi olarak görüyordu…”

   Sigida’nın eylemini duyan kadın hapishanesi istim üstündeydi. Tutsakların hiçbirisi de  bundan sadece Nadejda Sigida Konstantinovna’nın sorumlu olmasını istemiyordu. Çünkü Masyukov’un görevden alınması mücadelesi, Sigida’nın buraya getirilmeden önce başlamıştı…

   Tüm tutsakların önünde kırbaçlanan ve ağır işkencelere maruz kalan Sigida’yı sürükleyerek getirip koğuşun ortasına atmışlardı. Başında toplaşan ve Sigida’nı ipince, çocuksu elini tutan arkadaşları ; “Yaşamın kendisinden daha da önemli olan ve insanı insan yapan bir olgu vardır ; Bu da kendi onurunun farkında olmaktır.diye düşünüyorlardı.

  Ve “intihar” fikri tutsakların hepsinde aynı anda belirmişti :

   “Nadejda Konstantinovna o kadar zayıftı ve sırtındaki yaralar öylesine katlanmaz acılar veriyordu ki ancak morfinle kendisine geldi ve biraz rahatladı.

  ‘Hoşçakalın Yoldaşlar ! Artık özgürüm,’ dedi zor duyulur bir sesle. Kovalevskaya, kaç gündür susuzluk çeken ve sonunda suya kavuşan bir insan gibi zehir dolu bardağı dudaklarına götürdü. Zehirlenen üçüncü kişi Anna oldu ; Onu Kalyujnaya ve Smimitskaya izledi. (…)

  Yüksek dozda morfin alan Anna tehlike sınırının dışında olan tek kişiydi. Ölmeyip, iyileşmekte olduğunun farkına vardıkça, hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bir an önce ölmeyi o kadar çok istiyordu ki… Yaşam, işkenceden daha da korkunç olmuştu. Kalyujnaya ve Simimitskaya’nın düşünceleri berraklığını koruyordu ve zehir onları ateş gibi yakmasına karşın panzehir ve su içmeyi reddediyorlardı. Kalyujnaya’nın sabrı sona erip inlemeye başlayınca, Simimitskaya hasta bakıcının yardımıyla sürünerek akrabasına yaklaştı ve o ebedi huzura kavuşuncaya dek, onu oyalamaya koyuldu. En son ölen 25 yaşındaki Smimitskaya oldu.

  Yine aynı günlerde yarı serbest mahkumlardan bir öğrenci kendisini vurdu ve erkek siyasi kürek mahkumları hapishanesinde kitlesel intihar teşebbüsleri başladı. Koğuşlardan birinde, şarkı söylemek olarak belirlenen bir sinyal üzerine akşam yoklamasından sonra çok sayıda tutsak zehir içti…”

(Ateşi Çalmak, Cilt : 5, Sayfa : 193-202)

   Hiç kuşkusuz devrimci tutsaklar “intihar”ı çaresizliğin değil bir direnme silahı olarak seçmişlerdi. Ve iktidarı, tutsaklara yönelik baskı ve işkencelerine son vermeye zorlamıştı. Onlarca tutsak hayatını kaybetti. Ama özel siyasi kürek mahkumları hapishanesini de kapattırmışlar, devrimci onurlarını ve siyasi kimliklerini korumuşlardı…

     Sayın Polat, Çaralan, Soylu ;

    Alıntılardan da anlaşılacağı üzere, devrimci tutsaklar bundan yaklaşık 150 yıl önce de kendilerine özsaygılarını, inanç ve iddialarını yitirmemek ve onurlu yaşamak için ölüme yürüyorlardı…

    Bugün Sibel ve Gökhan’ın yaptıkları da daha azı değill

    Özetleyecek olursam :

    Evet, siz, devrimci hatta komunist olduğunuzu ve “gazetecilik” yaptığınızı iddia ediyorsunuz. Doğrudur, komunistliğinizi ve daha başka vasıflarınızı tartışacak değilim. Hatta şu “keklik” kompleksinizden de çıkın artık. Zira keklik, -ister “çantada”, ister kafeste, isterse engin bir vadide olsun-  aslında, kendi kanına ihanet eden bir hayvandır. Kendinizi onlara benzetmeyin.

   Ben size “gazetecilik” kimliğinizden mütevellit kimliğinizden yazıyorum. Ki sadece gazeteci olmanız bile, size pek çok sorumluluk yüklemektedir.

   Peki, siz ne yapıyorsunuz ? 230 gündür neden susuyorsunuz ?

   Suç ortaklığınız daha ne kadar sürecek ?

   Unutmayın ;

   Sibel ve Gökhan’ın uğruna canlarını ortaya koyduğu ADALET talebi, tüm halklarımızın en temel ihtiyacı ve özlemidir.

    Ve bilin ki, bundan 150 yıl sonra da Sibirya’da direnen-ölen kürek mahkumları ve Sibeller Gökhanlar hatırlanmaya devam edecektir. Ya siz ?

10.08.2022

Belçika-Andenne Hapishanesi

Erdal Gökoğlu

Sosyal ağlarda paylaşın