AYTAÇ ÜNSAL, EBRU TİMTİK’İ ANLATIYOR- 1

Sevgili Dostlarım, Canım Türkiye Halkları, Aynı Karından Doğmadığım Kardeşlerim,

 Nazım Usta’nın dediği gibi : “Bizi esir ettiler / bizi hapse attılar /beni duvarların içinde / seni duvarların dışında “

 Bundandır uzun süredir mektuplarla buluşmamız. Ellerinizi tutup gözlerinizin içine bakarak dizdize sohbet edeceğimiz günlere kadar da sözçüklerle buluşacağız.

 Direniş sürecinde size hikayemi anlatmıştım.

 Bu kez ise Av. Ebru Timtik’i anlatacağım.

 Evet doğru bildiniz. O avukat . Zaten unutmak mümkün mü ? Hepimizin ablası , kardeşi , arkadaşı , can dostu ve avukatı. Anadolu topraklarının yeni adalet tanrıçası.

  Yıl 2011 , henüz hukuk fakültesi 4. sınıf öğrencisiyim. Aynı zamanda Halkın Hukuk Bürosu’nun öğrencilerinden biriyim.

  Yaz ayındayız. Ankara’daki avukat arkadaşlarla beraber İstanbul’a gittik.

  Önceki tarihlerde de gelmiş olduğum bu güzelim şehre şimdi başka bir gözle bakıyorum. Hatta ilk kez dikkat ediyorum diyebilirim. Boğaz, Hisar, maviş marmara.. İlk kez gerçekten ilgileniyorum onlarla. Çünkü bu sefer İstanbul’a gelişimin esaslı bir anlamı var.

  Önceden üniversitenin yoz eğlence etkinlikleri için gelmiştim. Neyin ne olduğu göremiyordum. İstanbul’u da göremiyordum. O zaman İstanbul, kişisel keyfim için bir araçtı. Sanki şimdi İstanbul’un kendisi içinde geliyorum bu kente. “Yav abartıyorsun . Güzel söz söylemek için edebiyat yapıyorsun.” demeyin , çünkü bu gercek.

  Hapishanede öldürülen Engin ÇEBER’in davasının duruşmasına katılmak için geliyorum. İstanbul’a gidişimle ilgili şöyle düşünüyorum; “Engin bizim için öldü. Engin’i sahiplenmek hepimizi sahiplenmektir.” “Hepimiz” in içine İstanbul da giriyor.

  Anlamsızlık ve anlam , bu iki karşıtlık, bambaşka iki yaşam yaratıyor. Birinde kuru bir yaprak gibisin, nereye gideceğini, savrulacağını bilmiyorsun. Diğerinde sen rüzgar oluyorsun. Nereye eseceğine sen karar veriyorsun. Belki bundandır daha önce bana yoğun stres veren İstanbul’un kalabalığından bu sefer hoşlanıyorum.

  Duruşmadan 1 gün önce İstanbul’a geldik. Bir gece belki daha fazla kalacağız.

  İnandığım ve güvendiğim bir yolda ilerliyorum. Böyle hissediyorum.

  Hukuk fakültesine girdiğimde içimde bir mide bulantısı vardı. Taş kırmaya zorlanan eski zaman mahkumları gibi hissediyordum kendimi. Annem ve babam hukuka girmem için arkamdan ittirdiler. Sanki kapıdan içeri zorla soktular. Yanlış anlamayın bu bir baskı veya zorlama değildi. Sadece onlar istediler bende onların isteklerine uydum.

  Fakat hakim olan annemden dolayı tanımıştım yargı sistemini. Mahkeme kürsüsünün altındaki boşluk oyun alanım olmuştu. İnsanın gözünün içine bakamayan, gözlerinin ışıltısı sönmüş sizinle gerçek anlamda ilgilenmeyen, mutsuz, hakim ve savcı gurubunu, bu gri insanları hiç sevmemiştim. Tek tük tanıdığım avukatlar ise gözümün önünde elinde çantalarıyla evlere girmeye çalışan sahtekar satıcıları canlandırıyordu. Adliye benim için mide bulantısı demekti. Sevmiyordum bu dünyayı.

  Sporla, üniversite döneminde de edebiyatla ilgileniyordum. Ne yapacağıma dair arayışım sürüyordu. Fakat üniverstede vaaz veren papaz kılıklı akademisyenleri görünce kararım kesinleşmişti, hukukçu olmayacaktım.

  Ta ki Halkın Hukuk Bürosu’nu tanıyana kadar. Bir gün televizyonda Av. Selçuk Kozağaçlı’yı izledim . Bu koca bıyıklı adam çok farklıydı. Daha önce yüzlerce kez gördüğüm hakim, savcı amcalar teyzeler gibi lafı eğip bükmüyordu. Gerçeği gizlemek için saçmalamıyordu. Gerçeğin sözleriyle konuşuyordu.

  Hakikat buz kıran gibidir. Çarptıkça nice buz dağlarını yerle bir eder. Benim de beynimdeki koca koca buz dağları çatırdıyordu. Şaşırmıştım . Kimdi bu? Hangi cüretle böyle konuşabiliyordu? Neye güveniyordu?

  Teknolojiyi kullandım, internet sitelerinden vidolarını izledim. Eylemlerde konuşuyordu, panellere katılmıştı, işçilerin yanındaydı, hapishane önlerindeydi. Her yerdeydi bu avukat. Ve onun gibi olunmalıydı. Yüreğim böyle diyordu.

  Kararımı vermiştim. Facebook’tan mesaj yazdım; Selçuk abi sizinle tanışmak istiyorum. Tabi görüşelim, cevabı geldi. Çok sevinmiştim. Heyecanla gitmiştim. Daha önce örnekleriyle pek karşılaşmadığım bir insan karşımda duruyordu.

  Onun yüreği kocamandır. Halktan herkese yer vardır o yürekte. Beni de öyle karşıladı. Sanki abimdi, babamdı, amcamdı, arkadaşımdı. Yoğun bir sıcaklık hissettim. Sanki onu yıllardır tanıyordum. Bam güm konuya girdim.

  “Abi ben sizin, büronuzu araştırdım. Karar verdim. Büronuzda çalışmaya başlayacağım.”

Sanki önemli olan benim kararımdı.

  Tabii karşımda şaşkınlık vardı ” Ehmm.. He he he, heyecanın çok güzel tabi. Ama önce birbirimizi tanıyalım. Sen bizi tanı. Biz seni tanıyalım. Haftanın belli günleri gelmeye başlarsın tanışırız olur mu?”

  Bu benim için teferruattı. Bence çoktan olmuştu bu iş. “Evet tabi tabi” dedim. O an içimde hissetmiştim. Bu insanlar gözüm kapalı arkasından gideceğim insanlardı. Sonra yan yana yürümeye başladık. Ve birlikte gözümüz kapalı ölüme yürüdüğümüz insanlar oldular.

  Arkalarından yürümeye başlamıştım işte. Onlar Engin ÇEBER davasını takip ediyorlardı. Ben de dosyayı takip etmeye İstanbul’a gelmiştim.

  Arabamız Kağıthane’nin Hürriyet Mahallesi taraflarına girdi. Alüminyumcular, doğramacılar.. Demir kesme sesleri, sıcak hava , dar sokaklar. Sonunda aracımız bir alüminyumcunun önünde durdu . Üst kattaki Halkın Hukuk Bürosu’na gidecektik.

  Ofisin kapısı açıldı. Kıvırcık gibi dalgalı saçlı hafif tombul genç bir kadın karşımızda. “Hoşgeldiniz” diyor. Kocaman kara gözleri gülüyor.

  “Ben Ebru” diye elini uzatıyor. Sıkıyorum bu eli. 27 Ağustos 2020’de toprağa düşene kadar da hiç bırakmayacağım.

  Şu anda bu el hala avucumun içinde hala yüreğimin üstünde duruyor.

 Bu insanların gönlü yüzlerinde. Yürekleri ellerinde. Böyle içtenlik başımı döndürüyor sanki. Gözlemeye başlıyorum.

  Çocukluğumdan beri öyle yaparım. Gözlerim dünyayı, insanları. Tek çocuktum. Sık sık yanlız kalırdım. Belki bu durum beni dış dünyaya bir meraka yönlendirdi.

  İzliyorum bu insanları. Ebru sık sık kafasını yana eğerek dinliyor. Işıl ışıl gözleriyle bazen, yere bakıp dalıyor gibi oluyor. Sonra kafasını kaldırıp sakin sakin tatlı tatlı konuşmaya başlıyor. Konuşma sırasında ara ara bir “çocuk gibi” gülüyor. 32 dişi bembeyaz parıldıyor. Kahkahası yavaş yavaş yükseliyor. Çoşkusu insanın yüreğini harekete geçiriyor.

  “Ne biçim avukat bunlar?” veya “Bunlar avukat mı?”

  Burnundan kıl aldırmayan, soğuk, araya mesafe koyduğunu hissetiren insanlara hiç benzemiyordu.

  Sorularıyla, ilgisiyle etrafımı çeviriyor. “Ne kadar meraklı” diye geçiriyorum içimden.

  Sonra ilgi benim üzerimden kayıyor. Yine arada tanıştığım avukat arkadaşlardan Oya, Barkın ve Behiç abiyle aralarında sohbete başlıyorlar. Dikkatle izliyorum onları.

  “Ne biçim avukat bunlar?” veya “Bunlar avukat mı?” soruları aklıma üşüşüyor. Çünkü yaşamda gördüğüm kasıntı, kendini farklı göstermek için pozlara giren, insana yukardan bakan avukatlarla en ufak ilgileri yok. Sorgulamam devam ediyor; peki bu arkadaşlar avukatsa diğerleri nedir, fark çok açık .

  Engin ÇEBER’in duruşmasında da izledim onları. Ebru ablanın salona nasıl hakim olduğuna şaşırıyorum. “Ehhmm sayın yargıç, tanığa bir sorum olacaktı.” diyerek pozlar ata ata mahkeme solununda volta atan Hollywood’un avukat tiplemeleri halt etmiş. Onlar biçimsel gösteriler yaparlar. Fakat mahkemenin otoritesiyle bir sorunları yoktur. Yaptıkları şovdan ibarettir.

  Oysa hak savunması her zaman mahkemenin statülerini zorlamayı gerektirir. Bu da tartışma ve çatışma demektir.

  Ebru Abla bunu yapıyor. Tiyatral bir tarzı var. Savunma yaparken şiir okuyor, özlü sözler söylüyor. Epik bir tiyatro gibi. Anlatımıyla mahkemenin ve orda bulunan herkesin üstünde bir hakimiyet kuruyor. Bilincimde yer eden Av.Selçuk Kozağaçlı’nın televizyon konuşmaları bir üst aşamaya geçiyor. Etkileniyorum.

  Başarılı bir ceza avukatı. Onun da ötesinde halkın avukatı. Duruşmadan sonra Engin ÇEBER’in arkadaşları, halktan insanlar adliyenin önünde bekliyor. Kalabalık bir basın açıklaması yapılıyor. En önlerinde Ebru Abla konuşuyor. Sanki halk onu sözcüsü seçmiş gibi. Öyle görüyorum.

  Bu gördüklerimde beni etkileyen bir şey daha var. Büroda erkek avukatlar da var. Fakat kadınlar daha önde. Hem de üniversitedeyken gördüğüm bazı sol gruplarda olduğu gibi sahte de değil bu durum. Onlar güya kadına “pozitif ayrımcılık” yapıp kadının önünden çekildiklerini iddia ederler. Oysa yaptıkları bu görünüm altında erkek egemen kültürü yaşatmaktır. Kadın yine bir meta olarak görürler. Aslında bakış açıları kadının aciz konuma getirilmesidir.

  Burada ise kadın doğallığında kendi bileğinin hakkıyla öne çıkmış durumda . Ebru Abla da bu konuda hassas. Onu tanıdığım 9 yıl boyunca hep bu yanını gördüm.

  Engin ÇEBER duruşmasına katıldığım aynı senenin yazında hep birlikte Burhaniye Akçay’da tatile gittik.

  Ebru Abla yine kafasını sağa sola yatırarak beni dinliyor, konuşmamı, görüşlerimi açıklamamı istiyordu. Hep çevremdeydi.

  Yaz kampındayken bir gün basketbol potalarını gören Ebru abla “Haydi beraber basketbol oynayalım.” demişti. Benim basketbol oynadığımı biliyordu. Muhtemelen bunun için istemişti. Çünkü o insanların yeteneklerinin önünü açmaya çalışır. İnsanı değerli hissettirirdi.

  Benim dışında basketbol oynamayı bilen pek yoktu. Birkaç erkek arkadaştık aramızdaki tek kadın Ebru ablaydı.

  Başlangıçta öyle yavaş yavaş paslaştığımız aman aman üstüne düşmediğimiz bir oyundu. Ben Ebru Ablayla aynı takımdaydım. Karşımızda ise avukat arkadaşlar Özgür Abi, Süleyman ve Engin vardı.

Avukat Ebru Timtik'in ölümünün ardından büyük tepki |

  Özgür Abinin oyunlarında tatlı bir yarışmacı yönü vardır. Bir de özel olarak Ebru Ablayı kızdırmayı severdi.

  Oyun ilerledikçe Ebru Ablayı tahrik etmeye başladı. ” Ebru sen şimdi beceremezsin bu oyunu, bir de kadınlar basketbolu bizim kadar iyi oynayamıyor.” demeye başladı. Bunlar Özgür Abinin gerçek düşünceleri değildi. Tamamen Ebru Ablayı harekete geçirmek için söylüyordu.

  Öyle de oldu. O ince sakin kadının içinden sanki bir anda canavar çıktı. Japon animelerindeki çizgi film karakterleri gibi “Hiiyaa!!” diye bağırarak topa koşmaya başladı. Rakip takımın elindeki topa yukardan aşağı kolunu balyoz gibi indirerek eliyle vurmaya başladı. Bedeniyle topu korumaya çalışanları da güreşçi gibi bellerinden tutup sağa sola savuruyordu.

  Önce gözlerim kocaman açılmış öylece izliyordum. İlk şaşkınlık geçtikten sonra ise kahkahalarla gülmeye başladım kahkahalarla gülerken ağzımdan sözcükler güç bela çıkıyor:

–          Ebru Ablaa… Ne ne yapıyorsun”?

 Gözümden yaşlar geliyor. Bu arada Ebru abla topu ele geçirmiş , bir gülle gibi topu çemberden sokana kadar potaya fırlatıyor.

  “Ebru Ablaa derken şaşkınlığımı ve kahkahalarımı duyunca o da kahkahalarla gülmeye başlıyor. Çok içten bir gülüş. Arada gülerken nefessiz kalıyor. Soluklanıyor. Büyük bir nefes alıyor. Gözlerinden yaşlar geliyor. Hepimiz karnımız ağrıyana kadar gülüyoruz.

  Düşünüyorum en son ne zaman böyle gülmüştüm. Öyle kasılarak ağzının kenerıyla sahte gülücükler değil ama . Hani derler ya harbi, samimi gülüşler. En son çocukluk arkadaşlarımla böyle gülmüştüm belki.

  Ebru Ablanın yaptığı “eylem” yarı şakaydı. Aslında bir şey anlatıyordu Ebru Abla. Erkek olarak fiziki üstünlüğünüze mi güveniyorsunuz ? Alın o zaman o üstünlüğü de alaşağı etmesini biliriz diyordu.

  Kadının ezilmesi ve sömürülmesi konusunda çok hassastı. Trafikte erkeklerin üstünlük taslayan “erkeklik” gösterilerine sert tepkiler verirdi.

  Sakin ve anlayışlı kadının o halde çıktığı belli anlar vardır. Birisi halka düşman olanların halkı ezmeye çalıştığı yerlerdi diğeri de kadının aşağılanması.

  Ebru Abla iyi araba kullanırdı. Tabi bu iyiyi tırnak içine alabiliriz. Çünkü birçok kez arabanın sağını solunu duvarlara sürtmüştür. Yan aynaları çarpa çarpa sökülecek hale getirmiştir.

  Fakat oldukça özgüvenli olduğunu söyleyebiliriz. Aslında bu da temelini kadının araba kullanamadığı ezberine duyduğu tepkiden alıyordu.

  O kadar özgüvenliydi ki (!) bir gece karakolda yaptığımız gözaltı takibinden dönüyorduk. Saat 3 ya da 4’tü. Özellikle akşam saatlerinde gerçekleşen gözaltıların işlemleri böyle geceye sarkabiliyordu. Çoğu zamanda gece büroya döndüğümüzde büronun etrafında park edecek yer bulamıyorduk.

  Böyle park yeri ararken bir yer Ebru Ablanın gözüne çarptı.

–          Aa bak buldum buraya park edebiliriz ne dersin? İki arabanın arasını gösteriyor. Ara oldukça dar . Araba girerse de milim boşluk kalmadan konulabilir.

–          Burası zor bir yer park eebileceğine emin misin? sorum sadece Ebru ablanın isteğini artırıyor

–          Bir deneyelim bence olacak.

  Denemeye başlıyoruz. Arabadan indim. Arkasından “gel gel” yapıyorum. Gel gel dedikten sonra dur dur’larımı duymuyor. Gelmeye devam ediyor. Arabanın arka tamponuyla arkadaki arabanın plakasına dokunmaya başlıyor.

  Öne doğru gidip müdahale edince duruyor.

–          Acaba başka yere mi baksak Ebru abla?

–          Olacak olacak.

  Tekrar geliyor, yeniden dokunduruyor. Resmen arkadaki arabayı ite ite kendine yer açtı.

-Ablacım sen ne yapıyorsun ? !

  Son olarak öndeki arabayı da plakasına dokunup hafif ittikten sonra daracık yere park etmiş oldu.

     – Gördün mü bak oldu işte.

    – Sen buna oldu mu diyorsun? dedikten sonra gözlerimiz yine gülmekten yaşarıyor.

Av. Aytaç Ünsal

Sosyal ağlarda paylaşın