Tecrit ve Direniş

“Üzerimizde giysilerimiz vardı ve onlar yanmamıştı. Ama altında etlerimiz yanmış, pul pul dökülüyordu.” 

19 Aralık 2000 Hapishaneler Katliamı’nı 

UNUTMAYACAĞIZ!

DİRİ DİRİ YAKTILAR!

UNUTMAYACAĞIZ!

Evet tam böyle haykırıyorlardı tüm dünya tanık oldu televizyonlarda  “DİRİ DİRİ YAKTILAR BİZİ!”  diye haykırıyorlardı devrimci tutsaklar.

Görüntülerde o acı manzara yanmış – sarkan – et parçaları,  asla silinmeyecek gözlerimizden. 

19 Aralık 2000 tarihinde gerçekleştirilen bu vahşetin öncesi ve sonrası var. Büyük bir direniş var önünde ve ardında. Tam yedi yıl süren büyük bir direniş yaşandı bu topraklarda. Hiç abartısız, herkesin tartışmasız teslim edeceği gibi, dünyada eşi benzeri görülmemiş bir direnişti bu. 2000-2007’ye kadar sürmüştü. 

7 yıl sürmesinden 122 şehit verilmesine kadar, her şey olağanüstüydü ve o güne kadarki hemen tüm ölçülerin ötesinde cereyan eden bir direnişti.

Böyle bir direnişin 7 yıl sürmesinde, 122 şehit verilmesine rağmen devam edilmesinde, hiç kuşku yok ki, hem karşı-devrim cephesinden, hem direniş cephesinden son derece önemli, hatta hayati nedenlerin olması gerekir.

Böyle bir neden de vardı elbette. Bu nedenin adı, tek kelimeyle söylemek gerekirse TECRİT’ti.

Tüm saldırılara rağmen, büyük bedeller ödenerek, büyük bir iddia ve kararlılıkla sürdürülen direniş, hiç kuşku yok ki, tüm dünya halkları için, emperyalizme faşizme karşı direnmek diye bir sorunu olan herkes için tarihi dersler ve tecrübelerle doludur.

Emperyalizmin dünya halkları üzerindeki kuşatmasını ve bu kuşatmada Türkiye oligarşisine biçilen rolü görmeden, neden direnilmesi gerektiği, bu kadar büyük bedellerin göze alınmasının zorunluluğu kavranamaz.

Amerikan ve Avrupa emperyalizmi, bölge ve dünya politikalarında Türkiye’ye belli roller biçmektedirler. İşbirlikçi oligarşi, soygun ve safahatını sürdürmek istemektedir. Dolayısıyla, emperyalizmin ve işbirlikçilerinin amaçlarının gerçekleşebilmesinin koşullarından biri ve aslında ilki, Türkiye halklarının devrimci dinamiklerini yok etmektir.

Bu dinamiklerin içinde kuşkusuz devrimci hareket özel olarak öncelikli hedeftir. Böyle olmasında devrimci hareketin onlarca yıllık tarihinin ortaya koyduğu ideolojik sağlamlık, politikasındaki kararlılık ve özel olarak da belli bir tarihi süreçteki tavrı en önemli nedenlerdir. Sosyalist sistemin yıkılmasıyla tüm dünyada reformizm, teslimiyetçilik, uzlaşmacılık rüzgarları eserken, devrimci hareket bu rüzgarların önünde eğilmemiş ve sürüklenmemiştir. Tam tersine bu süreçte emperyalizme ve oligarşiye karşı mücadelesini atılımlarla büyütmüştür. İşte bunun için dünya çapında bir örnektir devrimci hareket; dolayısıyla emperyalizm cenahından da “dünya çapında” örnek olmasına son vermek için yok edilmesi gereken bir harekettir.

Sonuçta elbette hedeflenen bir bütün olarak tüm anti-emperyalist, anti-oligarşik güçlerdir, ve tüm soldur.

Emperyalizme ve işbirlikçilerine göre; ne pahasına olursa olsun devrimciler fiziki, ideolojik ve örgütsel olarak yok edilmelidir. Türkiye topraklarından devrim umudu silinmelidir.

İşte F Tipi hapishaneler ve tecrit politikası bu amaç doğrultusunda gündeme getirilmiştir. Hücreler ve tecrit statüsü, oligarşinin elindeki en güçlü silahlardan biridir. Öyle ki, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde ilerici, devrimci hareketlerin tasfiyesi, bu politikayla sağlanabilmiştir.

Niyetler, hesaplar:

Türkiye oligarşisi de aynı politikalarla aynı sonucu almayı düşünmektedir. Tecritin uygulanması ve bundan istenilen sonucun alınması, onlar açısından stratejik önemdeydi.

Devrimci tutsaklar, 20 yıldır, 12 Eylül 1980 cuntasından bu yana faşizmin her türlü saldırılarına rağmen teslim alınamamış, örgütlü yaşamlarıyla, direnişleriyle halk için önemli bir güç ve moral değeri olmuşlardır.

Devrimci tutsaklar, F Tiplerine atılarak örgütlülükleri dağıtılacak ve tecrit altında yalnızlaştırılarak, umutsuzlaştırılarak, iradeleri kırılarak teslim alınacaklardır.

Ve böylece, halkın öncülerinin teslim alındığı yerde, halkın mücadelesinin bütün olarak sindirilmesi çok daha kolay ve hızlı bir süreçte gerçekleştirilebilecektir. İşte bunun için F Tipleri ne pahasına olursa olsun açılmalı, tecrit uygulanmalıdır.

Oligarşi açısından F Tipi hapishanelerde tecrit politikasının hayata geçirilmesi ne derece önemliyse, bu politikalara karşı direnmek, tecriti boşa çıkartmak da devrim mücadelesi, ülkemiz ve dünya halklarının geleceği açısından o derece önemliydi. Büyük direniş, devrim ve karşı-devrim için taşıdığı bu önem nedeniyle uzun süreli ve büyük bedeller ödenen bir direniş olarak şekillenecekti.

İlk saldırı

Oligarşi, F Tiplerini açmak ve tecrit politikasını hayata geçirmek için ilk büyük saldırısını 1999 Eylül’ünde Ulucanlar Hapishanesi’nde 10 devrimci tutsağı katlederek başlattı. Gerçekte hücre tipi saldırısı 1990’ların başlarında ve daha sonra çeşitli zamanlarda Eskişehir hücre tipiyle denenmiş bir saldırıydı, o kesitte püskürtülmüş, ama gündemden kalkmamıştı. Ulucanlar’da gündeme getirilen saldırı artık çok daha üst boyuttaydı.

Devrimci tutsaklara karşı “ya teslim olacaksınız, ya ölecekseniz” dayatması, ilk kez bu kadar açık ve tüm tutsaklara yönelik olarak Ulucanlar’da yapılıyordu. Ki, Ulucanlar’da devrimci tutsakların karşı karşıya bırakıldığı bu tercih, Ulucanlar’dan yaklaşık bir yıl sonraki 19 Aralık katliamının da odağına oturtulacaktı. Ulucanlar’da katledilen tutsaklar nezdinde öncelikle bütün tutsak kitlesine ve daha genel olarak da tüm halka gözdağı veriliyor ve F Tiplerinin, tecritin önü açılmak isteniyordu. Oligarşi, Ulucanlar’daki gözdağıyla F Tiplerini direnişsiz açmayı istiyordu.

Bu, oligarşi cephesinin istek ve planlarıydı.

Peki devrimci tutsaklar cephesinde durum neydi?

Elbette teslim olmayacaklardı devrimci tutsaklar. Hem de “düşmanın “teslimiyet’in karşısına koyduğu “ölüm’ü, düşmanın elinden alıp direniş silahına dönüştürerek ölecektik.” 

Ve öldüler. 122 kez öldüler.

Yüzlerce gün süren açlıklarda öldüler. Bedenlerini tutuşturan alevlerde öldüler. Hedef gözetilerek atılan gaz bombalarının hedefi olup öldüler… ve her ölümde onların teslim olmayı reddedişinin sesi yankılandı dünyaya. Her ölümde başeğmezliğin kararlılığı yayıldı hapishanelerden.

Direnme hakkı için direniş

Tutsakları F Tiplerine atan ancak teslim alamayan, tecrite boyun eğdiremeyen oligarşi, direnişin bu yankısını engellemeye çalıştı var gücüyle. Bunun için kop koyu, Türkiye tarihinin gördüğü en katı sansürlerden biri uygulandı.

Onlarca ölüm, gazete sayfalarında sıradan, küçük birer haber olarak bile yer almadı.

Kimilerine göre “boşuna ölünüyor”du, ölümler ses getirmiyordu, kamuoyunun ilgisi yoktu. Halk direnişi desteklemiyordu… Bu durumda direnmenin de anlamı yoktu…

Oysa, oligarşinin içeride ve dışarıda birbirini tamamlayacak tarzda uyguladığı baskı ve tecritle düşündürtmek istediği tam da buydu.

“Ya teslim olacaksın, ya teslim olacaksın” diyordu ölüm orucundaki tutsaklara. Zorla tıbbi müdahalede bulunarak öldürmüyor, sakat bırakıyordu. Doğrudan direnme hakkına saldırıyordu. Bu politikaya karşı kimse direnemez diyordu bir yerde. Ve o yerde, direniş artık, kendi özgün talepleri bir yana, direnme hakkı için direniş olarak sürüyordu.

O süreçte solun önemli bir kesimi de bu gerçeği görmemesine karşın açıktı ki; direnme hakkının olmadığı bir yerde hiçbir hakkın varlığından söz edilemez.

Dahası, kimsenin sesimizi duymadığı ve duyamadığı, destek vermediği ve veremediği koşullarda ise, direnmek, direnme hakkına salhip çıkmak, çok daha zorunlu, vazgeçilmezdir.

Oligarşinin Ulucanlar katliamıyla “ya teslim olacaksınız, ya öleceksiniz” dayatması 20 Ekim’de direnişe başlanarak boşa çıkartıldı. Teslim olmayıp direnileceği o gün tüm dünyaya ilan edilmiş oldu.

Oligarşi 19-22 Aralık’ta doğrudan direnme hakkına saldırdı. 20 Hapishanede aynı anda gerçekleştirilen operasyon ve katliamlarda 28 tutuklu katledilirken, oligarşi, direnme hakkını yok etmek, direnişi kırmak ve tutsakları tecritte teslim almak için bir çok şeyi göze aldığını gösteriyordu.

Oligarşi, katliamla, devrimcileri yıldırıp demoralize ederek direnişi bitirecek, örgütlülükleri tasfiye edecek, ve dışarıdaki demokratik muhalefeti dağıtıp halkı sindirecekti. Bunun için seferber edilmişti binlerce asker ve polis. Bunun için yakılıp yıkılmaktaydı hapishaneler ve bunun için ölüm mangalarının kahkahaları eşliğinde diri diri yakılıyordu altı kadın tutsak…

Katliamın hemen ertesi günlerinde Başbakan Ecevit “artık devletle başa çıkılamayacağını öğrenmiş olmalılar” derken 19 Aralık’ın, F Tiplerinin ve tecritin amacını hiç yoruma gerek bırakmayacak açıklıkta ortaya koyuyordu.

Gerek 19-22 Aralık katliamıyla, gerekse de sonrasındaki saldırılarıyla oligarşi çeşitli demokratik kesimleri sindirmekte, F Tiplerine karşı direnen solun büyük kısmını direnişten uzaklaştırmakta kısmi başarılar elde etse de, direnişin bitirilmesi noktasında hiçbir “başarı” elde edilememişti. Çünkü işte tam o noktada, karşısında eğip bükemediği bir irade çıkıyordu. O irade devrimci hareketin iradesiydi.

19-22 Aralık’ta tarihin en vahşi hapishane katliamlarından biri gerçekleştirilirken aynı zamanda tarihin en büyük hapishane direnişlerinden biri yaratılıyordu.

Devrimci tutsakları teslim almak için ellerindeki en büyük kozlardan biri olan “ölüm”, 19 Aralık katliamında etkisizleştirilmişti.

Bu büyük çatışma, hemen 19 Aralık sabahı işkenceli sevklerle açılan F Tipi hapishanelerin hücrelerinde de devam etti ve F Tipleri de büyük direniş karşısında etkisiz kaldı.

Bırakın tutsaklara boyun eğdirmeyi, bırakın tutsakları sosyalizm düşüncesinden vazgeçirmeyi, bırakın örgütlülüklerini dağıtmayı, en başta direnişi kıramadılar; direnişi kıramadıkları için de direnişin ördüğü barikat önünde çakılıp kaldı oligarşi.

Direnme hakkı içeride ve dışarıda ölümler pahasına savunuldu. Katliamlar, yalanlar, zorla müdahaleler, tahliye rüşveti, sansür ve akla gelebilecek tüm saldırı yöntemleri karşısında, direnme hakkı korundu.

Büyük direniş, hiçbir gücün direnen bir halkın elinden direnme hakkını alamayacağını, her koşulda direnmenin mümkün olduğunu tarih önünde bir kez daha kanıtladı.

Büyük Direniş, bütün dünyaya emperyalizmin ve oligarşinin tüm imkanlarına, görünürdeki devasa gücüne rağmen, asıl güçlü olanın devrimciler olduğunu gösterdi. Devrimci iradenin üstünde hiçbir iradenin olamayacağının yeni bir tarihsel kanıtını sundu.

Oligarşinin, direnişi kırmak için denemediği yöntem, başvurmadığı politika kalmadı. Ancak hiçbirinden sonuç alamadı.

Zorla tıbbı müdahaleyle direnme hakkının tamamen ortadan kaldırılmak istendiği noktada, onlarca tutsak, tutuşturdukları bedenleriyle direnme hakkının yok edilemeyeceğini ilan etti. Tüm bedelleri göze almışsanız, direnişin biçimleri sınırsızdır. Direnişçiler, tüm yaratıcılıklarıyla, fedakarlığın ve kararlılığın sınırsızlığında düşmanı altetmenin, direnme hakkını kullanmanın mutlak bir yolunun olduğunu öğrettiler.

Büyük Direniş’in tarihi açıdan gösterdiği en önemli olgulardan biri; direnme hakkının hiçbir koşulda yok edilemeyeceği gerçeğidir.

Sürecin direniş biçimi neden feda oldu?

Oligarşinin teslim alma politikasındaki kararlılığı, hücrelerin ve tecritin de bunun bir aracı olduğu son derece netti. Direnmek gerektiği de açıktı. Özgür Tutsakların bu konuda en küçük bir tereddütü yoktu. Peki nasıl direnilecekti?

Ölümler göze alınacaktı. Tek kesin cevap buydu. Bunun ötesinde bir çok farklı şekillenmeden, ihtimallerden söz edilebilirdi ama feda, bu saldırıyı püskürtmenin olmazsa olmazıydı ve zaten 7 yıllık direniş süreci de tekrar tekrar bunu gösterecekti. Gerçek şuydu ki, direnişin biçimi, tutsakların tercihlerine bağlı da değildi; biçimi belirleyen, çatışmanın özü ve şiddetiydi.

Direnişin başından itibaren büyük bir feda ruhu hakimdi. Ölüm orucu direnişinin kendisi zaten bir fedaydı. Direniş boyunca da feda en üst boyutlarda yaşandı.

Bu direniş içinde her şehitlik, kendini feda eden insanın karşısında hiçbir gücün duramayacağını yeniden kanıtladı. Feda karşısında dünyanın en gelişmiş silahlarının işe yaramayacağını gösterdi. Bulgar direnişçi Hristo Botev’in “Tüm insanların özgürlüğü ve mutluluğu için omuzdan düşmeyi göze almış başın üzerinde egemen hiçbir güç yoktur.” sözü, her şehitle birlikte adeta yeniden hayat buluyor, tarih önünde yeniden kanıtlanıyordu.

Sadece ülkemizde değil, günümüz dünyasında Filistin’den Irak’a, Afganistan’a kadar direnişlerin sürdüğü her yerde direnişin adı FEDA’ydı. Ve bu durum, “bu sürecin direniş biçimi neden feda oldu?” sorusunun cevabını da hem genel, hem ülkemiz özeli açısından veriyor. Emperyalizm tüm dünya halklarına, kendi yarattığı eşitsizliğe, adaletsizliğe, açlığa, yoksulluğa, sefalete boyun eğmeyi dayatıyor. Benim istediğim gibi düşüneceksin, muhalefet yapacaksan da bizim izin verdiğimiz sınırlar içinde yapacaksın, sistemin verdiğine razı olacaksın diyor ve bunu dayatıyor. Yapmazsan, kişi, kurum, örgüt, ülke, fark etmez; “işgal ederim, yakarım, yıkarım, terörist ilan ederim, katlederim…” diyor. Ve bunları yaparak, zulmü bir kuşatmaya dönüştürerek, halkların direnme hakkını da ortadan kaldırmak istiyor.

Dünyanın dört bir yanındaki feda eylemleri, işte emperyalizmin bu dayatmalarına karşı, halkların iradesini, halkların çaresiz kalmayı kabul etmeyeceğini ortaya koyan bir direniş biçimi olarak yoğunlaştı.

Oligarşi de ülkemizde bunu dayatıyordu. 19 Aralık’ta da saldırdığı doğrudan direnme hakkıydı.

“Ben istediğimi yaparım, hücrelere atar, tecrit ederim, ama sen buna karşı çıkamazsın ve çıkamayacaksın, senin elinden tüm direnme imkanlarını da alacağım” diyordu.

Nitekim, tutsakların tecrit hücrelerine atılmasının ardından zorla tıbbı müdahalelerle tutsaklar “ölme hakkı”ndan da mahrum edildi; direnişi böyle kıracaktı oligarşi.

Bu dayatmaya boyun eğilemezdi.

Çaresizliğe boyun eğilemezdi.

Direnişin, tutsakların devrimci iradesinin dışında bir irade tarafından bitirilmesi kabul edilemezdi.

Edilmedi.

19 Aralık’ın hemen öncesinde, tutsaklar, “ölüm orucu direnişçilerine saldırılması durumunda kendilerini yakarak feda eylemleriyle direnişçi yoldaşlarına sahip çıkacaklarını” açıkladılar.

Oligarşi çok ciddiye almadı bu açıklamayı.

Çünkü ülkemizde örneği yoktu böyle iradi, örgütsel bir tavır alışın. (Ülkemiz için o kadar alışılmadık ve yeniydi ki, bu açıklamaya katılan devrimci örgütlerin bazıları da kendi açıklamalarını ciddiye almamış, bunu sadece bir “blöf” olarak dile getirmişlerdi.)

Ama süreç, çatışmanın muhtevası, “blöf”leri kaldırmayacak kadar ciddi ve hayatiydi.

Bunun ciddiyetinde ve bilincinde olanlar göğüsleyecekti saldırıyı.

19 Aralık’ta oligarşinin saldırısı karşısında en güçlü barikat, feda savaşçıları tarafından örüldü.

Oligarşi, içeride ve dışarıda doğrudan direnişçilere saldırıp zorla müdahale ederek ölümleri engelleyerek direnişi etkisizleştirmeyi, sansürle halktan koparıp kendi içine hapsetmeye çalışıyordu. Bu kuşatmayı yaran yine feda eylemleri oldu. Fedalar, tüm sansür duvarlarını, kuşatmaları yıkıp geçti.

Direniş, sürekli farklılaşan koşullar içinde, oligarşinin başvurduğu yeni taktikler karşısında kendi biçimlerini yarattı; oligarşinin her taktiği, direnişin yeni bir taktiği ve elbette hiç değişmeyen kararlılığıyla karşılandı. Direniş kendi kültürünü de yarattı. Bu kültür FEDA kültürüdür. Bu kültür VEFA kültürüdür. Bu kültür BAĞLILIK’tır. Bu kültür SABIRDIR, İRADEDİR, “SONUNA KADAR” diyebilmektir. Bu kültür DİRENME kültürüdür. Ama tüm bunların temelindeki güç, fedadır ve direnişçiler feda anlayışıyla donanmasaydılar, kuşkusuz bunlar da başarılamazdı.

Bugün dünyanın her yanında direnişler halkların feda kültürü üzerinden gelişmektedir ve bu rastlantısal bir benzerlik değil, sınıflar mücadelesinin ortaya çıkardığı bir zorunluluktur.

F Tiplerine karşı mücadele, sadece hapishanelerdeki baskılara karşı mücadele olmakla sınırlı değildi; bu aynı zamanda çok sert, deyim yerindeyse kıran kırana bir ideolojik mücadele demekti. Tecritin kendisi de zaten ideolojik bir olguydu. Tecrite karşı direniş, burjuvazinin bireyciliğiyle, sosyalizmin kolektivizminin savaşıydı bir yerde. Örgüt düşüncesiyle örgütsüzlüğün savaşıydı.

Devrimci tutsaklara örgütsüzlüğün dayatılması, F Tipleriyle başlamamıştı elbette. Örgütsüzlük dayatması, oligarşinin devrimci tutsakları teslim alma politikalarının ayrılmaz bir parçasıydı hep.

Cunta yıllarında yapılan “E Tipi özel” hapishaneler, bunları takiben yapılan “hücre tipi özel hapishaneler”, 1990’ların başında açılan Eskişehir Hücre Tipi, tecrit ve örgütsüzleştirmenin aracı olarak gündeme getirilmişlerdi. Hücre tipinin başlangıcı yapılması düşünülen Eskişehir iki kez açılıp direnişler karşısında kapatıldı… F Tipi hapishaneler bu anlamda 1980’den bu yana 20 yıldır başvurulan denemelerin üzerine oturmuştur.

Direnişi yenilmez kılan örgütlü güçtür

Oligarşi F Tipi hapishanelerde tutsakları bir-üç kişilik hücrelere koyarak birbirlerinden koparıp örgütlülüğü dağıtacak ve direnişi de böylelikle bitirecekti. Ancak ne 19 Aralık katliamı, ne de F Tipi hücreler direnişi bitiremedi. Hatta daha önce direnişte olmayan bazı siyasi hareketler de direnişe katıldı.

Direniş bitirilemezdi, çünkü oligarşi hücrelerde hedeflediği ilk amaca ulaşamamıştı; tutsakların örgütlülüğü bitirilememişti; hücrelerin o zor koşullarında, işkenceler altına, fiziki imkansızlıklara rağmen tutsaklar örgütlü yapılarını oluşturmuşlardı. Ama daha önemlisi, daha temel olanı, örgüt bilinci tüm canlılığı ve gücüyle yaşıyordu tutsakların beyninde. O bilinç yok edilemediği sürece, örgütlülük de sürüyor demekti. Bu örgüt bilinci ve gün gün pekişen örgütlülükle, F Tiplerinin tecrit politikasının karşısına büyük bir duvar örüldü.

Direniş, bütün dünyaya devrimci iradenin ve örgütlü gücün yenilmezliğini ilan etti. Geniş halk kesimlerinin hafızasında köklü bir bilinç oluşturdu; Örgütlü güç yenilmez bilinci…

Bugün oligarşi, ne F Tiplerinden, ne de en genel anlamıyla tecrit politikalarından vazgeçmemiş, tutsakların belli boyutlarıyla boşa çıkardığı tecritten sonuç almak için tecriti hem yasal, hem fiili olarak daha da pekiştirmeye çalışmaktadır.

Bu politikalarını hayata geçirmesinin önündeki en büyük engel, hiç kuşku yok ki, yine özgür tutsakların yenilmeyen, kırılmayan iradesidir. Direnişe “ara verilmiş” olması, bu iradeyi ortadan kaldırmıyor elbette. Oligarşi, her adımında direnişi hesap etmek zorundadır.

Direniş, örgüt düşmanlığı karşısında barikattı

Örgüt düşmanlığı özellikle 12 Eylül’le birlikte en uç boyutlara varmış ve ondan sonra da sistemin politikaları içinde değişmez bir çizgi haline dönüşmüştür.

Örgüt kelimesi, “eli kanlı terör, vatan hainleri, bölücüler, dış mihraklı güçler” gibi sıfatlarla birlikte anılıyor, dolayısıyla uzak durulması, lanetlenmesi gereken bir kavram olarak gösteriliyordu.

Düzenin çizdiği sınırlar dışında hiçbir örgütlülüğe izin yoktu, var olanlar, ya tasfiye ya yok edilmeliydi. Asıl hedef de kuşkusuz halkın çeşitli örgütlülükleri ve halkın öncüleri olan devrimci örgütlerdi.

Örgüt düşmanlığı, 12 Eylül’de, devrimcilerle oligarşi arasındaki çatışmanın en yoğun yaşandığı yer olan hapishanelerde de en üst boyutta yaşanıyordu. Cunta hapishanelerde “bağımsızlar” için, yani örgütünden ayrılanlar için özel koğuşlar açmıştı. Bu koğuşlara gitmek, işkenceden kurtuluştu, tahliye şansıydı, örgütten kopmak cunta tarafından ödüllendirilecek bir davranıştı… Ve o gün örgütü terk etmek, aslında sadece örgütü değil, düşüncelerini, kimliğini, kişiliğini, her şeyini terk etmekti. Cuntanın istediği de buydu.

Örgüt düşmanlığı sadece fiziksel bir baskı ve dayatma değildi; ideolojik boyutta bir tercih dayatılıyordu. 1980’lerin ikinci yarısında çeşitli alanlarda yeniden örgütlenmeler oluşturulurken, örgüt düşmanlığı bu kez “sivil” iktidarlar aracılığıyla sürdürüldü.

ANAP İktidarı, sıradan bir dernek üyeliğini bile gözaltı, işkence, hapis gerekçesi haline getirirken, 12 Eylül’ün örgütsüzleştirme politikasını sürdürüyordu. Denilebilir ki, bu saldırı, F Tipi saldırısına ve oradan bugüne kadar da kesintisiz uzanıp gelmiştir.

Öte yandan bu düşmanlığa sadece oligarşi cephesinde değil, “sol”un bazı kesimlerinde de rastlandığını belirtmek gerek. Bu saldırının kaynağında ise 12 Eylül döneminin teslimiyetçileri, kaçkınları vardı. Onlara göre de örgüt “özgürlükleri sınırlıyor”du, “birey”i ortadan kaldırıyordu, “örgüt fetişizmi” yapılıyordu, “örgüt sultası’na karşı çıkılmalıydı”….

Örgüt konusundaki bu çarpık düşünceler, F Tipi hapishaneler ve tecrit saldırısı gündeme geldiğinde, onları düzenle aynı kavramları kullanmaya kadar götürdü, bazı sol, sosyalist aydınları “birey özgürlüğü” adına oligarşinin hücrelerini savunma noktasına kadar savurdu.

Devrimciler, F tiplerine, tecrite karşı mücadele ederken, soldaki bu çarpık “birey, örgüt” anlayışına karşı da mücadele etmek zorunda kaldılar.

1990’lı yıllar, sosyalist sistemin yıkıldığı, dolayısıyla emperyalizmin dünya çapındaki ideolojik saldırılarını artırdığı, sivil toplumculuğun yaygınlaştığı ve buna paralel olarak da örgüt düşmanlığının daha revaçta hale geldiği bir dönemdir. Bu dönemde birçok ülkede ulusal ve sosyal kurtuluş hareketleri emperyalizmle uzlaşma çizgisine girmiş olmasına rağmen, ülkemizde tüm yetersizliklerine rağmen direnen, emperyalizmle  uzlaşmayan örgütler vardı. İşte bu noktada emperyalizm ve oligarşi, belki yüzyılda bir ancak yakalayabilecekleri karşı-devrim rüzgarını değerlendirmek için devrimci hareketleri tasfiye saldırısına hız verdiler; F Tipi hapishaneler ve tecrit politikası, tasfiyeyi gerçekleştirmek için başvurdukları en temel politikalardan biriydi.

Hapishaneler “örgüt”lerin yuvasıydı ve bu “yuva”lar dağıtılmalı, örgütlere ve örgüt düşüncesine yaşam halkı tanınmamalıydı!

Bu saldırılarına meşruiyet kazandırmak ve ideolojik destek bulmak için de çok yoğun olarak hapishanelerdeki direnişlerin “örgüt baskısıyla” yapıldığı propagandasına başvurdular. Bu propaganda burjuva, küçük-burjuva kesimlerde belli ölçülerde etkili de oldu.

Büyük direniş, bu yanıyla gerek burjuva cenahından, gerekse de küçük-burjuva sol kesimlerden gelen örgüt düşmanlığı karşısında ideolojik, politik bir barikat olmuştur.

Büyük Direniş’in her anı, her adımı örgütü, örgütlülük düşüncesini, örgüt bilincini ve geleneğini savunmaktır. Direniş, örgüt düşmanlığına, sivil toplumculuğa, bireyciliğe, anti-örgütçülüğe, her türlü çarpık anlayaşı karşı bir direniştir. Örgütsüz devrimcilik olmaz. Bu çok net ve açıktır. Dolayısıyla, Büyük Direniş, devrimciliğin nasıl yapılabileceğini ve yapılması gerektiğini herkese göstererek, bu direnişin dışında olanların devrimciliğini, solculuğunu sorgulatmış, çeşitli kesimlerin maskesini belli ölçülerde düşürmüştür.

Direnişin düşürdüğü maskeler!

Büyük direniş, o sık kullanılan deyimle, 7 yıl boyunca adeta bir turnusol işlevi yerine getirmiş, gerçeklerle gerekçeler, keskinliklerle pasifizm, oportünizmle devrimci çizgi, reformizmle devrimcilik arasındaki farkı göstermiştir.

Direnişin sürdüğü koşullarda, tüm siyasi çevreler açısından, olduğundan farklı görünmek her zamankinden daha zorlaşmıştır.

Reformizm devrimden, sosyalistlikten; yılgınlar ve devrim kaçkınları “solculuktan”; faşistler vatanseverlikten, düzen islamcısı din bezirganları “zulme karşı olmak”tan, AB’ciler, demokrasi savunuculuğundan söz ederken, kuşku yok ki sözlerini tartarak konuşmak durumundaydılar. Çünkü tüm bu değerler için ölenler vardı.

19-22 Aralık öncesinde F Tiplerinin gündeme oturmasıyla hemen tüm siyasi çevreler “F Tiplerine karşı olduklarını” açıkladılar.

Hemen herkes, bu saldırının sadece tutsaklara yönelik olmayıp tüm halka yönelik olduğunda hemfikirdi. Yine hemen herkes, saldırının gelip geçici olmadığı konusunda, “stratejik” olduğunda hemfikirdi. Fakat kısa sürede, bu açıklamalar ve teorik tesbitlerle pratik arasında tam bir uyumun olmadığı da görülecekti.

Maskesi ilk düşenlerden biri reformizm oldu. Reformizm sürecin başında, bir ölçüde F Tipine karşı muhalefetin içinde yeralıyordu. Ama bu çok kısa sürdü; 19 Aralıkla birlikte geri çekildiler. Bu noktadan itibaren de uzun bir süre, tecrite karşı mücadeleye hiçbir destek vermediler.

Bu sadece sonuçtu; reformizmin esas olarak tecrit konusunda kafası karışıktı. İdeolojik olarak burjuvazinin söylem ve iddialarının etkisi altındaydı. Devrimcilerin uyarılarını ve öngörülerini inanmazlık içinde karşılıyordu.

F tipi hapishanelerin ve tecritin tamamen teşhir olduğu, artık hemen hiç kimsenin açıktan F Tiplerini savunamadığı koşullarda, reformizm de lütfen F Tiplerine karşı çıkarken, “koğuş sistemini de onaylamadıklarını”, “koğuşlardaki örgüt otoritesine karşı olduklarını” söylemeden edemiyorlardı. “Birey özgürlüğü” açısından, hücrelerin –işkence olmaması koşuluyla– iyi de olabileceğini söyleyecek kadar hem ülkemiz, hem hapishaneler gerçeğinden uzaktılar. Böyle bir ideolojik çarpıklık içinde olduklarından dolayı, F Tiplerine, tecrit statüsüne karşı çıkışları sağlam bir zemine sahip olmadı, sorunu sadece fiziki işkenceyle sınırlı gördüler. “Tek kişilik odalar”ın tecrit demek olduğunu ve zaten de tecritin kendisinin bizzat işkence olduğunu görmekten, kavramaktan uzaktılar.

Bu yüzden de F Tiplerine karşı çıkışları, yüzeyseldi. Zaten, reformizmin esas olarak hapishanelerde “tutuklusu” bulunmadığı için, sorunu “kendi dışında” görüyordu. Konumunu da bu yüzden “duyarlılık göstermek, desteklemek” gibi kavramlarla ifade ediyordu. Bu yüzeysel ve dıştan yaklaşımın, elbette 19 Aralık gibi bir saldırı karşısında kararlılık göstermesi beklenemezdi.

19-22 Aralık katliamından sonra PKK’sinden EMEP’ine, ÖDP’sinden TKP’sine hepsi cenazemizi kaldırmaya hazırlandılar. Onlara göre direniş bitmişti. Devrimci hareketin operasyonla tasfiye edildiği, “devrimci demokrasinin” artık bittiği, hareketin bir daha kendini toparlayamayacağı tespitleri yapılıyordu bu cenahta.

Böyle bir saldırı karşısında direnilmemesi “farkımızı koyduk, iyi oldu” diye açıklanabiliyordu.

Reformizm bekliyordu ki, devrimci hareket tasfiye edilince, meydan kendilerine kalacak, oligarşinin çizdiği sınırlar içinde kendilerini eleştiren, sorgulayan hiçbir güç olmaksızın istedikleri gibi solculuk, komünistlik oyununu oynayabileceklerdi…

Direnişe ve direnişin öncü gücü olarak devrimci harekete kızgındılar. Çünkü direniş onların statükolarını bozuyordu.

Ancak 19-22 Aralık ve F Tipleri onların beklediği, “tahlil ettiği” gibi gelişmedi. Devrimci hareket, bu büyük katliama ve kuşatmaya rağmen büyük bir direniş yarattı ve direnişi süreklileştirdi.

Reformizm, direnişin içinde yer almaması, direnişi desteklememesi bir yana, zaman zaman direnişe karşı ve hatta direnişe düşman bir tutum içine girebilmiştir. Üstelik de bunu, yani direniş düşmanlığını “emek politikası”, “işçi sınıfı savunuculuğu”, “sınıf tavrı”, “solun sağduyusu” gibi gerekçelerle savundular. Ancak direniş bunların gerçek olmadığını, reformizmin direniş kaçkınlığını ortaya çıkarmış, sınıf, emek savunucusu maskeleri düşürmüştür. Proletaryanın ideolojisi, emperyalizmin statülerini kabul edin mi diyordu? İşçi sınıfının çıkarları, örgütsüzlük, düşünceleri inkar dayatmasına boyun eğmek mi demekti?. Emekçilerin yüzlerce yıllık mücadele geleneği, emperyalizme ve faşizme karşı yüzlerce şehit verilirken, sırtını dönmeyi, “cepte keklik değiliz”, “aynı mahalleden değiliz” demeyi mi gerektiriyordu?.. Maskeler düşmüştür; F Tiplerine, direnişe karşı mücadelenin dışında kalmanın, bu çatışmadan alenen kaçmanın işçi sınıfını savunmakla, proleter tavırla HİÇ AMA HİÇ alakası olmadığı açıktı.

Direniş ve AB’cilerin “demokratlık” maskesi

Düşen maskelerden biri de buydu. F Tipleri emperyalizmin politikasıydı. Hücre statüsünü geliştiren en başta Amerika’ydı. F Tiplerinin Türkiye’de gündeme getirilmesinde ise AB emperyalizmi doğrudan teşvik ve finanse eden konumundaydı.

AB üyeliğinin ülkemizde “demokrasiyi geliştireceği” tezi, AB’cilerin temel teziydi. Oysa Avrupa emperyalizmi açısından Türkiye’nin “üyelik sürecinde” ilerletilmesi, “uyum yasalarını” içerdiği gibi, Türkiye’nin devrimci dinamiklerinin tasfiyesini de içeriyordu ve ancak “bilinçli körler!” görmüyordu bunu.

Ama Avrupa emperyalizminin F tipi ve katliam savunuculuğu görmeyenlere de gösterecekti bu gerçeği. Avrupa bu noktada en açık tavrını, 19-22 Aralık katliamına verdiği onayda gösterdi.

Avrupa emperyalizminin katliam savunuculuğu, ülkemizdeki AB’cilerin önemli bir bölümünü bile şaşırttı; ama şaşırsalar da bu onların tavırlarında pek bir değişikliğe yol açmadı.

AB’nin 19 Aralık’ta katliama onay veren tavrı, F Tiplerinden tabutlar çıkarken de devam etti. AB, cesetlerden oluşan dağı görmezlikten geldi.

Demokrasiyi, insan haklarını, özgürlükleri savunmak, F Tiplerine ve tecrit katliamına karşı çıkmaktı. Cesetlerden dağ olurken, öyle bir an gelip çatmıştır ki, buna karşı çıkmadan bu ülkede demokratlık mümkünatsız hale gelmiştir.

İşte bu noktada, demokrasiyi, insan haklarını, “AB’ye Uyum” adı altında demokratikleşmeyi savunduklarını söyleyen AB’cilerin maskesi düştü. Sadece onları mı? Demokratlık adına “her türlü şiddete karşı” olduklarını iddia edenlerin maskesi de düştü; çünkü devrimcilere karşı şiddet kullanılmasını karşı çıkmıyor veya çıkabilecek cüreti gösteremiyorlardı.

Halkların teslim alınamazlığında tarihsel bir örnek, kalıcı bir mevzi

Büyük direniş ve aynı tarihsel kesitte dünyanın başka yerlerinde başka halklar tarafından gerçekleştirilen direnişler, emperyalizmin ve işbirlikçilerinin en vahşi katliamlarına rağmen halkların teslim alınamayacağını gösterdiler ve göstermeye devam ediyorlar.

Bugün siyasal olarak ortaya çıkmış pek çok olguya, sonuca bakarak halkların bu kuşatmaya karşı da direneceğini söylemek doğaldır. Çünkü, emperyalizm, devasa gücüne rağmen Afganistan’dan Filistin’e, Irak’a kadar dünyanın bir çok yerinde direnen halkların direnişlerini altedemedi.

Ancak biz, Amerikan imparatorluk politikalarının tüm dünyaya dayatıldığı, bir çok kesimin dönemi atlatacak politikalar geliştirdiği dönemler de içinde olmak üzere, her dönemde, halkların gücüne inanarak direniş ve savaştan yana olduk. Halkların mücadelesi çok çeşitli nedenlerle duralayabilir, gerileyebilirdi; ama böyle bir dünyada halklar teslim alınamazdı. Halkların kazanacağına inancımızla teslimiyetin dayatıldığı her dönemde, biz direnişi örgütledik.

2000’lerin dünyasında ve Türkiyesi’nde Büyük Direnişi gerçekleştirmemiz de aynı inancın, anlayışın sonucudur.

Şunu söyleyebiliriz ki, bu saldırıya direnmeyenler, kendilerini de koruyamamışlardır. Çünkü sınıflar mücadelesinde aslında mücadele arenasının dışında bir “kendini koruma” yoktur.

Devrimci hareket, yüze yakın değerli kadrosunu, militanını, taraftarını kaybetmesine rağmen, kuşku yok ki, bu büyük direnişten güçlenerek çıkmıştır.

Öte yandan, “oligarşiye geri adım attıramayız” tarzındaki bir yaklaşım da, iktidar iddiasından, kendine güvenden uzak bir politikanın tezahürüdür ki, böyle bir politika, alternatif bir güç oluşturamaz.

Büyük Direnişin Kronolojisi

Büyük Direniş halklardan öğrenmiş ve halklara öğretmiştir. Geride bıraktığı 7 yıllık destan, halklara öğretmeye, maddi ve moral güç olmaya devam etmektedir. Emperyalizmin ve oligarşinin direnişe düşmanlığının, direnişin en ufak kazanımına bile tahammülsüzlüğünün nedenlerinden biri de budur.

-2000

20 Ekim – DHKP-C, TKP(ML) ve TKİP’den 816 tutuklu ve hükümlü, Süresiz Açlık Grevi’ne başladı.

14 Kasım – TAYAD’lı Aileleler, ölüm orucuna başladı.

19 Kasım – Süresiz açlık grevi, Ölüm Orucuna dönüştürüldü.

25 Kasım – Ankara’da F Tiplerine Karşı Mitinge 7 bin kişi katıldı.

29 Kasım – 2. Ölüm Orucu Ekipleri ölüm orucuna başladı.

6 Aralık – Türk-İş, DİSK, KESK ve Hak-İş Başkanları, “ölüm orucunu bırakın” çağrısı yaptılar.

7 Aralık – Aydınlar, Sanatçılar açlık grevine başladı.

9 Aralık – Bir grup aydın ve milletvekili Mehmet Bekaroğlu’ndan oluşan heyet, direnişteki tutukluların temsilcileriyle görüştü.

11 Aralık – Ecevit “Kamuoyu ilgisi devam ederse bu eylem bitmez” demeciyle direnişe karşı saldırı işaretini verdi.

12 Aralık – Polis, Kızılay’da tutuklu ailelerine saldırdı.

13 Aralık – RTÜK ve DGM, ölüm orucuyla ilgili haberlere sansür uygulamaya başladı.

15-16 Aralık – İktidar, görüşmeleri keserken, zorla müdahale tehditleri yaptı. Direnişçiler, saldırı olursa kendilerini yakacaklarını açıkladılar.

19 Aralık: Devrimci tutsakların bulunduğu hapishaneler yakılıp yıkılarak, 28 tutsak katledildi. Tutsaklar F Tiplerine sevkedildi.

–2001

3 Ocak – DHKC savaşçısı Gültekin Koç, Şişli Emniyet Müdürlüğü’nde feda eylemi gerçekleştirdi.

Ocak – Ölüm orucundaki direnişçilere zorla besleme uygulanmaya başlandı.

11-13 Şubat – TAYAD’lılar Ankara yürüyüşüyle sessizliği bozdular.

21 Mart- F TİPLERİNDE ölüm orucu ilk şehidini verdi. Sincan F tipinde Cengiz SOYDAŞ şehit düştü.

19 Nisan – Terör Yasası’nın 16. Maddesindeki değişiklikle tecrit ve işkence yasallaştırıldı.

11 Mayıs- 4. Ekipler ölüm orucuna başladı.

20 Mayıs – Zorla müdahale sonucu sakat bırakılanların sayısı 40’ı aştı.

21 Mayıs – TAYAD’lıların Ankara’ya girişi engellendi.

1 Haziran – Direnişi tahliyelerle kırma politikası sonucu tahliye edilenlerden Sevgi Erdoğan ve Gökhan Özocak, ölüm orucunu dışarıda da sürdürdüklerini açıkladılar.

3 Haziran – 5. Ekipler ölüm orucuna başladı.

4 Haziran – Tayad’lı ailelerin 2. ekibi, ölüm orucuna başladı.

Temmuz – Hapishanelerden tahliye edilen onu aşkın devrimci tutsak, ölüm orucunu Armutlu’da sürdürdüklerini açıkladılar.

Temmuz – Ankara, Malatya, Trabzon, Sefaköy’deki yeni direniş evleriyle ölüm orucu yayıldı.

28 Temmuz – 6. Ekipler ölüm orucuna başladı.

10 Eylül- Uğur Bülbül Taksim’de feda eylemi gerçekleştirdi.

24 Eylül – Şehitlerin sayısı 72’ye ulaştı.

26 Eylül – 7. Ekipler, ölüm orucuna başladı.

5 Kasım – Armutlu’da katliam; Armutlu’daki direniş evlerine saldıran polis, biri ölüm orucu direnişçisi dört kişiyi katletti.

5 Kasım – Armutlu’ya yapılan saldırıyı protesto etmek için Tekirdağ, Sincan ve Kandıra F tiplerinde gerçekleştirilen feda eylemlerinde üç tutsak şehit düştü. 

29 Kasım – İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya Baro başkanları, “üç kapı üç kilidin açılması” çağrısında bulundular. 

Aralık – Sami Türk üç kapı üç kilit önerisinin “kabul edilemez” olduğunu açıkladı.

–2002

16-17 Şubat – Tayad’lı Aileler Ankara Kızılay’da yaptıkları gösteriyle tecrite son verilmesini istediler.

Şubat – Sami Türk, “eğer basın ilgi göstermezse, F tiplerindeki varolan uygulamalar devam ederse, ölüm oruçları 6 ay, en geç bir yıl içinde biter” dedi.

14 Mart – Tayad’lı Aileler “Tecrite Hayır” başlıklı bir imza kampanyası başlattılar.

9, 10, 16, 21, 31 Mart – Beş ölüm orucu direnişçisi peşpeşe şehit düştü.

29 Mart – Tayad imzaların sayısının 15 bine ulaştığını açıkladı. 

1 Mayıs – 8. Ekip, hücrelerde kızıl bantlarını kuşanarak ölüm orucuna başladı.

28 Mayıs – DHKP-C ve TKEP/L dışındaki siyasi hareketler, ölüm orucunu bıraktıklarını açıkladılar.

15 Temmuz – 110 Bin İmza Ankara’da. Türkiye’nin dört bir yanından gelen Tayad’lılar, imzaları meclis, bakanlık, AB temsilciliği gibi çeşitli kurumlara ilettiler.

3 Ağustos – Erken seçim kararı nedeniyle Sami Türk Adalet Bakanlığı’ndan ayrıldı, yerine Aysel Çelikel atandı.   

11 Ağustos – Tayad’lı Aileler, Alibeyköy’de, ölüm orucu direnişini desteklemek için süresiz açlık grevine başladılar.

10 Eylül – Tayad’ın kampanyası çerçevesinde Türkiye’de ve Avrupa’da toplanan 155 bin imza, Avrupa Parlamentosuna verildi.

Eylül – Tutsaklar, Çelikel’e, kamuoyunu aldatmaya son vermesi ve tecriti kaldırması çağrısı yaptılar.

28-29 Eylül – Tayad tarafından düzenlenen “Hapishanelerde Yaşam ve Sağlık Koşulları” kurultayı yapıldı.

28-29 Kasım – TAYAD’lı Aileler ölüm oruçları ve tecrit konusunda taleplerini iletmek için TBMM’ne gitti. 

30 Kasım – 9. Ölüm Orucu ekibi direnişe başladı.

–2003

9 Mart; AKP binaları önündeki eylemler süreklileştirildi.

15 Nisan; İstanbul Hakimevleri Dinlenme Tesisleri ve Pendik, Sirkeci Mc. Donalds binaları, tecrit zulmünü ve Irak’a saldırıyı protesto etmek için bombalandı. Eylemleri DHKC üstlendi. 

11 Mayıs: TAYAD’lılar, taşıdıkları 106 tabutla İstanbul AKP İl Binası önüne yürüdüler.

20 Mayıs – Bir genç kız, “Tecrite son verin” diye haykırdı. “Tecritin kaldırılması için! Baskı ve zulme son verilmesi için!” kendini feda etti, bedenini bomba yaptı. Adı Şengül Akkurt’tu.

26-27-28 Temmuz – Artık günleri yazarken, üç haneli rakamların yetmediği bir aşamaya geçtik. Tayad’lılar, 26-27-28 Temmuz’da Türkiye’nin dört bir yanından çıkarak, linç saldırıları, engellemeler altında Ankara’ya ulaştılar.

16 Eylül: TAYAD’lılar, Abdi İpekçi Parkı’nda oturma eylemi ve açlık grevine başladılar.

20 Ekim – 10. Ölüm Orucu Ekibi direnişe başladıı.

–2004

2 Ocak – Adalet Bakanı Çiçek, cezaevi sözünü rahatsız edici bulduğunu, buraların “devlet konuk evi” olduğunu belirtti.

11 Mart: Cezaevleri eski Genel Müdürü Ali Suat Ertosun, “Devlet Üstün Hizmet Madalyası” aldı.

24 Haziran – Sincan F Tipi Cezaevi’nde bulunan Hüseyin Çukurluöz ve Bekir Batur isimli tutuklular kendilerini yaktılar.

25 Temmuz – 11. Ölüm orucu ekibi direnişe başladı.

26 Aralık- Sergül Albayrak, tecriti protesto etmek için Taksim’de Atatürk Kültür Merkezi önünde bedenini tutuşturdu.

–2005

6 Nisan – TAYAD’lılar Trabzon’da linç edilmeye çalışıldı.

9 Mayıs: 12. ölüm orucu ekibi ölüm orucuna başladı.

27 Mayıs – Tekirdağ F Tipi Cezaevi’nde, DHKP-C davasından tutuklu Faruk Kadıoğlu, bedenini tutuşturarak şehit düştü.

25-27 Haziran – TAYAD ve Uluslararası Tecritle Mücadele Platformu (UTMP) tarafından “Tecrit ve Tecrite Karşı Mücadele” sempozyumu düzenlendi.

–2006

7 Ocak: Serdar Demirel zorla müdahale sonucu şehit düştü.

Şubat: HÖC, “Tecrite son!” talebiyle aylarca sürecek bir kampanya başlattı. 

5 Nisan: Avukat Behiç Aşçı, ölüm orucuna başladı.

27 Nisan: 9 Mayıs 2005 tarihinde F tipi cezaevlerinin kapatılması için ve tecrite karşı ölüm orucuna başlayan Fatma Koyupınar yaşamını yitirdi. Şehit sayısı 122’ye ulaştı.

1 Mayıs: 13. Ölüm Orucu Ekibi, direnişin bayrağını devraldı.

5 Mayıs: İki çocuk annesi Gülcan Görüroğlu Adana Şakirpaşa’da’daki evinde ölüm orucuna başladı.

11 Haziran: Abdi İpekçi direnişi 1000. Gününe ulaştı.

Temmuz: Sanatçılar, İstanbul’da “Hepimiz Tecritteyiz” oyunuyla tecriti protesto ettiler. Avukatlar, Tecrite Karşı Dayanışma Komitesi’yle eylemler yapıyorlar. 

Ağustos: 402 doktor ve 442 avukat gazetelere verdikleri ilanlarla tecritin kaldırılmasını istedi.

15 Eylül: 150 Avukat tecrite son verilmesi talebiyle Adalet Bakanlığına yürüyüş yaptı.

16 Eylül: Gecekondu semtlerinde açlık grevleri başlatıldı.

14-15 Ekim: Uluslarası Tecrite Karşı Mücadele Sempozyumu düzenlendi

7-9 Ekim: TAYAD’lılar, İzmir, İstanbul, Ankara, Antalya, Mersin, Adana ve Antakya’da oturma eylemi yaptılar.

19 Ekim: Aydınlar Adalet Bakanlığı önünde tecritin kaldırılmasını istedi.

24 Ekim: TAYAD’lılar Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nü kesti.

1 Kasım: TAYAD Ankara yürüyüşü yaptı ve milletvekilleriyle görüştü.

20 Kasım: TAYAD’lılar Avrupa Parlamentosu bürosunu işgal etti

4 Aralık: TTB, KESK, TMMOB, DİSK, HAK-İŞ, aydınlar, sanatçılar Adalet Bakanlığına tecriti kaldırma çağrısı yaptı.

15 Aralık: 1000’e yakın avukat cüppeleriyle yürüdü.

25 Aralık: Tecrite Karşı Avukatlar Meclis önünde açıklama yaptı

26 Aralık: TBMM Başkanı Bülent Arınç, çeşitli DKÖ’lerin temsilcileriyle görüştü.

Aralık sonu: Aydınlar ilan vererek tecritin kaldırılması çağrısı yaptılar. Oturma eylemleri, destek açlık grevleri yaygınlaştı. 30 Aralık: İstanbul Barosu, TTB, TMMOB, DİSK, KESK, tecritin kaldırılması için çağrıda bulundu.

2006 sonunda şehitlerinin sayısı 122’ye ulaşmıştı ve son şehit Fatma Koyupınar, “ben son olayım” diyordu.

–2007

10 Ocak: Tecriti protesto edenlere polis Taksim’de saldırdı.

13 Ocak: İstanbul, İzmir, Ankara, Adana, Samsun, Antalya, Antakya’da çeşitli örgütlenmelerin katılımıyla Tecrite karşı oluşturulan birlikler kitlesel yürüyüşler, basın açıklamaları yaptı.

17 Ocak: İstanbul’un gecekondu mahallelerinde devrimci örgütler meşaleli yürüyüşler ve barikatlarla Tecrite Son Verin eylemleri gerçekleştirdiler.

22 Ocak: Adalet Bakanlığının tecriti kabul eden ve kısmen kaldıran genelgesi ile 20 Ekim 2000 tarihinden beri sürdürülen direniş bitirildi.

Büyük Direnişin 122 Şehidi

Kaynak:  Özgürlük İnfo Şehitler

DHKP-C

Cafer Dereli 

Nilüfer Alcan  

Gülser Tuzcu

Özlem Ercan

Seyhan Doğan

Şefinur Tezgel

Yazgülü Güder Öztürk

Aşur Korkmaz 

Fırat Tavuk

Ali Ateş

Cengiz Çalıkoparan

Mustafa Yılmaz 

Ahmet İbili

Ercan Polat 

Alp Ata Akçayöz 

Umut Gedik 

Rıza Poyraz 

Fidan Kalşen 

İlker Babacan 

Murat Özdemir 

İrfan Ortakçı  

Hasan Güngörmez

Yasemin Cancı 

Berrin Bıçkılar 

Halil Önder 

Gültekin Koç 

Cengiz Soydaş 

Bülent Çoban 

Gülsüman Dönmez

Abdullah Bozdağ

Fatma Ersoy 

Erol Evcil 

Murat Çoban 

Gürsel Akmaz 

Kazım Gülbağ 

Sedat Karakurt

F. Hülya Tumgan

Uğur Türkmen

Veli Güneş

Gökhan Özocak 

İsmail Karaman

Ali Koç

Sevgi Erdoğan

Osman Osmanağaoğlu 

Gülay Kavak 

Uğur Bülbül 

Ümüş Şahingöz 

İbrahim Erler 

Zeynep Arıkan Gülbağ 

A. Rıza Demir 

Ayşe Baştimur 

Bülent Durgaç 

Barış Kaş 

Nail Çavuş 

Eyüp Samur 

Muharrem Çetinkaya 

Tülay Korkmaz 

Yusuf Kutlu 

Doğan Tokmak 

Meryem Altun 

Semra Başyiğit 

Fatma Bilgin 

Birsen Hoşver 

Gülnihal Yılmaz  

Fatma Tokay Köse 

Hamide Öztürk 

Serdar Karabulut 

İmdat Bulut 

Zeliha Ertürk 

Feridun Yücel Batu 

Feride Harman 

Berkan Abatay 

Özlem Türk 

Orhan Oğur 

Yusuf Aracı 

Şengül Akkurt 

Muharrem Karademir 

Günay Öğrener 

Ümit Günger 

Selma Kubat

Ali Şahin 

Hüseyin Çukurluöz 

Bekir Baturu 

Semiran Polat 

Salih Sevinel 

Selami Kurnaz 

Sergül Albayrak 

Faruk Kadıoğlu 

Eyüp Beyaz 

Serdar Demirel 

Fatma Koyupınar 

TKEP/L   

Murat Ördekçi 

Sibel Sürücü 

Aysun Bozdoğan 

PKK-DÇS

Fahri Sarı

Sultan Sarı 

MKP

Ali İhsan Özkan

Adil Kaplan  

Celal Alpay 

Endercan Yıldız

C. Tayyar Bektaş

Zeynel Karataş 

Yeter Güzel 

TKP/ML

Nergiz Gülmez 

Muharrem Horoz

 TİKB

Tuncay Günel 

Ali Çamyar 

Okan Külekçi

Lale Çolak 

TAYAD

Canan Kulaksız 

Şenay Hanoğlu 

Erdoğan Güler 

Zehra Kulaksız 

Hülya Şimşek 

Abdülbari Yusufoğlu 

Özlem Durakcan 

Arzu Güler 

Sultan Yıldız 

TKİP       

Hatice Yürekli

MLKP

Hüseyin Kayacı 

Tuncay Yıldırım 

KP-İÖ

Ali Ekber Barış 

Sosyal ağlarda paylaşın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.