Tarişi yaşayan emekçi anlatıyor

41 yıl geçmesine rağmen her anı ders dolu Tariş direnişi daha çok konuşulacak. Tariş’i direnişi yaşamış bir işçiden, direnişin bir fiil içerisinde bulunmuş bir emekçiden dinlemek daha farklı açılardan bakmamıza yardım edecektir. Yaşar Ekin Tariş direnişini yaşamış ve bu yüzden cunta mahkemelerinde idamla yargılanmış bir emekçi. Onun anlatımıyla da Tariş’e bakmak bugünü anlamamıza yardımcı olacağını düşünüyoruz…

Ülkemiz işçi sınıfı ve halkların mücadele tarihinde onurlu ve görkemli bir yeri olan 1980 Tariş Direnişi’nde yer almış biri olarak sizinle röportaj yapma şansı sunduğunuz için teşekkür ediyoruz.

Bunu ortaya koymak buna eğilmek bugüne ışık tutmasını sağlamak elimizde diye düşünüyoruz. Yani o kadar çok şey yazıldı ki bu direnişle ilgili. Bir tekrardan çok bugüne, günümüz mücadelesine ne katar bu direniş ? Öne çıkartmak gereken yer bu olmalı diye düşünüyoruz. Bu açıdan Tariş direnişi, ülkemiz halkları için aradan geçen 41 yıla rağmen örnek olmaya, yol göstermeye devam ediyor.

GHA: Öncelikle direnişe gelinen süreç nasıl gelişti, direnişi başlatan neydi?

Direnişin talepleri nelerdi?

— “Direnişin talepleri neydi” kısmı ile başlayayım. Geçmiş önceki süreçleri, yüz yılları geçiyorum. Bugün direnişin talepleri üzerinden 41 yıl geçmesine rağmen ve eğer ki bugün halen daha dünyada ya da Türkiye’de hak ve adalet için direnen, bu uğurda ölen insanlarımız varsa, ki var, aynı şekilde, İşini ve ekmeğini geri isteyen, direnen, direndikleri için hapsedilen “Yüksel Direnişçilerine” ve halen ülkede yaşanan tek tek ya da toplu devam eden direnişler varsa, demektir ki bu; aradan çok zamanlar da geçmiş olsa talepler değişmemiştir ; kavga aynı kavga, ekmek onur kavgası yani.

Bu açıdan namuslu bir insan için nasıl ki ekmek çalışılmadan, mücadele edilmeden kazanılmıyorsa, barışta, Onur da, Erdem de, sınıf sendikacılığı da öyle …

Şimdi bu kavgadan yola çıkarsak karşımıza çıkan soru şu;

Bilirsiniz insan tarihler boyu yüklenip geldiği ve edindiği saydığımız bu değerler ile insandır. Eğer bu değerlerden soyunulduğunda geriye ne kalır? Tabi ki hayvan! İnsanların kendilerine öncelikle sorması gereken soru budur.

İkincisi;

Yok eğer yaşanmış o geçmiş süreçlerle, günümüz arasında insan olarak değişen nedir diye bana sorarsanız, derim ki, hani demiş ya bir Fransız şair;

Yüz yıl geçmiş aradan, Düşman aynı düşmansa eğer,

Bende soruyorum sizlere şimdi,

Değişen nedir peki?

Yol, köprü, tünel, … gökdelenleri geç …

İnsan olarak

Eğer değiştirmemişse bizi düşman?!

Mesele budur …

Demek ki değişen düşman değil, halen “ekmek ve adalet” kavgası sürdüğüne göre.

Değişen, değiştirilip, dönüştürülen bizleriz.

Bu kadar basit!

Yani her zaman olduğu gibi bugün de;

TOK’luğa sınır getirenler, AÇ’lığı bilemeyenlerdirler kuşkusuz. Bakın geçenlerde İstanbul Ticaret Odasının yabancı yatırımcılara yaptığı şu çağrısına:

“Türkiye’de işçi maliyeti 5,6 dolarken Almanya’da 47,2 dolar!” Yani diyor/lar ki;

İşveren ile devlet kafa kafaya verip bir asgari ücret belirledi. İşçi dediğiniz dış kapının dış mandalıdır. Gelin çalıştırın, dövün, sövün, milli müteahhitin dediği gibi soyun, … koyun yani damına kiremit, hiç gıkı çıkmaz, hele bir çıksın … sendikalı olanları bakın işten de attık, Sendikaları sandukalara koyduk mumyaladık ve 7 kat daha ucuza emrinize amadedir, köleden daha köledir işçilerimiz” şimdi demiş kendi diliyle bizim şair/yazar İbrahim Karaca. Haksız da değil yani …

Özellikle 12 Eylül 1980 sonrası işçi ve emekçi sınıflar adına bugün sendikacılık yaptıklarını sanan DİSK ve KESK yönetimlerine baktığımızda, eskiden beri sarı sendika dediğimiz, faşist cuntaya Bakanlık veren Türk-iş’ten daha da kötüler. Bugün işçi ve emekçi sınıflarla pek hoş değiller ama, faşist AKP iktidarı ile de bir dirsek teması içerisinde oldukları ortada. Bakın bugün palazlandıkları o sendikalarda işi, ekmeği ve onuru için direnen, hapse atılan üyelerine sahip çıkacakları yerde, onları sendikadan atacak kadar demek ki faşizm ile bayağı hoş bir durumda olmalılar ki;

Kalkıp; “SS”in kulağına;

Eğilip bizim çocuklar başarmışlar!” dediği o; … çocukları olmuşlar ve halkın emeğini, ekmeğini çalıyorlar bunlar şimdi. Peki kim adına? Kuşkusuz “sol sendikacılık” adına! Bu solcu, yurtsever geçinenler. Kim mi bunlar? Artık onu da ülkede yaşayan işçi ve emekçi sınıflar görüp bilmeliler. Ben 3-4 bin km. öte de gördüklerimi söylüyorum.

Yani yine şairin dediği gibi;

“Suyuma bakan da beni göl sanıyor; 29 harfim; 29’u da yara!” Misali …

Türkiye’de ki Sendikalarda bugün öyle. Görüp, bakan da “sendika” sanıyor işte! Acı olan bu. İşçi sınıfının bunlardan ders çıkartması, kimin/kimlerin peşinde gittiklerini bilmeleri, görmeleri gerekir artık. Bakın;

“Sendikalar peki sermayenin saldırılarına karşı mücadele etmek için kurulmamışlarsa,  ne için kurulmuşlardır?”

„Wenn die Gewerkschaften nicht zum Kampf gegen die Übergriffe des Kapitals geschaffen worden sind, wozu sind sie dann geschaffen?“

Friedrich Engels, Sendikalar, Marks- Engels Eserler 19, 258

(Almancasından çeviren: Özgür Metin Demirel)

Diyen Engels’in dediği sınıf sendikacılığı ve sendikal mücadelenin özü budur.

İşte Engelsin söylediği bu özü bizlerde o gün TARİŞ’te, Kızıldere Direnişinin politik ve siyasi özü ile oligarşinin ve sermayenin saldırılarına karşı birleştirmeye çalıştığımızdan dolayı ortaya Tariş Direnişi çıktı. Bilirsiniz Kızıldere Direnişi Deniz’lerin idamlarının durdurulmasına karşı gelişen politik olarak kendi içerisinde içselleştirmiş bir parti/cephe anlayışının sonucudur. İşte burada “bir direniş geleneği yaratmalıyız gelecek kuşaklara” diyen Mahir Çayan’ın, Kızılderede Cephe arkadaşları ile birlikte yarattıkları o direnişten alır Tariş Direnişi mayasını. İşte Tariş direnişini yaratan da, savunan da Engelsin dediği sendikal mücadele anlayışı ile, Mahir’in dediği direniş anlayışını kendi içlerinde “içselleştiren” siyasi anlayışa sahip işçilerin birlikteliğinin eseridir.

Yani Tariş Direnişi diğer yönü ile 1970’ler de yaşanan 15/16 Haziran büyük işçi direnişi sonrası Türkiye’de yaşanan en büyük işçi direnişi olmasının yanında, o gün ülkede yaşanan siyasal koşullarda ve DİSK’in üst merkezi yönetimine rağmen gerçekleşmesi, kitleselliğe dönüşüp görkemli bir duruş/direniş sergilemesi, Direnişin geniş yoksul halk kesimlerini, öğrenci gençliği kucaklaması, ülke çapında yankı bulmasının temelinde aslında, o günkü koşullarda “isyana/yazgılı” olan sosyalist düşünceler ile birlikte, kuşku yok ki faşist 3.cü MC hükümetinin iş başına getirilmesine karşı tepkiler de yatar.

GHA: Direnişin, Tariş işçilerinin dışında gecekondulardan ve özellikle de üniversitelerden gençliğin desteğiyle daha da büyüdüğünü, güçlendiğini söyleyebilir miyiz? Kısaca direnişin özelinde İzmir halkında ve tüm ülkede nasıl bir etki ve sahiplenme yarattığını anlatabilir misiniz?

— Tabi ki büyüyüp güçlendiğini söyleye biliriz. Deyim yerindeyse 3.MC hükümeti iş başına gelir gelmez, Tariş işletmelerini birer “terör yuvası/odağı” olarak göstermeye başlaması ile zaten tüm işletmelerde fitili ateşledi. Bizlerde o gün kendi içimizde, işletmelerde yanmaya ve alevlenmeye hazır bir “köze” dönüştük. Direnişin yoksul gecekondu halkı arasına yayılması, onları kucaklamasının nedeni, gecekondu halkı da ekmeğini bu közde pişirdiklerine göre, kurulan sofrasına suyu da sosyalist düşüncelere sahip olan öğrenci gençlik getirince ortaya bir “direniş sofrası” kuruldu yani.

Böylece sermayenin bu saldırıları ile ateşlenen Tariş işletmelerinin alevleri önce öğrenci gençliği sonradan da yoksul gecekondu halkını sardı ve harlandırdık birlikte közü ateşi ama, yapılan değerlendirmelerde çıkan sonuç; çeliğe su veren “ustalar” daha tam ustalaşmamışlardı acemiydi! Ülke gerçekliğimiz buydu yani.

Onun için o günler iktidara gelen faşist 3.cü MC iktidarının “terör yuvası” Fabrikayı işgal ettiler. Yalan ve propagandalarını boşa çıkartmak için, fabrika içerisinde yatıp, kalkıp hem üretime devam ediyorduk, hem de direnişimizi sürdürüyorduk. Ki, “terör yuvası” yalanını kendileri yani 12 Eylül Cuntası savcısının hazırladığı iddianamesinde, Tariş Olayları Davası’nda yargılanan hiç bir işçi arkadaşımızın sicilinde “sabıka kaydı”na rastlanmamıştır diye yazar!

Bilirsiniz Tekstil fabrikalarında çalışan işçilerin çoğu kadındır. Gördük ki direniş içerisin de bir çok kadın kendi küçük çocukları ile birlikte, yaşanan direniş süresince çocukları ile birlikte fabrika da yatıp, kalktılar. Ve üretimi sürdüren işçi kadınlarımız vardı. Yani düşmana karşı oluşan/oluşturulan bu siyasi birlikteliği gören işçiler, daha da hem ekmeğine, hem de direnişe sahip çıktılar.

Sahiplenme anlamında kendim ile ilgili başka bir örneği de vere bilirim size. Mesela bir asır ömür sürdüren, okur yazarı olmayan babam, benim mahkemede siyasi savunma yapacağımı duymuş. Biraderler ile birlikte birgün çıkıp Buca Cezaevine ziyaretime geldiler. Hoşbeş nasihat derken, babamın bana dediği şu oldu; “eğer siyasi savunma yaparsan seni evlatlıktan red ederim” dedi! Tabi güldüm ben de. Edebilirsiniz tabi ki dedim kendisine. Ve bana kızıp çıkıp gittiler…

Mahkeme olacağımız, kararın verileceği gün babam da gelmiş mahkeme salonda. Neyse sıram gelince kalktım direnişi savunan siyasi savunmamı mahkemede bildiğim gibi yaptım. Karşılığı: Önce idam sonra öldürme yaralama olmadığından dolayı payıma müebbet ceza düştü!

Ancak Direnişi değil de, işini ekmeğini savunan bir kaç işçi arkadaş dışında, gerisi elpençe, “ben yapmadım o yaptı” misali mahkeme heyetine sığınmalarına rağmen benim gibi idamı istenen diğer 3 kişi de benimle aynı cezayı aldıklarını görmüş olmalı ki, bir gün çıkıp yine ziyaretime geldiğinde bana;“En iyisini yaptın oğlum” dedi!!!

Neyse Tariş Direnişinde gördüğüm en güzel tarafı, ekmeğin ortak kazanıldığı bir yerde düşmana karşı siyasi farklılıklarımızı değil de, birlikteliğimizi alıp önümüze koyması oldu. Yani fabrikada o güne kadar işçi olarak çalışan, biri birilerini “sosyal faşist, maocu faşist” olarak tanımlayan, gören mevcut siyasi yapıları “gönüllü ya da zorunlu” bir arayaya getirdi. İnanın bu “gönülsüz” birliktelik bile insanları daha da motive edip direnişi sahiplenmeye ve savunmaya zorladı. Çünkü aksi durum da, ben onlarla birlik olmam, bir araya gelmem denildiği anda o siyasi örgütün intiharı bitişi anlamına gelecekti.

GHA: Direnişin işçi mücadelesine genel olarakta halkların mücadelesine verdiği katkı nelerdir? Direniş işçiler ve halk arasında nasıl etkilere yol açtı?

—Tabi ki katkısı vardır. Gerek 15/16 Haziran direnişi olsun, gerekse Kızıldere olsun, faşizme ve zulme karşı verilen her direnişin bizlere bıraktığı bir direniş ve düşünce geleneği vb. katkısı ne ise, Tariş Direnişinin de bir çok yönü ile sonraki direnişlere katkısı olacaktır elbette. Örneğin sizin yaptığınız değerlendirmede; 27 Ocak İzmir’de DİSK’in düzenlediği “Demokrasi Mitingi”nde Genel Başkan A. Baştürk kalkıp;

“Burjuvazi Tariş’de bize savaş açmıştır. Savaş kabulümüzdür. Tüm değerleri yaratan biziz. Üretim bizim ellerimizde. Hizmetleri, çarkları durdurursak Türkiye’de hayat durur. Biz gücümüzün bilinci ve kararlılığı içerisindeyiz” diyorsa.

Şimdi bu lafların altının DİSK tarafından doldurulmaması eleştirisi bir yana, DİSK’i bu lafları etmeye zorlayan, gönülsüz de olsa ayağa kaldıran Tariş Direnişinin kendisidir demek ki!

Yine o süreçte çekilen fotoğraflara bakalım, İzmir’in semt ve mahallerinde insanlar Tariş direnişi için sokaklardaydı. Ve o insanlar direnişe vermiş oldukları destekle birlikte, kendi sorunlarını da sokağa taşıdılar. İşte Direnişin o gün yarattığı bu türden eylemlilikler, gelecek kuşaklara bilinç taşıyan, sınıf mücadelesine katkı sunan olumluklardır elbette. Yani verdiğimiz bu örneklerde olduğu gibi, direnişi kendilerine örnek alıp sorunlarını dile getirenlerin olduğu gibi, direnişi kendi kirli siyasi çıkarları için kullananlar da oldu olacaktır da.

Mesela beni rahatsız eden, son yıllarda bazı siyasi yapıların, tarihe karşı ahlaki bir sorumluluk taşımayan, direniş hakkında ki yalan, yanlış haberlerdir. Örneğin benim de orada olduğum, gece boyunca cezaevini protestolarla inlettiğimiz 13 Mart 1982’de Buca cezaevinde idam edilen üç TKEP’li devrimci arkadaşın bağlı olduğu siyasi anlayış sahipleri, bugün kalkmışlar, idam edilen o üç arkadaşa; “TARİŞ’te idam edilen ilk önder işçiler” diye tarihi ve kamuoyunu yanıltıyorlar. Yani hem idam edilen o üç arkadaşa, hem tarihe, hemde TARİŞ’te direniş içerisinde olan, bedel ödeyen her kese bu yaptıkları siyasi ahlaksızlıktan başka da bir şey değildir.

Yani direnişi gerçekleştiren işçiler biz, yargılanan işçiler biz, idamı alan, değişik ağır cezalar alan da bizleriz. Ama her ne hikmetse TARİŞ’te idam edilenler başkaları oluyorlar! Bu kadar acı, ve bu kadar ince hesaplar peşinde koşacak kadar da kirliler yani. Direnişi gerçekleştirmek onun öznesi olmak ayrıdır, direnişi dışarıdan destek ve katkı sunmak ayrıdır. Belki o arkadaşlar da bu katkıyı sunmuşlardır kuşkusuz. Buna ben dahil herkeste saygı duyar, duymalıdırlar da. İnanın direnişin içerisinde bizat olan ben, bugüne kadar kendimi hiç bir zaman direnişi yaratan bir önder olarak görmedim.

Elbette hiç bir direniş adının zikredildiği o dönemin toplumsal koşullarından ayrı ele alınamaz ve düşünülemez de. Benim o günkü açık faşist koşullarda üstlenip yaptığım şey; gerek direniş içerisinde, gerekse de Devletin Tariş direnişini mahkum etmeye çalıştığı faşist cuntanın mahkeme salonlarında DİRENİŞİN;

İhtiyaç duyduğu …

Tarihe karşı bir sorumlulukla, onu savunmaya mecbur olan  örgütlü ve “yalnız” bir insandım.

Hepsi bu!

Mesela söz konusu dişe diş devletle karşı karşıya gelecek olan bir direniş içerisinde bir insanın hastalanıp eve hastaneye gitmesi ayrıdır ve de doğaldır. Ama eğer o kişi kalkıp direniş sonrası, yargılanma sürecinde, faşist cuntanın direnişi yargıladığı, mahkum etmeye çalıştığı mahkeme heyetine sığınmak, yalvarmak, ondan af dilemek ayrıdır.

Halkın ve işçilerin bilmesi gereken, görmesi gereken kimlerin arkasında gittiklerini bilmeleri gerekir. İşte bunu yapan sonradan CHP milletvekili olan, direniş öncesi kendi tabanına DİSK’e karşı “parti bayrağı daha daha yukarı” diyen, “DSM” (Devrimci Sendikal Muhalefet)’in o günkü sorumlusu olan M. Moroğlu’nun sahip olduğu bu siyasi anlayış sahipleri direnişin önderleri oluyorlar öyle mi?

Faşizm ile hoş olan bu anlayış sahipleridir ki bugün Eğitim Sen de işi ekmeği için direnen üyelerine ne yaptıklarını görüyor herkes. KHK ile işten atılan, işi ve ekmeği için direnen kendi sendika üyelerine sendikanın kapılarını kilitlediler. Peki ne adına? Sol sendikacılık adına! Ört ki ölem ben sizin o solculuğunuza hemi …

12 Eylül yenilgi sonrası dikkat edilirse sınıf mücadelesinin yükseltilmesinin devrimci çizginin ısrarı yerine, gerek sendikalarda ve gerekse de bir çok sosyalist/ML’ geçinen siyasi örgütlenmelerde sınıflar arası diyalog ve uzlaşma anlayışı öne geçmiş. Hal bu olunca da, yenilgi sonrası süreçlerde, genellikle devrimci/militan bir çizgi değil de, reformist/uzlaşmacı çizgi öne çıkar her zaman. Ama nereye kadar? Tüm bunlara

rağmen kalkıp diye biliriz mi ki, 12 Eylül yenilgi sonrası gerçekleşen ‘bahar eylemleri’ vb. işçi direnişi ve yürüyüşlerinde geçmiş 15/16 Haziran ve Tariş Direnişinin hiç bir etkisi yoktur? Vardır kuşkusuz.

GHA: Tariş direnişinin diğer direnişlere kıyasla bu kadar büyümesine yol açan nedenleri nasıl sıralayabiliriz?

—Aslında çok basit.

Birincisi; o günkü toplumsal süreçte genel olarak iş yerinde var olan siyasi yapı ve örgütlenmelerin çoğunda, 1971’in “silahlı devrim” anlayışı ve o süreçte yaşanan direnişlerinin, iş yerinde bir çok siyasi örgütün ve onların tabanları üzerinde egemen olmasıydı.

İkincisi; Direnişin kök damarları İzmir’in bir sanayi şehiri olması ve bağlı olarak işçi ve emekçi kesimlerin gecekondu semtlerdeki yoğunluğu, kültür ve yaşam biçimlerinin biri birbirlerinden pekte farklı olmamasının İzmir’in “aydın demokrat liberal” kimliği ile örtüşmesi sonucunda direnişin daha da güçlenip büyüdüğünü söyleyebiliriz.

Üçüncüsü; Tüm bunların sonucunda İzmir’in geçmişten gelen bir yukarıda belirttiğim bu yapısı ile, o gün iktidara gelen sağcı, gerici, faşist 3.cü MC hükümetine karşı bir tepki ve anlayış olarak sağa “kapalı olmasıydı” diye biliriz sanırım.

GHA: Direniş karşısında devletin tavrı nasıldı?

—Devletin tavrı nasıl mıydı?

Sorunuza devletin kimin devleti olduğuna bakıp cevap vermek lazım aslında. Çünkü her devlet temsil ettiği sınıf ve sınıfların devleti olduğuna göre, TC. Devleti de egemen sınıfların oluşturduğu oligarşik bir devlet. Yani Türkiye’de halkı/halkları değil, egemen sınıfı, sermayeyi temsil eden bir devlet olduğunu görürüz.

İşte böyle bir devletin eli kolu olan, onu ayakta tutan, koruyan yine maalesef bizler, halkın çocukları yani.

Bunu nasıl yapıyor peki? Kendi çıkarları ve egemenliği için çıkarttıkları yasalar ile halkın çocuklarını zorunlu askere çağırıyor, “itine köpeğine” polisine halktan aldığı vergilerle de onlara maaşlarını vererek kapı kulu yaptıkları için,

Tariş Direnişinde olduğu gibi işini ekmeğini isteyen halkın üzerine salıyor, saldırıyor. İşkence yapıp hapse atıyorlar. İdam ve değişik ağır cezalar vere biliyorlar. Bu kadar acı bir tablo yani … yani demem o ki;

Bugüne kadar ömrümün 35 yılını ülkede olmak üzere, yaklaşık olarak 65 kez Güneş etrafında döndüm. Ve yaşadığım bu süreçte ben kendimi bildim/bileli Türkiye’de;

Devleti halktan vergi almakla, onlara dipçik vurmakla, şube ve karakollar da işkence yapmakla, öldürmekle ya da cezaevlerine atmakla tanıdım.

Ve bugüne kadar Türkiye’de istisnasız her gelen iktidarın da kendi pisliğini bırakıp gittiğini gördüm. Yine Ne acıdır ki;

Anlayış olarak bu düzen değişmelidir diyen mücadele eden, bedeller ödeyip ölen devrimciler dışında, insanlar o bırakılan pisliğe sifon çekip temizleyecekleri yerine, düzen içi sol dahil herkes eline almış bir çöp, bırakılan o pislikleri sürekli karıştırıp durduğunu gördüm…

Şimdi böyle bir devletin bugün olduğu gibi işi ekmeği için direnen işçilere tavrı başka ne olabilir ki?

GHA: Direnişte sendikaların rolü neydi?

—Dedim ya;”29 harfim, 29’u da yara” yani. Bugüne kadar bu konuda konuştuğum, gördüğüm, sorduğum, bana düşünce belirten, yazan olayları ve süreci yaşayan, gören, sendikacılığın ne olup ne olması gerektiğini değerlendiren arkadaşların ortak bir görüşü var;

12 Eylül’ün öncesinde de, sonrasında da Türkiye’de sınıf sendikacılığın olmadığı açık bir gerçek. Buna rağmen 15/16 Haziran da, Tariş direnişi de DİSK’in üst yönetimine rağmen o günkü koşullarda gerçekleşen büyük işçi sınıfı direnişleri olduğu da başka bir gerçektir. Bunun için sınıf sendikacılığı yapmadığı, militan-devrimci bir hat-çizgi izlenmediği için DİSK eriyip bugün bu acınası duruma gelmiştir. 1980 öncesi DİSK’in üye sayısı ne kadardı hatırlamıyorum ama, 2019 verileri bana DİSK in 178.691 üyesi olduğunu söylüyor.

Düşüne biliyor musunuz bugün DİSK’le, kuruluşundan bu yana “sarı sendika” olarak bilinen Türk-iş in üye toplam sayısı, 1980 sonrası devlet eliyle kurulan Hak-İş in yarısı kadar bile etmiyorsa, dün de bugün de kalkıp böbürlenip; bir simge olarak  “güçlü ve doğru çizgi” sahibiyiz. Bakın DİSK KESK ve bunlara bağlı Türkiye’de ki tüm sendikalar bizim elimizde diyen, “sol”,reformist, revizyonist ve oportünist anlayışlarının devrim anlayışı gibi sınıf sendikacılığı yapmadıklarının bir eseri ve göstergesidir bu.

Bugün Türkiye’de işçilerin; % 90’ı sendikasız, % 93’ü toplu sözleşmesiz iş kölesi cennetine dönüştürüldüyse kuşkusuz bu da, bu anlayış sahibi siyasi örgütlerinin sınıf sendikacılık anlayışının eseridir!

Bugün asgari ücret belirleme komisyonlarına bakın, bakalım; işçilerin olmadığı, temsil edilmediği bir yerde, “minder”de, kalkıp sınıf sendikacılığından bahsedilebilinir mi? İşte bakılması, sorgulanması gereken bu duruma işçileri getirten bugün ki bu sendikal anlayışın kendisidir.

Tariş direnişi dediğim gibi DİSK’in üst yönetimine rağmen gerçekleşti. Buna rağmen DİSK yine durmadı. Onu direniş kırıcılığına kadar götürdü. Zaten adındaki “devrimci” sendikal anlayışı savunmuş olmuş olsaydı, madem “burjuvazi Tariş’de bize savaş açmıştır. Savaş kabulümüzdür.” Diyorsan, o zaman kalk ülke çapında sana bağlı olan tüm sendikalarda indir şartelleri! Dik dur ki, direniş kazansın, direniş hedefine ulaşsın ve işçilerde sana güvensin ki, daha da güçlenesin! İşte bu duruşu sergileyemedikleri içindir bugün bu acınası duruma gelmişler. Sahi emekten yana, sol da görünen DİSK ve KESK’i öncesini geçtim, son beş yılda “iş, ekmek/hak, adalet” isteyen üyesi olsun olmadın bunları sokakta gören var mı?

GHA:Tariş direnişi bugüne ne diyor? İşçi direnişlerine ne şekilde yol gösteriyor?..

—Tariş Direnişi de, üç yıldan fazla süren, sürdürülen Yüksek direnişi de, türküler söylemek için bedenlerini açlığa yatırıp düşen Grup/yorum üyeleri de, halkı, meslek onuru ve adalet için bedenini silah yapıp açlığa yatıran halkın avukatı Ebru’da artık ne desinler ki? Bu söylediklerimizi söylüyorlar!

İşçi sınıfına diyor ki;

Gerçek sınıf tarihinizi öğrenin, ondan dersler çıkartıp süratle iş yeri komitelerinde, işçi meclislerinde örgütlenin. Sonra da sendika yönetimlerine bu anlayış ve duruşa sahip insanları seçip ve ayağa kalkıp mücadele edin birlikte diyorlar. Çünkü bizim hayal ettiğimiz DÜZEN de;

-herkesin bir işi

-herkesin bir evi

-herkesin emperyalizmden başka bir kaygısının olmadığı,

-yarına güvenle baktığı, hep birlikte, kardeşçe sevgi ve saygı içerisinde yaşadığı bir düzen. Onun içinde sizler için bugün direnen, ölen, sınıf sendikacılığını savunan anlayış ve örgütlenmelere katılın, onlara destek olun güçlenin birlikte diyor…

Bugün Türkiye’nin ne durumda olduğunu gören yaşayan sizlersiniz. Sizler kadar ben bilemem tabi ama, örnek olması açısından gördüğüm, bildiğim bir şey var;

Mesela Romanya’yı sıfır borçla Çavuşesku’dan devralıp onun kurşuna dizildiği günün gecesinde, Çavuşesku’nun ölümünü sevinç gösterileri ile karşılayıp göbek atıp, dans edenler …

Biliyor musunuz bugün;

Avrupa’nın ana caddelerinde, metro istasyonlarında dilencilik yapıyorlar ve kız torunları da 30 €’ya bedenlerini pazarlıyorlar…

-Ve Romanya’nın bugün 90 milyar dolarlık dış borcu var resmî rakamlara göre.

-Türkiye’nin artık satılmayan bir karış yeri kalmadığına göre, resmî rakamlara göre de 500 milyar dolara yakın dış borcu var. Bunun için de 12 Eylül 1980 sonrası oligarşi ve bugün sendika yönetimlerin de olan reformist anlayışlar sayesindedir ki, …

-Bugün Türkiye’de “mumyalayıp sanduklara kilitlenen” sendikalar, sermayenin inşa ettirdiği Aksaray’a gelin olanların birer “çeyiz sandığı” konumundadırlar…

GHA: Sendikaların bugünkü durumu ortada. İşçi sınıfının hak alma mücadelesini yürütürken sendikasız kaldığı kesin. Bugün sendikaların durumu hakkında ne düşünüyorsunuz, emek mücadelesine öncülük edebildiğini/edebileceğini söyleyebilir misiniz?..  İşyeri komiteleri, işçi meclisleri hakkında ne düşünüyorsunuz?..

— Dedim ve anlattım ya … mevcut bu omurgasız, sınıf sendikacılığı ile uzaktan, yakında hiç bir ilişkisi olmayan, sendikal anlayışların sermayeye karşı dik duruş sağlanamayacağı ortada. Her şey insanın da, işçi sınıfının da kendi ellerinde!

Bu yüzden sendikaların gerçek sınıf sendikacılığı kimliğine kavuşması, güçlenmesi ancak devrimci bir çizgi izlenerek mümkün olabilir. Bu da sizlerin de dediği gibi, işçi meclis ve komitelerin de devrimci örgütlenmelerle ancak mümkün olabilir. Bu açıdan;

Binlerce yıldır huzursuzluklarımıza neden olan, kin, kan ve nefretin kaynağı olan eski-yeni her ne varsa, o “damga ve etiket” lerden kurtulun. Sadece İnsan kimliği taşıyın ve onun altını doldurun.

Düşünsel olarak geldiğim bu nokta; Kuşkusuz insan ve onun soyluluğu üzerine olacaktır! Sizlerede öneririm. Çünkü insan dışında taşıdığınız tüm kimlikler, kendinize doğrulttuğunuz birer “Rus ruleti” olmakla birlikte, düşman eline verilmiş birer silahtırlar da. Onun için arındırın düşmanı, eline verdiğiniz o silahlarından, yeryüzü olsun artık cennet.

Bu umutla … önümüzdeki ilk görev;

“Önemli olan az olanı örgütlemektir. Çok olan zaten çoktur. Örgüt bilinci  budur!”

Şair Ahmet Telli’yi dinleyin !

Örgütlen, örgütlen … örgütlenin ki, çaresiz kalmayasınız …

hoşça kalın.

Sosyal ağlarda paylaşın