Özgür Tutsaklardan Öykü: KUYU

Tutuklanalı çok olmamıştı. İlk tutsaklığı olmadığı için gözaltında, hapishaneye girişte acemilik yaşamadı. Bildiği koridorlardan geçip yine bildiği hücre kapısına gelince “ne kadar tek tutulacağım acaba?” sorusunu geçirdi aklından.
“Tek tutulmak sorun değil de yoldaşların sesini bile duyamıyor olmak var işin ucunda” diye düşünerek hayıflanmasını gardiyanın “hadi gir içeri” diyen sesi bölmüş oldu. “İçeri gir demesen girmeyeceğim sanki” demeyi de ihmal etmedi. Daha hapishane yolundayken hücreye girdiğinde neler yapacağını tasarladığından hemen harekete geçti.
“Yooldaaşşlaarrr beenn geeldiiim”

Pencerenin parmaklıklarına sıkıca tutunup var gücüyle tekrar tekrar bağırsa da sesine karşılık bulamadı. Kendisinden önce hücrede kalmış olanın bıraktığı küçük bir parça sabunla elini yüzünü yıkadı. “helal olsun arkadaş sabunu bırakmakla ne güzel bir iş yaptın” diyerek tanımadığı tutsağa teşekkürünü iletti. Üst kata çıkıp verilen nevresimleri yatağa serdi, adliyedeyken açlık hissediyordu fakat elini yüzünü yıkayıp ferahlayınca açlık hissini unuttu, zaten onca gün açlık grevinde kaldıktan sonra ekmek yiyemezdi. Yemek işini sabaha bırakmaya karar vererek yatağa uzandı. Vücudundaki ağrılar kendini hissettirmek için birbirleriyle yarışmaya başlamış olsa da onlara kulak
asan yoktu. Kısa süre sonra uykuya daldı. Yoldaşlarının saat kaçta kalkacağını biliyordu fakat kendi saati olmadığından yorgunluğuna rağmen tilki uykusuydu uyuduğu.
Uygun bulduğu bir anda pencereye geçip içtimasını aldı. Ardından kulak kabarttı etraftan ses duyabileceği umuduyla, akşamki duygularla ayrıldı pencerenin önünden. Kahvaltı niyetine verilenlere baktı, poşetin içinde çay bulmasına sevindi. Isıtıcısı yoktu, bu durum onun çay içmesine engel değildi. Sıcak su musluğunu açtı, bir süre akan suyun ısınmasıyla karton bardağa doldurdu. Yeni tutsaklığın ilk çayını böylelikle içmiş oldu.
Sabah sayımında ihtiyaçlarını yazdığı dilekçeyi gardiyanlara uzatırken “Arkadaşlarımın yanına ne zaman geçeceğim” diye sordu. “Dur hemen o kadar acele, sen de biz de daha yeni geldik” cevabını aldı. “Ben arkadaşlarımın yanına geçmek istiyorum ayrı tutulmamı gerektirecek bir şey yok, sayım sonrası cevap verilmesini bekliyorum” dedi. Sayım için gelen kalabalık gardiyan grubu aynı ruhsuzlukla çıkıp gitti. Saat 8.30 olmak üzereydi gardiyandan öğrendiği kadarıyla. Bir süre daha cevap gelmezse sıkça butona basıp sormanın iyi olacağını düşünerek havalandırmaya çıktı. Tüm bloktan sayımın çıktığına kanaat getirince yoldaşlarına seslendi yeniden. Kısa aralarla seslenmesini sürdürdü, aldığı karşılık koca bir sessizlik oldu. “Bu yapılanların hepsi çok bilinçli, beni ayrı tutmalarının hiçbir anlamı yok” düşüncesini belirgin bir ses tonuyla söyledi bu defa.

Yaşadıklarının nedenlerini biliyor olmak yalnız olmadığını hissettiriyordu. Sonraki birkaç gün daha benzer şekilde geçti. Kantinden temel ihtiyaçlarından bazılarını aldı. “Nasılsa arkadaşların vardır” diyerek eledikleri oldu. Her mazgal açılışında , her sayımda yoldaşlarının yanına geçme talebini yinelese de istediği cevabı veren olmadı. Voltaya vurdu kendini. Sesi çok iyi sayılmazdı “şu an kimse duymuyordu” rahatlığıyla söylüyordu marş ve türkülerini. Kapının önünde oluşan hareketliliği farketmesiyle gardiyanların içeri doluşması bir oldu. Gözaltına alındığı an geldi aklına, polislerde tıpkı gardiyanlar gibi böyle doluşmuş çekiştire çekiştire işkenceyle dışarı
çıkarmışlardı. “Biraz sonra benzerini yaşayacağım kesin” demeye kalmadı gardiyanlar kollarından, bacaklarından tutup çekmeye çalıştılar. “Ne yapıyorsunuz?” sorusuna “ne olacak seni götürüyoruz” o sevimsiz sese nasıl baktıysa “bakma bana öyle” karşılığını aldı.

Günlerdir arkadaşlarının yanına geçmeyi beklerken sloganlar eşliğinde ring aracının içinde buldu kendini. Nereye götürüldüğünü öğrenmek için gördüğüne sordu “gidince görürsün”den öte bir şey duyamayacağını anlayınca vazgeçti. “Kahrolsun Faşizm, Yaşasın mücadelemiz”, “Sürgün Sevkler Bizi Yıldıramaz” sloganlarıyla sürgün politikasına karşı kararlılığını ilan etti. “Nereye götürürlerse götürsünler istedikleri sonucu alamayacakları kesin, arkadaşlar sesimi duymuşlar mıdır acaba” düşüncesi yoldaşlarıyla olan güçlü bağını hissetmesine neden oldu. İstanbul dışında pek bir yere gittiği yoktu. Ring aracının küçük penceresinden yola bakıyor nereye götürüldüğünü anlamaya çalışıyordu. Bir süre sonra ayakta durmaktan yorulup oturdu. Oturunca da farkında olmadan gözleri kapandı. Ne zaman ve ne kadar uyuduğunu bilemiyor oluşunun şaşkınlığıyla gözlerini ovdu, ayağa kalktı. Ring bölgesinin kapısına vurup askere seslendi. “Ne var ne oldu?” cümlesini işitince “Neredeyiz, nereye gidiyoruz, daha yol varmı?” diye sordu. “Az kaldı, bir saate kalmaz” cevabı şaşırttı. Askerin cevap vereceğini düşünmüyordu. Tekrar oturdu. “Götürdükleri yerde bizden birileri var mı acaba, İstanbul’a uzak bir yer mi…” soruları peş peşe geçiyordu aklından.
Saatini de henüz vermemişlerdi, verselerdi mesafeyi kısmen anlayabilirdi. Göz kapakları ağırlaştı, içi geçti. Ring aracının siren sesiyle açtı gözlerini. Hapishane girişine yanaşan ringin kapısı hemen açıldı. “Evrak işlerini tamamlıyorlar herhalde” diyerek bekliyor oluşlarını açıkladı kendi kendine. Üstündeki ağırlık tamamen kalkmış yerini değişik bir heyecan almıştı, birazdan nelerle karşılaşacağını düşünüyordu. Beklediği an geldi. Asker sürgülü kapıyı açıp “hadi geldin in” dedi.
Karşısındakinin kıpırdamadığını görünce “sana diyorum hadi gel”. Asker aynı anlama gelen cümleyi farklı kelimelerle kursada sonuç değişmedi. Kapı aralığında durmaya devam edip başını sol tarafa çevirerek “komutanım inmiyor” diye bağırdı. Ringin dışında bekleyen rütbeli “ne demek inmiyor oğlum, o inmiyorsa sen tut indir o zaman” Komutanından talimat alan asker bölmenin içine adım atıp Ziya’yı kolundan yakalamaya çalıştı. Ziya ondan atik davranıp çekti kolunu. Asker işin büyüyeceğini anlayınca aracın kapısında bekleyen arkadaşlarını çağırdı. Onların gelmesini beklemeden sloganlarıyla karşılık verdi.

Eli kelepçeli tek bir tutsağa dört asker gelmişti. Ziya’yı tuttukları gibi koridora yatırdılar, çekiştire çekiştire araçtan indirdiler. Ziya durmaksızın slogan atıyordu, bir yandan da etrafına bakmaya, nereye geldiğini anlamaya çalışıyordu. Hapishanenin içine girince orta yere attılar Ziya’yı. Asker artık görevi gardiyanlara devretmişti. Kelepçeleri açılınca bileklerini ovuşturdu. Kendi isteğiyle getirilmediği bir yerde kendi rızasıyla işlemleri yapmayacaktı. Bunu gayet iyi bilen gardiyanlar hangi işlemlerin yapılacağını, kabul edip etmeyeceğini sormadı bile. “Açlık grevindeyim” diyen Ziya karşısındaki panodan nereye getirildiğini okudu. Ringten indirildiği hızla aynı şekilde kalacağı hücreye atıldı. Gardiyanın bir tanesi yol boyu ona bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Ziya sloganlarını kesip onu dinlemedi. Hücrenin içine çuval gibi atıldı. Atıldığı yerden kalkmadan etrafa baktı bir süre. Önceki tutsaklığında “hücre cezası” için konulduğu yere benzetti. O kadar dar o kadar küçüktü. “Burada kaldığım süre bol çatışmalı geçecek anlaşılan” diyerek ayağa kalktı. Yoğun bir baş ağrısı hissetti. Ve aynı derecede susadığını fark etti. Etrafına bakındı, banyonun kapısını bulamadı. Gördüğü manzara karşısında ilk önce ne diyeceğini bilemedi. Klozet hücrenin köşesinde duruyor, duş yeri olarak yapılan yer klozetin hemen yanı ve kapı falan yok. “İşte bu hücre, hücrenin içindekiler düşmanın sınıf bilincini gösteriyor” düşüncesiyle Özgür Tutsak Marşı’nı sesi çıktığınca söylemeye başladı. Marşın bir yerinde boğazının ne kadar kuruduğunu fark edip musluğa yöneldi. İki yudum su içip yatağa uzandı. Koridordaki ayak seslerini işitince fırladı yataktan. Sabah olmuştu olmasına ama bunu anlayamıyordu.

Mazgaldan bakan insanlıktan nasibini almamış bir çift göz sabah sayımını bitirdi. Sandalyeyi pencerenin önüne çekip üstüne çıkan Ziya “Bunu bile düşünmüş alçaklar” dedi. Penceredeki demir parmaklık yetmemiş bir tel de örgü çekmişlerdi. Ne hava ne gün ışığı giriyordu içeri.
Çok geçmemişti ki hücrenin otomatik kapısı açıldı yine aynı yüzler, bakışlarla karşılaştı. Ziya, gardiyanın “Bahçeye çıkacak mısın?” sorusuyla anladıki hücrenin içinden havalandırmaya açılan kapı yok. Duyulur duyulmaz bir sesle “evet” diyen Ziya kapıya doğru ilerledi. Kaç adım yürüdü, nereden geçti anlayamadan kendini havalandırmada buldu. Gökyüzüne bakmak için derin bir nefes aldıktan sonra kafasını kaldırdı, bakışları havada asılı kaldı, gözlerini kapadı.
Oğlum, hadisene. Bak beni duyuyor mu hiç, Ziya oğlum kime diyorum ben.
Ne var anne ne istiyorsun?
Şu bidonları alsan da iki kova su çeksen kuyudan, hadi annesinin yakışıklı oğlu
Kovayı boşken salsak kolayda geri çekmesi zor be anne, abim gitse olmaz mı?
Abini beklersem oohoo akşam olur, hadi be oğlum git de gel.
Gönülsüzce yerinden kalkıp annesinin eline tutuşturduğu iki bidonu alan Ziya tabanlarına bastığı ayakkabılarıyla çıktı evden. Temiz havayı ciğerlerine çekince olduğu yerde durdu. Etrafına bakındı bir an neden dışarı çıktığını unutur gibi oldu. Elinde duran boş bidonları görünce uzun süredir oradaymış gibi hissetti. Evin arkasındaki yamacı inip kuyunun başına gelmesi çabuk oldu.
“Oldum olası korkarım şu kuyunun başına gelmekten, içine düşecekmişim gibi geliyor her defasında, anama çaktırmıyorum ama ya düşersem diye ödüm patlıyor…” söylendikçe korkusunu yeneceğini düşünen Ziya elini makaranın pedalına attı.
Boş kovayı salması iyiydi de doluyu çekmesi… Boş kovanın suya değdiğinde çıkardığı sesi işitir işitmez Ziya iç geçirdi. Kuyunun içine bakıp bakmamak arasında gidip geldi.
Korkuyor olsa da bakmak içinde can atıyordu. “Bakmalıyım ki ne kadar çekeceğimi kestireyim” deyip pedalı bırakan elleri kuyunun kenarına sıkı sıkı yapıştı. Yavaş yavaş kafasını uzattı. Boş kova suya dalmış çekilmeyi bekliyordu. Suyun üstündeki yansımasını gördü. “Ne kadar derin , insan buraya düşse bir daha çıkamaz vallahi…” diye diye hızla çekti kendini geriye doğru. Bir an için kuyuya düştüğünü ama üstünün hiç ıslanmadığını hissetti. Nefes alamayıp boğulacakmış gibi oldu. Çığlık atmak geldi içinden, nasıl kurtulacaktı şimdi…
Gözlerini sıkıca yumup açtı, etrafına baktı. Dolan kovayı hızlıca çekti. Bidonları doldurup koşar adım uzaklaştı kuyunun başından. Hem yürüyor hem de kafasını kaldırıp gökyüzüne bakıyordu. Yorulduğunu hissedip bidonları yavaşça yere bıraktı. Tekrar başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Uçsuz bucaksız gökyüzü gözleri önüne seriliydi. Gözlerini kapadı…
“Havalandırma Saati Bitti Hadi İçeri” Ziya sesin nereden geldiğini anlayamadı ilk önce. Gardiyan cümlesini tekrarlayınca kafasını sesin geldiği tarafa çevirdi. Hücresine döndüğünde bulunduğu yerin hapishane değil çocukluğundaki kuyunun aynısı olduğunu düşündü. “Kuyu tipi bir yerdeyim ama artık korkmuyorum” diyerek bir türkü tutturdu.

(Bu öykü, Halk Okulu dergisinin 210. sayısından alınmıştır.)

Sosyal ağlarda paylaşın