Halkın Avukatları Tarih Yazıyor… Selçuk Kozağaçlı’nın Konuşması -2

Selçuk Kozağaçlı’nın Konuşması -2

“Bu dosyanın hükmünü Ebru verdi. Biz kazanacağız.”

Selçuk Kozağaçlı, 8 Kasım günü devam eden duruşmada yaptığı konuşmayla, faşizmi yargılamaya, faşizmin hukukçularına hukuk dersi vermeye devam etti.
Selçuk Kozağaçlı’nın konuşması şöyle:


Selçuk Kozağaçlı: Dün size söyledim, Ebru’nun ölümü bu dosyanın kıyameti. Ebru sağ olsaydı bu dosya bizi bu kadar ilgilendirmezdi. Fakat bu dosya Ebru’yu katletti.

Dün Antigone’yi anlattım. Bu trajedinin özü sonunda ölüm de olsa, yalnız da kalsa direnmektir.

Burada bulunanları ve Ebru’nun yanında olanları tenzih ediyorum ancak Türkiye’de sol ailesi bir avukatın ölüm orucu yapmasına gerekli ilgiyi göstermedi.

Ebru fanatik bir çılgındı bu yüzden ölüm orucu yaptı öyle mi? Ebru ölüm orucu yaptı diye devrim olmayacaktı, toplum değişmeyecekti? Ebru bunları bilmiyor muydu? Ebru öncülük yapması gerektiğine inanıyordu. Bir şeylerin değişmesini bekleme lüksü yoktu.

Antigone adının etimolojisi birden fazla okumaya izin verir. Anti + Gones. ANTİ kavramının, “yakın, onun yerine” anlamını veya daha yaygın bilinen “karşı” anlamını; GONES kavramının evlat yahut aile anlamlarından birisiyle eşleştirerek basitçe iki sonuca varılabilir.

Antigone, karşı çıkmak için doğmuş olandır. Aynı zamanda aileye en yakın veya babasının eşiti olan da odur. Eğer solu gerçekten bir aile olarak kabul edip sevebiliyorsanız Ebru’nun gücü ve ışıltısı da budur. O hepimizin hısmı ve en yakınımızdır. Karşı çıkmak için doğmuştur.

Kayıtlara geçsin. 3 tane Ağır Ceza Mahkemesi üyesi bizleri günlerce dinledi ve 1 yıldan sonra tahliye ettiler. Bu 3 yargıç gece saat 2’den itibaren taciz edilmeye başladı. Halbuki telaş edilecek bir şey yoktu. Bir sonraki itiraz merciine kararı aldırtabilirlerdi.

Ama bir şey öğretmek istiyorlardı. Bakan Yardımcısı başka Mahkemeyi veya itirazı kabul etmedi. Bizzat siz kaldıracaksınız, böyle bir tahliye kararı veremezsiniz denildi. Nüfuz ticareti ile, baskı ile, ağır bir ahlaksızlık ile hakimleri tehdit ettiler.

26 yıldır Ankara’da avukatlık yapıyorum, Ankara’da yaşadım (Tutuklu kaldığım zamanlar dışında). 26 yılda Ankara’da bir kere hakkımda propagandadan, örgüt üyeliğinden hakkımda fezleke bile düzenlenmedi. İstanbul polisinin işi bu. Canları sıkılınca beni ekliyorlar listeye.

Ebru hukuk dışı yakalama emrini tanımadı ve bürosuyla adliye arasındaki beş yüz metrelik yolu yürümeyi aylarca reddetti.

Ebru, doğrusunu yaptı. Ebru, bürosunda çalışmaya devam etti. Polis bu süre içinde Ebru bürosunda olabilir diye bürosunu iki kere bastı. Ebru, bürosunda yakalanmadı. Hakkınızda bu tip kararlar çıkartan bir rejime karşı büronuzda kendinizi savunacaksınız.

“Sinede gizli olan sırdır, bir vaaz değil!
Darağacından söylersin, kürsüden değil”

Diyor Galib, Ebru da öyle yaptı.
Hukuk dışı yakalama emrini tanımadı ve bürosuyla adliye arasındaki beş yüz metrelik yolu yürümeyi aylarca reddetti.

Onun sığınağı bürosuydu

“Faşizme teslim olmayan için
Her koru dibi
Her komşu kapısı
Her çatı arası
Sığınaktır
Bir sığınakta buldular bedenimi
Taşıyorum onu hala bir pankart gibi”

Ebru’nun dizeleriydi bunlar. Ebru bizim pankartımız gibi şimdi.

Ölmeseydi daha iyi değil miydi?
Artık onun taşıyamadığı bedenin fotoğrafları bizim pankartımız. Ölmeseydi daha iyi değil miydi? Kişisel olarak soruyorsanız keşke onun yerine ben ölebilseydim, yaşayan Ebru olsaydı dünya çok daha güzel bir yer olurdu.

Evet, elbette yaşasa daha iyiydi ancak bunu sözü için değil, bizim açımızdan her zaman büyük bir yaşama sevinci olan fiziksel varlığı için söylüyoruz. Sözünün akıbeti bu ölümün anlamı olacaktır.

Her zaman büyük bir yaşama sevinci olan fiziksel varlığı için söylüyoruz.

“BİZ ÖLÜLERİN AVUKATIYIZ”
Mısırlı Sosyalist yazar Salâh Abdüs Sabûr’dan “Ma s’adü’l-Hallâc” (Hallâc’ın Trajedisi) dinlerseniz, başka bir koro söyler. Koro, trajedilerde halkı temsil eder. Antigone’de kritik anda koro, ölüyü göm der. Biz ölülerin avukatıyız, sağların avukatlığını yapabilmek için önce ölülerin avukatlığını yapmaya cesaret edeceksiniz.

Koro:

  • Ve sözlerinden ambarımıza koyduklarımızı gidip köylünün sabanının arkasından serpeceğiz
  • Ve onları tüccarların mallarıyla birlikte saklayacağız
  • Ve onları çölü geçen devecilerin türkü söyleyen ağızlarına gizleyeceğiz.

Cizre’de, Soma’da Şemdinli’de, Ankara Garında ölülerin avukatlığını yaptım. Onur duyuyorum. Ölülerin avukatlığını yapmayanlar sağların avukatlığını yapamaz. Benim avukatlıktan anladığım budur.

  • Ve onları giysilerin kıvrımlarında saklanmak üzere kâğıtlara yazacağız
  • Ve onları dizelere, şiirlere dönüştüreceğiz
    Hepsi Birden:
    Söyle bana, şehit edilmeseydi eğer, ne olurdu akıbeti sözlerinin…”

Ebru’nun sözlerinin akıbeti bizim sözlerimizdir. Yaşadığımız müddetçe onun sözlerini söyleyeceğiz.

Yargıçlar sanık lehine delilleri görünce ne yapar?
Yusuf Suresi’nin 35. Ayeti: “Sonra Yusuf’un suçsuzluğu konusunda bu kadar açık delilleri gördükleri halde o adamlara şu düşünce baskın geldi:
“Her ne olursa olsun, onu bir süre daha zindana atsınlar.”

Yusuf peygamberin haksız hapse atılış hikayesidir, böyledir bu iş. Elinizde haklı bir delil yoksa birini hapse atarsınız üzerine kilit vurduktan sonra onun suçlu olduğunu düşünürler. Kilidi vurduktan sonra hakkımızda maraz arıyorsunuz.

ÇIKARSAK DA YUSUF GİBİ ÇIKACAĞIZ!
Hapishaneye Medrese-i Yusuf derler, hapiste Yusuf gibi yatılır. Biz müvekkillerimizden böyle öğrendik. Hapishane bizi çürütemez. Çıkarsak da Yusuf gibi çıkacağız.

Eğer odada bir fil varsa ondan bahsetmeden başka bir şeyden bahsedemezsiniz. Bu dosyada 4 düzeyde delil var. İlki polis fezlekesi, ikincisi basın açıklamaları “külliyatı”, üçüncüsü iddianameler ve dördüncüsü duruşma savcısının mütalaası.

Bu dosyanın en önemli delili dönemin başbakanının 6 kere hakkımızda yaptığı açıklamalardan ilkidir: ““Şimdi bakınız, çok açık, net söylüyorum, bir apartman dairesinde değerli kardeşlerim, gecenin yarısında avukatlar toplanıp, on bir çelik kapı, orada ne iş görür?

Bu çelik kapıların arkasında, ardında acaba neler yapılıyor? Ve bu çelik kapılar tabii açılmıyor, bir taraftan kaynak testerelerle ve sairelerle bunlar açılmaya çalışılıyor, tabii açılamayınca ne yapacak güvenlik? Nereden girebiliyor buraya, oradan girecek.

İtfaiye yardımıyla, desteğiyle bu defa merdivenlerle camdan buraya giriliyor. Ne görülüyor içerde? Ne isterseniz var; yakılmak istenen evraklar, kimlikler ve saire, sahte kimlikler, hepsi orada yakalanıyor. Kim bunlar? İşini iyi bilen avukatlar.
Ve dışarıda bakıyorsunuz bazı avukatlar, onlar da o avukatlarla ilgili: ‘Avukatlara müdahale edilemez!’ Hadi canım sen de, nasıl edilemez!?”
Bağlaçlar hariç tamamı yalan. Bağlaçlar da yerinde kullanılmamış.

20’şer gün ara ile 6 kere bu yalanı neden tekrarlar bir adam. Gerçeği merak eden için dosyada polisin video çekimi ve arama tutanağı var. Bakmak yasak değilse bir bakın tutanağa. Sıradan bir daire kapısını, bir buçuk dakikada kırarak açıp gece yarısı büroya doluşup, yerleşiyorlar.

Yanlarında savcı yok -trafiğe takıldı diyorlar-. Arama emri yok -savcıda diyorlar-; bunların hepsini anlamak da üç dakika sürüyor, etti toplam dört buçuk dakika. Sonrası, saatlerce savcı bekleyerek ve devamında arama yapılarak geçiyor. Tamamı kayıtlı.

Bir başbakan, devam etmekte olan bir soruşturma ile ilgili -niye konuşur demiyorum, demin niye konuşabildiğini söyledim- niye böyle kuyruklu bir yalan atar?
Birkaç seçenek var. Mesela kandırılmış olabilir mi?

O yıllarda yürütülmüş bazı soruşturmalar için “Kandırıldık, Allah affetsin” dedi sonradan. Bu dosya için bana ulaşmış bir af talebi yok. Gerçi zaten mağdurdan değil Allah’tan af dilediği için belki de içinden söylemiştir.

Sonuçta size ulaşan bir talep de yoksa, hukuksal açıdan şöyle diyebiliriz, bilerek isteyerek uyduruyor. Anayasamıza göre bu suçtur, falan demiyorum. Bunlar yargının kapsama alanı dışındaki adamlar, bir işlem yapamayacağınızı biliyorum.

“BUNLAR ÇOK TEHLİKELİ AVUKATLAR!”

Bizim hakkımızdaki gerçek suçlama budur. Hukuksal olarak hiçbir numara yok. Döndük dolaştık bu yalana geldik: “Bunlar çok tehlikeli avukatlar.” 10 yıldır niye yargılama yapıyorsunuz. 10 gün sonra kurulmuş hüküm dönemin başbakanı tarafından.

Siyasal yalanı, hukuksal bir kılıfa uydurmak üzere oluşturulmuş bir teşkilatsınız. 6 kere söylenmiş tamamı yalan ifadeler, dosyadaki önemli delil bu. Bu işler siyaseten daha kolay olur, bu işlerin hukuk yoluyla yapılmaya çalışılması hukuksal tahakküm içindir.

Türk Ceza Adalet Sistemi bana her zaman bir kitap kapağını hatırlatmıştır. Daha doğrusu, tam olarak Benedict Anderson’un “Hayali Cemaatler” kitabının -şimdi yılını hatırlamadığım- eski bir çeviri baskısının karton kapak fotoğrafını.

Fotoğrafta, gayet batılı kesimde koyu renk ceketleri, beyaz gömlekleri, papyon kravatları, yelekleri ve yaka mendilleriyle poz vermiş siyahi yöneticiler -yanlış hatırlamıyorsam üç kişi- bulunur.

Objektife bakarlar. Diyelim ki objektif de onlara bakar. Makinenin arkası “Batı” sayıldığından, poz verenin bakışı gayet oksidentalisttir. Kıyafetin ciddiyeti, kabul görme isteğini yansıtır gibidir: “İşte! Biz de devlet kurduk, hukuk, akıl, modernite; sizde ne varsa bizde de var.”

Batılı olmayan bir coğrafyada batının hayal edilen bakışı altında icra edilen bir takım faaliyet ve düzenlemelere oksidentalizm diyelim. Adeta Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi yaptırım kararı sonrasında hatıra fotoğrafı çektirir gibi bakarlar anlayacağınız.

Ancak fotoğrafın temsil ettiği dışa karşı egemenlik iddiasının, siyasal tahakküm olarak içeride de işlemesi için özel “coğrafi işaretlere” ihtiyaç vardır. Kendi halkının egemeni olabilmek, üstteki ceketin batılı emperyaliste anlatmaya çalıştığından fazlasına kendi kültürel kodlarına ihtiyaç duyar. Tam da o nedenle kapaktaki fotoğraf, ceketle takım olması icap eden pantolonun, yönetmeye talip oldukları halkın gözünde onları sadece küçük düşüreceğinin bilincinde adamların suretidir.

Bu yüzden kıyafetleri -anlaşıldığı kadarıyla güçlü erkeklerin ve kabile reislerinin giymesi beklenen- uzun kabarık eteklerle tamamlanmıştır. Yerli ve milli kombin diyelim. Hukuk hevesinizin, anayasal yönetim merakınızın, Avrupa Konseyi kurucu üyeliğinizin; sizi bütün bu dava/mahkeme telaşına mecbur tutarak sıkıştırdığının, arıza gibi yavaşlattığının farkındayım.
Alman Ceza Muhakemesi Kanunu’ndan ceket diktirip, bel altında beni altı yıl iki ay tutuklu tutmanızın, bu topraklarda egemenliğini ancak muhaliflerini hapiste tutarak ispatlayabilen siyasal iktidarın eylemi olduğu ortadadır.İkinci düzeyde, güncelliği nedeniyle duruşma savcısının esas hakkında mütalaasından söz edebiliriz. Elbette, odadaki fil üzerine konuşmadan mümkün değil.

“Savcı” kelimesi “devlet adına ve yararına davalar açan, kamu hakları ve hukuku yerine getirmek üzere yargıç katında sanıkları kovuşturan hukukçu” anlamında kullanılıyor ancak etimolojisi biraz daha derindir.Eski hali (ç) harfiyle yazılırdı ve her ikisi de “haber, söz” anlamındaki “sav” kökünden türemiş iki farklı kullanımı vardı.

Divan-ı Lügat-i Türk’de “birinin sözünü ileten” kişiye sav(ç)ı dendiği belirtilir. Bu kadim anlam, duruşma savcısının haline daha uygun. Zira İnterpol kırmızı bülteniyle arandığı için kendisi gelip sözünü huzurda tekrar edemeyecek durumda olan firari iddianame savcısının sözünü bize iletmeyi vazife edinmiş görünüyor.
Dosyada 37 savcı görev almış. 37 tane savcıyı dosyaya teşne ederseniz savcının elini kolunu bağlarsanız dosyanın mütalaası da böyle olur. Çorbada tuzumuz olsun deyip bir kelime ekleyemiyor iddianameden kopyala yapıştır yapıyor.

Eğer sadece on yedi hecede anlatmam gerekseydi, herhalde Kyoshi’nin şu haikusunu tercih ederdim:
Sıvıştı yılan
ama bana attığı bakış
otlarda kaldı.
Adem Özcan sıvıştı gitti hala onun yalanları ile uğraşıyoruz.

Çok fazla edebiyat alıntısı yapıyorum ama bir insanı 6 yıl bir yere kapatırsanız bunlara katlanmak zorundasınız. Adem’in hakkımda kurabildiği üç paragrafı, yazım yanlışları ve “talebi” ile birlikte kopyalanmış halde “mütalaa” diye tekrar etmek, objektif cemaatçiliktir.

Dün de söyledim. Adem Özcan yalan söylediğini biliyordu. Çünkü içinde bulunduğu çetenin ağırlığının farkında ve bunun konforundaydı. Umarım şimdiki savcı mütalaada attığı yalanın farkındadır.

Politik bir davada hukuk konuşmak çok can sıkıcı ancak avukatlık zafiyetimden yapıyorum. Bunu severek isteyerek yaptığımızı düşünmeyin. Bu davanın hükmü 10 gün sonra başbakan tarafından okunmuş zaten.

Yine de, işin aslı anglo-amerikan geleneğinin “hukuk konuşması” diye tanımladığı işten çekiniyorum. Çünkü böyle yaparak, bu gösteriyi dava, muhatabımızı mahkeme ve meselemizi yasanın ihlal edilip edilmediğiyle ilgili olarak yeniden üreten; siyasal mücadeleyle ötelemeyi
her başardığımızda hep yeniden inşa edilen sınırın önünde dövüşmeyi kabul etmiş oluyoruz. Sadece bizim için değil, dosya savunmasını yapacak meslektaşlarımız, hatta mesleğimizin tamamı için süregiden bir riskten söz ediyorum.

Madem birazdan “suçlama listenizden” söz ederek dolaylı da olsa hukuka hizmet edeceğim; hiç değilse önce bir başkasından; “Hukuk Yapamamayı Başarmanın Sekiz Yolu” listesinden bahsetmekle işe başlayayım. Cotterel “The Morality of Law” dan aktarıyor:

  1. Kurallar oluşturamamak, yani her hususta ad hoc (olaydan sonra) karar vermek gerekmesi.
  2. Uygulanacak kuralları alenileştirememek.
  3. Geçmişe yürüyen yasaların kötüye kullanılması.
  4. Kuralları anlaşılabilir kılmamak.
  5. Çelişik kurallar çıkarmak.
  6. Etkilenen taraftan gücünün ötesinde eylem talep eden kurallar çıkarmak.
  7. Muhataplarının eylemlerini kural doğrultusunda yönlendiremeyeceği kadar sık değişiklik yapmak.
  8. Kural ile fiili uygulama arasında uyum sağlayamamak.

Bence hepsi tutuyor bizim ülkemiz için ama listenin size daha tanıdık gelmesi için hiç değilse bir kaçına yerli ve milli “coğrafi işaretler” koyayım.
T.C Anayasası’nın 37. maddesi şöyledir: “Hiç kimse kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamaz.”

Madde daha çok yan başlığıyla ünlüdür : “Kanuni Hâkim Güvencesi”
Davaya bakacak hâkimin, dava açılmadan önce kanunla belirlenmiş olarak orada -zaten- oturuyor olmasını ve açacağınız dava için işinize geldiği gibi hâkim veya mahkeme seçemeyeceğinizi söyleyen bir kurala benziyor.

Bizi tahliye eden bütün hakimleri ağır ceza sisteminden çıkardınız, 40 hakim değiştirdiniz. Kanuni hakim güvencesi bu mu?

Mahkemece verilen “tutukluluğun devamı” kararları hukuksal meşruiyetlerini -büyük oranda- ilk tutuklama kararının hukuka uygunluğundan alırlar. Tamamen değil, çünkü tutuklama süresi uzadıkça bu meşruiyet azalır, ilk tutuklamanın nedenleri ve aciliyeti kaybolur;
yeni gerekçeler göstermek zorunda kalırsınız. Siz buna zahmet etmediniz. Biraz daha tutuklu kalsak tek kelimeye düşecek. Beni tutuklayabilmek için 9 hakimin önüne çıkardınız, 3’ü kanunen yetkisizdi.

Hala ilk tutuklamanın devamı kararındasınız, bu hukuk yapamamak. Ben halk düşmanı mahkemelerde DGM’lerde 15 yıl avukatlık yaptım. O hakimlerin mesleki güvencesi vardı. Ben bunu tahliye etsem hakkımda soruşturma açılır mı diye korkmazlardı.

Kanunu çok hızlı değiştirirseniz, muhataplarınız adapte olamaz. 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu’nda, son on bir yılda, 68 kerede toplam 198 madde değişikliği yaptığınızın farkında mısınız? Kanunun kendisi -yürürlük maddesi dahil- yetmiş maddeden ibaretken!

On yıldır her ihaleden önce, kazanmasını istediğiniz veya size komisyon ödeyen kişinin özel şartlarına göre kanunu değiştirmekten daha yaratıcı bir ihaleye fesat karıştırma yöntemi bulamamışken nasıl hukuk yapacaksınız?

“Uygulanacak kuralı alenileştirebiliyor musunuz?” sorusu var listede. Gördüğüm kadarıyla ülkenizde avukatın müvekkiline “susma hakkı” kullandırması yasak. Şuradan anlıyorum; iddianamede beni açıkça -hatta istatistik koyarak- bununla suçlamışsınız.

Böyle işe yarar ve güzel bir kuralı alenileştirmek de ister misiniz? Yasaya konulabilir mesela?Yoksa önce avukatın suçu işleyip yakalanmasını, sonra kuralın iddianameyle tebliğ edilerek kişisel açıdan alenileştirilmesini daha mı verimli buluyorsunuz?İşte bu “hukuk yapamamak” tır.

Sizi yormamak için son bir örnekle bitireyim:
Üniversite öğretim üyesi atamak için genel bir ilana çıkıp, şartlar arasında: “İnsansız Hava Aracı (İHA) Ticari Pilot Sertifikası sahibi olmak; Osmanlı döneminde enflasyon çalışmış olmak; Arap dilinde görececilik uzmanlığı olmak…”

gibi vasıflar sayarsanız, etkilenen başvurucu tarafların gücünün ötesinde eylem talep eden kurallar çıkarmış olmaz mısınız? Bu soru çok “hukuksal” oldu, açıktan sorayım: Aslında işe almaya karar verdiğiniz tek kişinin CV’sinden kopyalanmış bilgiyle genel ilana çıkılmayacağını bilmek, hukuk yapabilmenin asgari şartı değil mi zaten? Bunları şunun için anlatıyorum; genel olarak ne için hukuk yapamıyorsanız, aynı nedenle “Ceza Adalet Sistemi” de inşa edemiyorsunuz ve işletemiyorsunuz.

Bu davanın iddianamesi, 2012/2259 numaralı soruşturmaya dayanıyor. Size, bu soruşturmayı ve iddianameyi kurgulayanların “sahte delil yaratmak” tan hüküm giydiğini söyledik. Cevap olarak -mealen- “başkalarıyla ilgili yaratmış olabilirler, ++

sizinle ilgili de yarattıkları ortaya çıkmadan beni ilgilendirmez” dediniz. Size evraklar sunduk, bunlarda büromuzun adı geçmiş. Hükümden önce bunlara bakın.

  1. ACM, savcının talebi yokken bir anda İsmet Özdemir’i getirdi ve bunu dinlemek istiyorum dedi. Yargıç, bu şekilde delil toplayamaz dedik. Ama yetkisiz iş yapan bakan yardımcılığıyla cezalandırıldı.

Dosyada dinlenebilen tek tanık bu. 11 tane uyuşturucu kullanan bir tanık. Hastaneye yazı yazmadınız. Bu adamın neden tanık olarak dinlenemeyeceğini size Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi size yazardı. Bunlar kurgu, hakikat böyle inşa edilmez.

Bizi etiketleyerek, sahte delil kurgulayarak, sahte tanık yaratarak hatta bir dava açıp tutuklu tutarak yarattığınız imge basitçe ortadan kaldırılamaz. İnsanlar bunun “hukuk” olduğunu düşünerek, hukukun yaşamları için vazgeçilmez olduğuna inanmak üzere koşullanırlar.

Ingrid Bergman ve Charles Bayor’un başrolleri paylaştığı, George Cukor’un 1944 yapımı “Gaslighting” filimi bu işi anlatır. Film, bir tiyatro oyunundan aldığı adını politik bir terime verecek kadar etkilidir.

Cemaat ve devlet ile hastalıklı ilişkinizi gaslihting yoluyla bize yansıtmanıza izin vermeyeceğiz. Biz kendi gerçeğimizin, mesleki-siyasal hakikatimizin farkındayız.

“Kurguyu boş verin, gerçeklerden konuşalım” demeyeceğim. Devlet kurmaca inşa etmeden yönetemez. Bunu sadece ceza davasına sahte delil kurgulamak anlamında değil bütün yönetim pratikleri açısından söylüyorum.

“Beni kur
Zamanı gelince uyanayım
Başını kesiyorlar burada
Yeşil tüylerini kabarta kabarta
Çağrı yapan horozun
Oysa dünya dönmektedir sırtını
“Biraz da burayı ısıt” der gibi
Ariyen ülkesinden gelen güneşe”

Bu şiir, Ebru’nun. Ebru’nun ruh hali buydu. Yeşil tüylerini kabarta kabarta çağrı yapan bir horoz olduğuna inanıyordu.

Hukuksal adaletin mahiyetini ortaya koyabilmek için, Harold J. Berman, aşina olduğumuz bir fıkradan yararlanır:
Molla Nasreddin Kadı tayin edilmiştir. İlk davasını görürken, dikkatle dinlediği davacıya “haklısın” der.

Peşinden aynı özenle dinlediği davalıya da “haklısın” diyecektir. Acemi Kadı’nın henüz yeni mesleğinin doğasını kavrayamadığından korkan kâtip müdahale eder: “İkisi de haklı olamaz, davadayız, kim haklı?”

Molla, ünlü cevabını vererek eşdeğer haklılıkları üçe çıkarır: “Sen de haklısın.” Tutup bir kez daha -bu sefer üçünden- hangisinin haklı olduğunu sormak manasızdır. Berman fıkrayı bunun için aktarmaz ama; eşit düzeyde taraflar, yahut birbirine eş değer haklılık iddiası ileri
sürebilenler birbirini yargılayamaz, cezalandıramazlar. Hatta bu ilişki yargının -dolayısıyla hukuksal tahakkümün- konusu bile sayılmaz. Bizim aramızdaki sohbetin bir ceza davasına benzemeyişinin de önemli nedenlerinden birisi burada yatıyor.

Hakkımızda sadece DHKP-C davalarına bakmak diye bir suçlama var. Ben Cizre, Şemdinli, Soma davalarının avukatıyım. Meslek hayatım boyunca 10.000 vekalet aldım. Kentsel dönüşüm denilen bir meseleye verdik 3 yılımızı müvekkillerimizin tamamı Saadet Partiliydi.

Maden göçüğünde çocuğunu kaybetmiş, iki göz gecekondusu kentsel dönüşüm denerek başına yıkılmış, haksız yere işten atılmış, kolunu kopartan makinenin tamir faturası tazminatından düşülmüş; canını, sevdiğini, gözünü, dalağını, böbreğini “orantılı” asker-polis dayağına kaptırmış
insanlar benim müvekkilim. Hepsinin ortak paydası adlarını davacı defterlerine yazdıramamış olmaları. Müvekkillerimiz böyle olunca biz de müşteki vekili olamıyoruz.

Konu terör değil örgüt yönetciliği değildir. Paydaya dahil edilmeyenlerin, mülksüzün; sesi dile, acısı talebe dönüşemeyenin avukatıyız. Onlar adına adalet istiyoruz.

Soma’da katliamın ertesi günü oradaydım. Çepni köylerinde Sünniyim diye vekalet vermediler, ova köylerinde bıyıklı diye vermediler. 4 ay vekalet alamadım. Şimdi 200 müvekkilim var. Neden bana vekalet vermediniz, dedim.

Allah katında günah olur, diye düşündük dediler. Benim bu vekaletlerimi alma çabamı örgüt yöneticiliği diye yargılanıyorsunuz. Madenlerde insanlar ölmeye devam ediyor, çünkü sorumluları cezalandırılmıyor.

Secde suresinin yirmi beşinci ayeti bunun haberidir: “Allah kıyamet gününde onların aralarında ihtilaf ettiği konulardaki hükmünü verir” Biraz öncesinde, yirmi kinci ayette zaten uyarmıştır: “Kuşku yok ki suçludan biz intikam alırız.”

Mahkeme-i Kübra’da kimse kimseye vekalet veremediği için, ben avukatlığımı bu dünyada yapmak zorundayım. Soma’dan 2018’de o insanlar davamızı izlemeye geldiler. Bugüne kadar beni en çok mutlu eden duruşma katılımcıları onlardır.
Bu mesleği para kazanmak için yapmadık. Böyle yapmadık diye bize örgüt faaliyeti yakıştırması yapamazsınız. Hoşlanmıyorum diyebilirsiniz. Somadaki müvekkillerim gelip dediler; biz, seni tanıyoruz arkandayız dediler. Bu bana yeter.

“Onlar sanıyorlar ki; biz sussak mesele kalmayacak
Hâlbuki
Biz sussak tarih susmayacak
Onlar sanıyorlar ki
Bizden kurtulsalar mesele kalmayacak
Hâlbuki
Bizden kurtulsalar vicdan azabından kurtulamayacaklar
Vicdan azabından kurtulsalar
Tarihin azabından kurtulamayacaklar

Tarihin azabından kurtulsalar
Tanrının gazabından kurtulamayacaklar”

Sezai Karakoç bile vicdan ve tarih diye iki istinaf aşaması koymuş.

“Biz yoksulların dinine mensubuz. Dünyanın her yerinde ve zamanında aslında sadece iki din vardır, tam olarak söylenecek olursa zenginlerinki ve yoksullarınki….”
Devamında, 1977’de askerler tarafından katledilecek Salvador’lu Cizvit Papazı Peder Rutilio Grande’yi;
aynı yıl Salvador Başpsikoposluğuna seçilip 23 Mart 1980’de katledilecek Monsenyör Oscar Romero’yu; Thomas Münzer’i, Ebu Zer el Gıffari’yi İmam-ı Azam Ebu Hanife’yi, İmam Hüseyin’i anıp, dinimizin bu dünyadaki adalet arayışını anlatmışız.

Burada mazlumun, kıyameti önceleyen iki kategori daha yarattığı hemen ayırt edilebilir: Vicdan ve Tarih.
Böylece zalim için nihai tanrısal gazapla karşılaşmadan önce iki kademeli yargı (azap/ceza) imkânı daha doğmuş oluyor.
Önce vicdanı konuşalım.

Vicdan, ne hukuk ne siyaset açısından erdemdir ama yine de sorayım: Elinizi vicdanınıza koyarak bize bakın. Avukatlığımızın, sözlerimizin ve eylemlerimizin hatta tümyaşamımızın, her anıyla halka, yoksullara adanmış olduğunu göremiyor musunuz?

Daha önce düşünme fırsatınız olmadıysa şimdi basitçe tartın; meselâ, hakkımızda yalan dolu yasa dışı bir kitapçık yayınlamış iç işleri bakanı ile bizi karşılaştırın. Her iki tarafın suçla, parayla, yoksullukla ilişkisini ölçün; ahlak ve güvenilirlikle imtihanına not verin.

Dosyada bizi suçlamak için kullandığınız fotoğraflar var; sosyal medya hesabına girip bir de onunkilere bakın, kimlerle fotoğraf çektirmiş?
Bu rejimin ahlaki ve ekonomik çürümüşlüğünün ne kadar dışında, nasıl karşısında olduğumuzu görmek çok mu zor?

Kafa kesen IŞİD’lilerin kimin omuz başında gülümseyen fotoğrafı var bakın, Faruk Fatih Özer’le, kaplan grubunun yanında kimin abisi varmış? Bir bakın.

Sağlık Bakanı’nın hastanesi var, Ticaret Bakanı devleti dolandırıyor. İçişleri Bakanı’nın da elindeki malzeme bu napsın diyebilirsiniz. O zaman Savunma Bakanı da füze alıp satmaya başlayabilir.

Ben mi daha düzgün bir adamım Süleyman Soylu mu? Vican, zayıf bir mahkemedir, tercih etmem.

Elbette iyiyi ve kötüyü hatta haklıyı ve haksızı ayırabilmek vicdan sahibi için büyük mesele sayılmaz -yargıcın gerçek erdemi gemiyi yüzdürmektir. Arendt’in tespitiyle söylenirse; “kötülüğün işleyeceği suçu önlemek için değil, mutlak masumiyetin şiddetini cezalandırmak için” +

erdem devreye girmek zorundadır. Biz, hiç yorulmadan, hiç üşenmeden, kimseden ödeyebileceğinin üstünde para istemeden avukatlık yaptık. Süleyman Soylu’nun içişleri bakanı olduğu bir ülkede bu kadar masumiyet cezalandırılır tabi.

Dikkat ettiyseniz, başından beri hiç vicdanınıza seslenmedik; gerekli veya faydalı görmediğimizden ama bu iş tek taraflı değil. Haklı olarak siz de bize; “Vicdanınız açısından durum nedir?” diye sorabilirsiniz.
O yüzden, belki şu anda huzurunuzda bulunan yüzlerce avukatın önünde
vicdanımıza seslenmek istersiniz. “Yaptığınız şeyin basitçe avukatlık olmadığını kabul edin! Devlete karşı suç işleyen insanlara ne kadar yakın çalıştığınızı fark etmiyor musunuz? Silahlı siyaset yapan insanların işini kolaylaştırıp, onlarla mücadele eden kamu görevlilerinin faaliyetini nasıl zora soktuğunuzu, hatta güvenliği tehlikeye düşürdüğünüzü anlamıyor musunuz?
Elinizi vicdanınıza koyun: farklı tarzlarda avukatlık yapan şu bir salon dolusu insanı değil de sizi suçlamamızı çok mu haksız buluyorsunuz?”

Güzel soru.

Karamazov Kardeşler’i anmak istiyorum. Çocukların hepsi babasını öldürmek isterler, öyle bir babadır. Dimitri, mahkemeye çıkar ona sorarlar babanı öldürdün mü? Gerçekten çocuk babasını öldürmemiş ama vicdanen rahatsız hissetmesinin sebebi babasını katletmeyi aklından geçirmiş olmasıdır, bunu itiraf eder.Şimdi bana sorduğunuz soru şuysa yaşamın boyunca silahlı siyasal şiddeti ve örgütleri siyasal alanın dışında görmedim,bunu ayıp günah suç görmedim.Devletin silah zoru ile yok edilmesinden mutlu olurdum, ama soru örgüt yöneticisi misinse, hayır değilim.

Koşullar farklı olsa silahlı siyaset yapabilirdim, yapmayı düşündüm, yapmak istedim, ama yapmadım. 30 yıldır açık alanlarda meydanlar polis takibinde göz önünde bir hayat sürdüm. her yıl polis 3 kere beni hırpalar dayak yerim sonra beraat ederim. Şimdi bundan da eksik kaldım. ++

Eğer polisle yaşadığımız bu mesaiyi saymazsanız şiddetle bir ilgim olmadı. Ben müvekkillerimin silahlı örgüt üyeliği veya yönetici olduğunu öğrendiğimde avukatlığını mı bırakıracaktım? Gelip size mi söyleyecektim? Avukatlıktan beklediğiniz bu muydu ?

Bizim sizden önce meslek kuruluşlarımız var. Bir suçumuz ayıbımız olsa sizden önce onlar davranırlar. Sizin gibi düşünselerdi bugün buraya bu kadar destek göstermeye gelmezlerdi. Bu kadar sene kaç tane avukatın gözaltına alındığında baroların bu kadar sahip çıktığını gördünüz.

Bu dosyada hakimliğe biraz ilgi gösterenler her zaman tahliye ettiler ve sürgünlerle tenzili rütbelerle bedelini ödediler. Onlar gibi düşünüp hareket etseydiniz yürüttüğünüz yargılama neticesinde en fazla adli hata yapmışsınız deyip kararını beğenmezdik.

Elimi vicdanıma koyduğumda benim kafamda oluşan tahayyül en fazla bu olabilir. Sonuçta iktidarın hoşlanmayacağı işler yapıyoruz.

Biz öncü bir rolü üstlendik. Yarattığınız suni dengenin eğitimle seçimle parlamento ile değişmeyeceğine inandık. Bir kar makinası gibi en zor yerlere girdik. Buna gayret ettik. Halkın aleyhine süren bu dengenin bu işlerin bir gün değişeceğine inanıyoruz.

Nihai fikrim bu dava bitmedi. Bu sözlerimi esas hakkındaki savunma olarak kabul etmeyin. Bu şekilde bitirmek isterseniz savcılığın yalanlarını sahte tanıklarını kabul etmiş olursunuz. Size yutturulmak istenen dijital raporları yemeyin derim.

Bu dosyanın hükmü hakkında kaygım yok. Bu dosyanın hükmünü Ebru verdi. Mücadele etmeye devam edeceğiz. İnanıyorum ki bu işler bittiğinde biz kazanacağız.”

Selçuk Kozağaçlı savunmasını alkışlarla tamamladı.

Sosyal ağlarda paylaşın