Gün Gün, An An… KIZILDERE’YE GİDEN YOL’DA 4 AY…

– Bölüm 1 –

1972 yılının Mart ayında, Türkiye’de askeri bir cunta hüküm sürüyordu. Bir NATO üssünden üç İngiliz teknisyenin kaçırılmasıyla sarsıldı Türkiye. Onu büyük bir katliam izledi: Kızıldere katliamı.

Kızıldere adı, o günden bu yana, Türkiye tarihinde özel bir yeri olan bir addır. Kızıldere’de şehit düşen Mahir de aynı şekilde o günden bu yana, Türkiye sınıflar mücadelesinde adı hep gündemde olmuş bir önderdir.

Peki üç İngiliz teknisyen neden kaçırılmıştı?

10 devrimci neden oraya gelmişti?

Kızıldere’de ne olmuştu gerçekte?

*

Bu yazı dizisi, 1971 Kasım’ının sonuyla 1972’nin 30 Mart’ı arasındaki dört aylık tarihin kısa bir özetidir. Bu kısa zaman dilimi, Türkiye solunun en değerli geleneklerinin temellerinin atıldığı, bir destanın yaratıldığı ve bir manifestonun yazıldığı tarihi günlerdir…

Maltepe’den Firar:

Aylar süren çalışmaların ardından tünel hazır hale gelmişti. Tünelin ucundaki ışık görünmüştü. Hayır hayır mecazi değil, gerçekten de görmüşlerdi tünelin ucundaki ışığı. İstanbul Maltepe Askeri Hapishanesi’nde kazılan yaklaşık 13 metrelik tünelin ucunda küçük bir delik açıp gökyüzünü görmüşlerdir. Artık günleri değil saatleri saymaktadırlar o gökyüzünün altında özgür olabilmek için…

1971 yılının 27 Kasım’ında, bir cumartesi akşamında birer birer girerler tünele. 6 kişidirler; tünele giriş sırasıyla, Cihan Alptekin, Mahir Çayan, Ömer Ayna, Ulaş Bardakçı, Oktay Kaynak ve Ziya Yılmaz… Tünelin ucuna varan Cihan, üstlerindeki toprağı biraz kazdıktan sonra farkeder ki, toprak kalınlığı hesapladıklarından biraz fazladır. Hırsla, kararlılıkla, çıplak elleriyle önlerinden söküp atmak ister o toprağı, elleri kanar, derileri soyulur, ama o anda açılabilecek gibi değildir üst taraf, kısa bir çalışma daha gerekmektedir. İstemeyerek de olsa, arkadakilere geri dönüş işaretini verir… Tüneldeki altı devrimci tutsak, sürüne sürüne geri çıkarlar.

Ama çıkacaklardır.

Uçtaki toprak tabaka iyice inceltilir. İki gün sonra, 29 Kasım akşam üzeri, bir kez daha tünele girerler. 5 kişidirler bu kez. Cihan, Mahir, Ömer, Ulaş, Ziya… Bu kez son derece sorunsuz olur çıkışları. Nöbetçilerden gizlenerek askeri araziden çıkarlar. Onların ardından bir başka tutsak daha girer tünele. O öndekiler çıktıktan sonra tünelin ağzını toprakla sıvanmış bir kapakla kapatıp geri döner.

*

Firarlar, tahmin edileceği gibi Türkiye’yi sarsmıştı. Firar edenler, Türkiye devrimin önder kadrolarıydılar. Üstelik, bu büyük eylem, 12 Mart Cuntası’nın hüküm sürdüğü bir ülkede, üstelik askeri bir hapishanede gerçekleştirilmişti.

Bütün Yollar Tutuldu

30 Kasım günü, firari devrimcileri ele geçirmek için büyük operasyonlar başlatıldı. İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı üzerinde Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz, Cihan Alptekin ve Ömer Ayna’nın resimlerinin bulunduğu afişler bastırarak şehrin duvarlarını bu “Aranıyor” afişleriyle doldurdu. Şehir içi ve şehirler arası bütün ana yollar tutulmuştu. Her köşe başında çevirmeler yapılıyordu. Ankara ve İzmir’de ise sokağa çıkma yasağı konmuştu.

Başbakan Nihat Erim, firarlar üzerine TBMM’de gündem dışı bir konuşma yapmak durumunda kalıyor ve şöyle diyordu: “Hükümet olarak olayı bütün ehemmiyetiyle ele aldık ve olayın basit bir kaçırma olayı olmadığı noktasından hareket ederek, tahkikatı buna göre yürütmek konusunda ilgililere emir verdik.”

Onları Bekleyen Kimse Yoktu

Firar edenlerden Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı ve Ziya Yılmaz, THKP-C’nin, Cihan Alptekin ve Ömer Ayna ise THKO’nun önder kadrolarıydılar. THKO’nun örgütsel yapısı büyük ölçüde dağılmış olduğundan firarın dışarı ayağını Cepheliler organize edecekti.

Mahirler, tünelden ve askeri araziden çıkarak daha önceden kararlaştırılmış olan bekleme yerine geldiler. Ama orada onları bekleyen kimse yoktu. Niye olmadığının nedenini daha sonra öğreneceklerdi. Ama o anda ne düşünecek, ne bekleyecek zamanları yoktu. Önce bir minübüse bindiler. Ardından da bir otobüse. En azından bölgeden uzaklaşmışlardı. Bu arada çeşitli ilişkilerine ulaşarak Dolmabahçe Camiinin karşısındaki Sebil Çayevi’nde buluşmak üzere randevulaştılar. Randevu yerine gitmek üzere önce Kadıköy’e, oradan Üsküdar’a gidip, oradan da Beşiktaş’a geçtiler.

Sebil Çayevi’nde buluştukları aynı zamanda avukatları olan Yalçın Öztürk’tür. Öztürk, o anı şöyle anlatıyor:

Kalktık… Çaybahçesine gittik. Ziya Yılmaz, Cihan Alptekin ve Ömer Ayna oturuyordu. Mahir ile Ulaş bir yere gitmişlerdi. Çaybahçesinde ortam çok garip bir şeydi. Gerçek değil de sanki bir oyunmuş gibi geliyor insana. Çok ciddi bir olay. Bir kere nasıl kaçtınız diye sorduk. ‘Tünel kazarak kaçtık’ dediler. İnanılmaz. Zırhlı Birliğin ortasında ufacık beton bir bina. Garnizonun tam göbeğinde… Son derece rahat ve soğukkanlıydılar… O anda fark edilseler, orada öldürülecekler; bizle birlikte. Öyle bir durumda son derece espritüel konuşmalar, şakalar yapılıyor…. Öyle bir hava. Derken biz ayrıldık oradan. Onlar Beyazıt’ta bir yere gittiler.”

“Ölü veya Diri”

Operasyonlar yoğundu, ilişkiler ise alabildiğine daralmıştı. Mahirler, Beyazıt’tan Florya’daki bir eve gittiler. Firardan 26 saat sonra, kalabilecekleri uygun bir yer bulunmuştu.

Firar, gündemi belirlemeye devam etmektedir.

Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç, 2 Aralık’ta, bütün sıkıyönetim komutanlarını Ankara’ya çağırarak bir toplantı yaptı.

1. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Faik Türün ise, birkaç gün sonra gazetecilerle yaptığı toplantıda, “Mahir Çayan ve arkadaşları ergeç ölü veya diri ele geçecektir” diyordu. Çünkü tek bildikleri “kriz yönetimi” yöntemi buydu.

Sıkıyönetim komutanları toplantılar yapıp yeni operasyonların kararını alırken, Mahirler ev ev dolaşmaktaydı. 4 Aralık günü, Mahir ve yoldaşları, Levent, Menekşe Sokak’ta oturan Ahmet ile Hatice Alankuş’ların evine gittiler.

Neden Bekleyen Yoktu?

Bu arada Maltepe’de tünelden çıkıştan sonra bekleme yerinde neden kimsenin beklemediği de açığa kavuşmuştu. Hareket içinde bir sağ sapma ortaya çıkmış ve bu klik, hareketi felç etmişti. Cevahir şehit, Mahir, Ulaş ve daha pek çok kadro tutsak düştükten sonra, hareketin dışarıda kalan iki Merkez Komite üyesi (Münir Ramazan Aktolga ve Yusuf Küpeli), mücadeleyi değil, tasfiyeciliği örgütlemeye başlamışlardı. Konumlarını ise, örgütlenmeyi geliştirmek için değil, kendi sağ, tasfiyeci görüşlerini kabul ettirmek için kullanmaktaydılar.

Sağ sapma, hareketin yediği darbelerin ardından Amerika’yı yeniden keşfetmişti. “Eski çizgi yanlıştı, eklektikti, Narodnikti” vs. vs. Peki ne yapmak gerekiyordu? Sağ sapmaya göre, silahlı mücadeleye son vermek lazımdı, işçi sınıfına gitmek lazımdı…. Kısacası, pasifistlerin ülkemizde yıllardır söylediklerine katılmıştı onlar da…

Mahir’in düşüncesi netti; oligarşiye karşı savaşı kaldığı yerden sürdürmek. Ama şimdi açıkça görülüyordu ki, bu savaşı sürdürmek için, önce bu klikle savaşılmalıydı. Münir Ramazan ve Yusuf Küpeli, konumları ve Mahirler tutsakken oluşturdukları örgütsel yapı nedeniyle varolan ilişkilerin önemli bir bölümünü kendi ellerinde tutuyorlardı. Ama bunların da önemi yoktu Mahir için. Koşullar nice zor ve ne kadar aleyhte görünürse görünsün, ilkesiz, pragmatik davranılamazdı.

Firar edeli daha bir hafta bile dolmadan, ihanet kliğinin başını çekenlere “Bizi arkadan hançerlediniz. Bizim yoldaşımız değilsiniz” diye bir mektup gönderdi.

İhanet Mahkum Ediliyor

12 Aralık 1971 Pazar günü, yani, firardan yalnızca iki hafta sonra, tüm polis, jandarma onların peşindeyken, Levent’te bir evde Mahir Çayan, Yusuf Küpeli, Münir Ramazan Aktolga, Ulaş Bardakçı ve Ziya Yılmaz bir araya geldi.

Görüşmede, çeşitli pratik ve teorik sorunlar tartışılır. Ama aslında tartışılan herhangi bir eylem, herhangi bir pratik sorun değil, sınıflar mücadelesinde yer alıp almama sorunuydu. Mahir onlara durumlarını şu sözlerle kısaca göstermişti: “Biz hapishanede iken dışarıda kalan sizler ortaya bir eylem koymadınız, hep birlikte bu işe başladık, biz vazifemizi yaptık, siz çizmiş olduğumuz yolu terkettiniz, şehir gerillasına devam etmeyip kendinizi sakladınız.”

Mahir, “daha önce belirlenen stratejiden vazgeçmek ve sapmak için hiçbir sebebin bulunmadığını” vurgular ısrarla. Münir ve Yusuf’un buna verebilecekleri bir cevap yoktur zaten. Onlar, bırakın şu veya bu strateji doğrultusunda mücadeleyi sürdürmeyi, yoldaşlarını tünelin ucunda yüzüstü bırakacak kadar bir kaçış ve ihanet içindedirler. Ne diyebilirlerdi ki…

Tartışmaları uzatmanın bir anlamı yoktur. Birkaç gün sonra, Münir Ramazan Aktolga ve Yusuf Küpeli’nin Parti’den ihraç edilmesi kararlaştırılır ve karar açıklanır. Şöyle denir bu kararın bir yerinde:

“Partimizin ideolojik-politik-örgütsel-stratejik ilkeleri… net ve açıktır. …. Partimizin ideolojik-politik-stratejik-örgütsel ilkelerini ‘Narodnizm’, ‘Marksizm ile Narodnizm’in eklektik birleştirilmesi, en tehlikeli sol sapma’ diye niteleyerek, Partimizin devrimci çizgisi yerine uluslararası sosyal pasifizmin çizgisini, partinin genel komitesinden habersiz tezgahlama gayretleri içinde olan sizlerin partimizde kalmasına artık fiilen imkan yoktur.”

*

Tasfiyeciliğin mahkum edilmesine, Ankara’daki parti kadroları da katılır. Ankara’dan yollanan mektupta şöyle denir:

“Partimizin ismi Türkiye devrimine kanla kazandırılmıştır. Partimizin şerefli mirasını ve geçmişini reddederek onun adına sahip çıkmaya kalkışan (leş kargalarının) Partimizin içinde yeri olamaz.”

Tasfiyeci ihaneti mahkum eden bu bildirinin altında şu imzalar vardı: Ertuğrul Kürkçü (Rüştü), Sinan Kazım Özüdoğru (Şükrü), Abdullah Oğuzhan Müftüoğlu (Orhan), Hüdai Arıkan (Ali Osman).

Sağ sapma ihanetinin partinin bünyesinde yolaçtığı tahribatları gidermek uzun süre alacaktır; ancak büyük bir siyasi iradeyle ihanet politik olarak mahkum edilmiş ve partinin önü açılmıştır. O günkü koşullarda önemli olan buydu.

Kaçmıyor, Üstüne Gidiyorlar!

İhanetin mahkum edilmesinden sonra önemli olan ise, ne yapılacağı idi. Kasım ayının sonlarında, henüz firardan önce, Maltepe Askeri Cezaevi’nin havalandırmasında volta atan Mahir, Deniz ve yoldaşlarının idam edilmesi ihtimaline ilişkin düşüncelerini yanındakilere şöyle özetliyordu:

“Bugün Deniz, Türkiye devriminin simgesi haline gelmiştir. Bu düğüm çözülürse Türkiye devriminin önü açılacaktır. Onların hayatlarının kazanılması bugün temel sorunumuzdur.”

Kişisel özgürlükleri için değil, savaşı kaldığı yerden sürdürmek için firar etmişlerdi. Firarın ertesi günü “Çayan Kaçtı” diye yazan gazeteler aslında bilmiyorlardı ki, Çayanlar, kaçmıyor, kavganın üstüne, ortasına koşuyorlardı. Kavgadan kaçanları mahkum edip, kavgayı yükseltmeye koşuyorlardı.

Ziya Yılmaz, firardan sonraki koşulları şöyle anlatacaktı daha sonra:

“Mahir, bu süre içinde sürekli İstanbul’da kalınması tezini savunuyordu. Ben de şahsen İstanbul’da kalınmamasını, karar doğrultusunda yurtdışına çıkmamızın gerektiğini savunuyordum. Hatta imkanlar da vardı, kaçılabilirdi. Fakat firarımızın getirdiği o psikolojik hava yeniden bütün eylemlerin gündeme gelebileceği, yurtdışına gitmenin mücadeleden kaçmak şeklinde nitelendirilebileceği, Türkiye’de savaşılabilecek bir ortamın varolduğu ve bu savaşımı sonuna kadar yürütmenin gerekli olduğu düşüncesi de yavaş yavaş güç kazanmaya başladı.”

Örgütsel anlamda güvenliklerinin sağlanmasına azami dikkati gösteriyordu Mahir ve yoldaşları. Ama “güvenlik”ten anladıkları kaçıp saklanmak değildi, görevlerini yerine getirmeyi sürdürdükleri bir güvenlikti onların aradıkları. “Bizim kuşağın yüzde doksanı ölür” demişti Mahir, yine voltadaki bir sohbetinde. Firardan önce, kadınlar koğuşundan bir yoldaşıyla yaptığı son görüşmede elindeki nikah yüzüğünü çıkarıp vermiş ve bunun eşine iletilmesini istemişti.

Şimdi Ne Yapılacak?

Şimdi hareketi ve mücadeleyi yeniden örgütleme zamanıydı. Tasfiyeci ihanetin tasfiye edilmesinden sonra, 1972’nin Ocak ayının ikinci haftasında (Ki artık firarın üzerinden yaklaşık 1,5 ay geçmişti), yine istanbul Levent’te bir evde Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz, Hv. Yzb. Orhan Savaşçı ve Hv. Tğm. Mehmet Alkaya bir toplantı yaptılar. Toplantıda, Parti-Cephe’nin daha önce saptanmış stratejik çizgisinin devam ettirilmesinde hemfikir olunurken, Genel Komite’nin ve silahlı ekiplerin yeniden oluşturulması, daha geniş çaplı harekete geçmeden önce kamulaştırma eylemlerinin yapılması kararı alındı.

Eylemlerin yönetimi İstanbul’da Ulaş Bardakçı, Ankara’da Mahir Çayan’da olacaktı. Bu toplantıda tespit edilen plana göre, işçi ve öğrenci kesim içinde yeni örgütlenmeler yaratılacak, askeri kesimin de katkısıyla eylemler için gerekli donanım sağlanacak, bir süre sonra da Mahir Çayan ve Ziya Yılmaz Karadeniz Bölgesi’ne geçerek kır gerilla eylemlerini başlatacaktı.

Maltepe Hapishanesi’nden birlikte firar ettikleri Cihan Alptekin ve Ömer Ayna da hâlâ Parti-Cephe’nin ilişkiler ağı içindeydiler. Ancak İstanbul’da kuşatma da gün geçtikçe daralmaktaydı. Caddeler, meydanlar, onların “Aranıyor” afişleriyle doluydu hâlâ. Bu nedenle önce Cihan ve Ömer, ardından Mahir Ankara’ya geçtiler. Cihan Alptekin ve Ömer Ayna, 14 Ocak 1972 günü, iki sandık içerisinde Ertan Saruhan’la bir skoda kamyonetle Ankara’ya gittiler. Yaklaşık iki hafta sonra, 31 Ocak’ta Mahir de aynı yöntemle, ağzı kapalı bir sandığın içine yerleştirilmiş olarak Ankara’ya götürüldü.

Kesintisizlerin Yazımı Tamamlanıyor

Mahir Ankara’ya geldikten sonra, bir yandan örgütü toparlamaya, bir yandan kesintisiz II-III’ün yazımını tamamlamaya, bir yandan da Denizler’le ilgili bir eylemi örgütlemeye çalışıyordu. Mahir’in o günlerine tanık olanlardan biri şöyle anlatır: “Mahir, Ankara’ya geldikten sonra o olağanüstü koşullarda bir taraftan kaçar göçerken bir taraftan da daha sonra Kesintisiz II-1II dediğimiz teorik metni yazıyordu. Mahir, bana, ‘Selahattin, ölüm var kalım var. Hiç olmazsa şu yazıyı bitirmek istiyorum’ dedi.”

Evet, o koşullarda Kesintisizler’i yazmaya devam ediyordu. Kesintisizler’in Türkiye soluna bırakacağı en değerli miras olacağının farkındaydı kuşkusuz.

– Devam Edecek –

Sosyal ağlarda paylaşın