BARKIN TİMTİK, EBRU TİMTİK’İ ANLATIYOR 5… “Başıma bir şey gelir mi, zarar görür müyüm?”düşüncesi uğramazdı hiç yanına…

Halkın Hukuk Borusu’nun tutsak avukatlarından Barkın Timtik’in ablası, meslektaşı, yoldaşı Ebru Timtik’i anlattığı yazının 5’nci ve son bölümünü yayınlıyoruz.  

    96 Ölüm Orucu sırasında, İstanbul Barosu’nun yönetiminde Çağdaş Avukatlar Grubu vardı. Arabuluculuk heyetinin içindeydi baro başkanı. Yine avukatlığa dair adını sıkça duyduğumuz Çağdaş Hukukçular Derneği de avukatlar için bir mücadele merkeziydi. Halkın Hukuk Bürosu her iki meslek örgütünde de yer alıyordu. Ölüm oruçlarıyla en yakından ilgilenen avukatların bürosuydu. 

    2004 yılında okulu bitirince Av. Behiç AŞCI’nın yanında staja başladık böylece. Bir yandan avukatlık stajımızı yasal gereklilik nedeniyle yapıyor bir yandan da pratik olarak avukatlık mesleğini öğreniyorduk. Halkın Hukuk Bürosu sadece dar anlamıyla avukatlık yapmıyor, geniş bir savunmanlık bilinciyle devrim ve demokrasi mücadelesinde demokratik kitle örgütü niteliği ve misyonu taşıyordu. Haklar ve özgürlükler mücadelesi tarihini ve deneyimlerini teorik olarak okuyor, tartışıyorduk hem de içinden geçtiğimiz tarihsel sürecin özelliklerini anlamaya, üzerimize düşenleri yapmaya gayret ediyorduk. Gözaltılar, tutuklamalar, işkenceye uğrayanlar, ölümler ve buna rağmen durmak bilmeyen kararlı bir mücadele ve direniş pratiği, umutlu ve aydınlık bir gelecek hayalimizi besliyordu. Behiç Bey müvekkillerine duyduğu sevgi ve saygıyı bize de aşılıyordu. Devrimcilerdeki insani duyarlılığı, hassasiyeti kalbimizde duyuyor, aynı anda sert, uzlaşmaz, sonuç almaya odaklı kararlılıklarının kaynağını keşfetmeye çalışıyorduk. Kolay değildi anlamak onları yaşamlarından ve özgürlüklerinden bile vazgeçmeye sevk eden şeyi. “Ya yeni bir yol bulacağız, ya yeni bir yol yapacağız.” diyorlardı. Ölümler karşısındaki çaresizliğimiz ve bilimsel düşünceden, politika bilmekten yoksunluğumuz bizi mekanik yapıyordu. Yüreğimiz bunca acıyı, kaygıyı taşıyamayacak, çatt diye çatlayacak mıydı? Ya aileler? Sevdikleriyle beraber devrimci mücadelenin yükünü paylaşan sıra neferleri? Onlar tek başlarına mı taşıyacaklardı bu yükü? Gitmek mi zor kalmak mı? Çelişki hiç bitmez ve mutlaka çözülür. Ya düzenden yana ya devrimden yana! Bu gerçeği bilimsel olarak kavrayabilmekten uzak, Behiç Bey’in ölüm orucu kararını açıklaması tarifi zor duygular yaratmıştı içimizde. Ne yani, bu yemek yemeyi hayatının en büyük zevki olarak yaşayan adam aç mı kalacaktı? Hayır, Behiç Bey buna dayanamazdı, o avukattı, nasıl olur da ölüm orucu yapardı? Neden yapıyordu bunu, yapabileceğine nasıl bu kadar güvenebiliyordu? Biz ne olacaktık, büro ne yapacaktı o olmadan?

    Ölüm orucu kararını açıklamadan önce sık sık artık bana ihtiyacınız kalmadı. Ben plaj terliklerimi alıp sahile gideceğim, şezlong altında dinleneceğim falan diye takılıyordu bize. Oysa denizi pek sevmiyordu, tabii o kadar bile tanımıyorduk onu. Bu şakalarını tatsız buluyorduk, kızıyorduk da içten içe. En çok da Av. Hüdai Berber’e gösterdiği yakınlık, sahiplenme canımızı sıkardı. Çünkü Hüdai Bey çok içki içerdi, alkol bağımlısıydı. Bize göre işe yaramaz birisiydi, sigara küllerini ortalığa saçıp getirdiğimiz çayın rengini beğenmemesinden hoşlanmazdık. Behiç Bey ondaki değeri gördü, arkadaşlığı, vefayı, sahiplenmeyi, sevgiyi ve emeği bilir ve bize de anlatmaya çalışırdı. Ölüm orucu eylemi sırasında söz almıştı Hüdai Bey’den içkiyi bırakacaktı. Behiç Bey’in eyleme başladığı ilk haftalarda kaybettik onu, çekip çıkaramadığımız içki arkadaşlarının arasından birisi öldürmüştü Hüdai Bey’i. Hayat gerçekten ne sınamalardan geçiriyor ne sürprizler sunuyor insana. Sabah kahvaltılarından sonra kahvesini içmeden bir yere gitmeyen Behiç Bey de bırakıp gidecek miydi bizi?

“Arkadaşlar, senelerdir müvekkillerimin ölümlerini izliyorum, şimdiye kadar yapabileceğim her şeyi yaptım. Hukukun, avukatlığın bittiği yerdeyim artık izlemek istemiyorum. Bu kere de canımı ortaya koyarak savunacağım müvekkillerimi.” demişti.

    Bize söyleyecek söz yoktu. Gözyaşlarımızı tutamıyorduk, gizli gizli ağlayanların yanında açıktan da hüngür hüngür ağladık. Ölmesini istemiyorduk. Behiç Bey’in ölüm orucu eylemi, bizim de halkın avukatlığına gerçekten adım attığımız, müvekkillerimizi ve Behiç Bey’i yaşatmak zorunluluğunu duyduğumuz bir süreç oldu. Devrimci avukatlık pratiğini bu zorunluluğun bilinciyle öğrenmiş olduk, daha doğrusu öğrenmeye başlamış olduk.

    Tecridin bir işkence olduğunun kabul edilmesi ve bu sorunun çözümü için somut bir adım atılmasıydı talebimiz. Bu talep başta kendine sol, muhalif, devrimci diyenlerce görmezden geliniyor, ölüm orucu eylemine sansür uygulanıyordu. Behiç Bey’in direnişi, yüzlü günlerine geldiğinde ilk önce bu sansür kırılmış oldu ve sonrasında da ülke gündemini belirleyen temel konulardan biri haline geldi. Biz de basın metni yazmaktan toplantı örgütlemeye, eylem ve basın açıklaması yapmaktan bürokratik görüşmelere her şeyi yeni yeni, pratik içinde yaparken öğrendik. Siyasetin ne demek olduğunu, devletin kim olduğunu ve ne işe yaradığını bilince çıkarmaya başladık. Nihayet çabalarımız sonuç vermeye başlıyordu. Behiç Bey’in annesi, TAYAD’lı ailelerden bir heyetle Dolmabahçe’deki çalışma ofisinde iktidarla görüştüler. Adalet Bakanlığı 45/1 sayılı genelgeyi yayınlayarak, hiçbir şarta bağlı olmadan, tutsakların on kişi, haftalık on saatlik görüşme hakkını tanıdı. Bu tecrit ve tretmanın da kabulüydü aynı zamanda. Behiç Bey 293. günündeydi, bütün vücudunu enfeksiyon sarmıştı, ateşi çok yüksekti. Ölümle burun buruna olduğu bir anda iktidarın somut bir adım atmasıyla 2000-2007 Ölüm Orucu direnişine ara verilmiş oldu. 

Behiç Bey yaşayacak mıydı acaba? Sevincimizi yaşamadan, kimseye de burukluğumuzu gösterip mutluluklarını gölgelememeye çalışarak bir umutla bekliyorduk hastane bahçesinde. Behiç Bey kefeni yırtıp hızla iyileşmeye başladı. Biz de bu sürecin öğrettikleri, müvekkillerimize, yaşamını kaybedenlerin ailelerine duyduğumuz sorumlulukla 45/1 sayılı genelgenin uygulanmasını takip etmeye, devrimci avukatlık misyonuna uygun davranma çabamızı büyütmeye devam ettik.

    Ebru ablam Çağdaş Hukukçular Derneği’nde yönetici görevlerine aday oldu. ÇHD İstanbul Şube Yönetim Kurulu üyesi olarak hem mesleki olarak hem de demokrasi, haklar ve özgürlükler mücadelesindeki ihtiyaçlara cevap verebilecek bir çalışmayı hayata geçirmek için uğraştı. Demokratik kitle örgütleriyle meslek birlik ve örgütleriyle , siyasi partiler , sendikalar, odalarla beraber halkın hak arama mücadelesinde daha güçlü , birleşik ve sonuç almaya odaklı bir bakış açısıyla hareket edilmesine emek verdi.

    Büromuz da hak arama mücadelesinin her alanında yerini alıyordu. Gecekondu yıkımlarından işçi eylemlerine, maden katliamlarından öğrenci eylemlerine, gözaltı takiplerinden hapishanelere, miting gözlemciliğinden eylem organizasyonlarına her yere gücümüz yettiğince yetişmeye çalışıyorduk. Avukat olarak da mevcut yasalara vakıf olup müvekkillerimiz lehine sonuçlar elde etme, mesleki birikimimizi artırma bilincini koruyorduk. Bu mücadele süresi içinde halkımızı, vatanımızı , ortak değerlerimizi ve ömürlerini halkına, vatanına adayan devrimciler, onların ailelerinin acılarını, kaygılarını, umutlarını, öfkelerini, hayallerini hissederek halkımızla bütünleştik. Ebru Ablam için analar ve aileler çok farklı bir yerdeydi. Onları rahatlatmak için elinden ne geliyorsa, bazen başka programlarını aksatarak da olsa yapardı. Zor durumda olduğunu gördüğü her insanla dayanışmak için içten gelen büyük bir yardımlaşma isteği duyardı.

    “Başıma bir şey gelir mi, zarar görür müyüm?” düşüncesi uğramazdı sanki hiç yanına böyle anlarda. Büro tarihimiz içinde müvekkillere yönelik hangi linç saldırısının, hangi fedakarca militanca işin en önünde değildir diye düşündüğümde en zorlu, riskli görülebilecek sorumlulukları üstlendiğini, bu konuda ısrarcı olduğunu fark ederim.

Onu asıl harekete geçiren duygu sevgiydi. 

Sevgisini emekle, fedakarlıkla, koruyuculukla gösterirdi.

    Sevdiklerine dokunulmasına katlanamazdı. Kardeşleri için onlar hapishanede ya da herhangi bir hak gaspıyla yüz yüzeyseler, eğer yanlarında olup onları koruyamıyorsa dışarda ya da bulunduğu yerde gece gündüz demeden didinirdi. Kelimenin gerçek manasıyla iş yapma biçimi, kendini bütün ruhuyla o meseleye vakfederek uyku, gece gündüz demeden yoğunlaşma  (ve farkında olmadan yıpranma) şeklinde gerçekleştirirdi, o yüzden  “didinme” diyorum. Müvekkillerini, halkın her çocuğunu kendi kardeşi gibi görürdü, büro arkadaşlarını, çalışma arkadaşlarını da öyle. Onu asıl harekete geçiren duygu sevgiydi. Sevgisini emekle, fedakarlıkla, koruyuculukla gösterirdi. Çalışma arkadaşlarının da zorlanacağını düşündüğü işlerde yanlarında olurdu ya da o işi kendisi üstlenirdi. Otopsi işlemleri, teşhis için morga gitmek, acılı ana babalarla  görüşmek, onlara bilgi vermek… Mezarsız, ölü bedeni parçalara bölündüğü için teşhis edilememiş binlerce halk çocuğunun parçalarının bulunduğu Malatya Adli Tıp Morgu önünde bekleyen anneler Ebru için acısı katlanılamaz bir durumdu. O morgda bizim de müvekkillerimiz vardı, tanımıştı birini, vücut bütünlüğü en çok korunmuş olanlardan biriydi de üstelik. Ölüm orucunda olduğu süreçte bunu yeniden hatırlattı bana. Ailesi DNA örneği vermediği ve bir karşılaştırma yapılamadığı için “Naciye’yi toprağa veremedik , onu bırakmayın orada.” diyordu. Arkasında bıraktığı yarım kalan bir sorumluluğu unutmamamızı istiyordu bizden. Biz aynı zamanda devrimci mücadele içinde bir hafıza gibiyiz çünkü.

“İnsan ne için yaşadı, ne için öldüyse en çok odur, gerisi tali!” 

    Ebru Ablam, İbrahim yaşamını kaybettikten sonra şöyle yazmıştı günlüğüne; “İnsan ne için yaşadı, ne için öldüyse en çok odur, gerisi tali!” 

Bu anlattıklarım, benim kısa bir süre içinde kalemle kağıda dökebildiğim kimi satırbaşlarından ibaret, çok çok kısmi bir özet. Kendi yazdıklarından, yaptıklarından yani ne için yaşadığından ve ne için öldüğünden tanıyacaksınız onu. Yaşamı, mücadeleyi paylaşanlar gördüklerini bildiklerini anlatacaklar. Çok sayıda fotoğrafı, konuşması, videosu, yazısı ve tanıyanları var. Hep beraber anlatıp öğreneceğiz ve onun öğrettiklerini kendimize katıp büyüyeceğiz .

   Ebru 2016 yılında en sevdiğini toprağa verdi . Onun kanser hastalığı nedeniyle son çaresiz çırpınışlarına tanıklık etti. Bu anlarda bile halkının kederine ortak olmanın bilinciyle, halkın büyük acılarının içinde bireysel acılarını dindirmeyi bildi. 

    Ebru, Halkın Hukuk Bürosu’nun avukatlarından biriydi. O büronun son 16 yılının her anında onun uykusuz geceleri, alın teri, ayak izleri, hayalleri, kahkahaları, kaygıları, umutları, özlemleri, sevgileri, öfkeleri vardı. Dosyaları, klasörleri, kitapları, dolapları, rafları içinde dokunduğu yerler durur. O Büronun yaşaması, yarattığı değerlerin ve avukatlık anlayışının büyütülmesi için can suyu olmak istemiştir. Avukat yoldaşlarının çocuklarından çaldıkları zamanı ailelerinden, sevdiklerinden uzak geçirdiği her anı büronun sorumluluklarını yerine getirmesi için harcadığını bilir. Ebru da sorumluluk ve fedakarlıkla büyütülen her şeye emeğini, sevgisini ve son olarak da canını katarak yaşatma görevini borç bilmiştir.

    Büromuzun halkın kurtuluş, bağımsızlık, özgürlük mücadelesindeki önemini bilen de sadece biz değiliz. İktidar da devrimci avukatlık geleneğini, Halkın Hukuk Bürosu’nu yok etmeye odaklanmıştır. Stajyerlerimize bile ceza yağdırması bunun göstergesidir. İktidar saldırırken ve adil olmayan sözde yargılamalarla haklar ve özgürlükler mücadelesini tamamen tasfiyeye yönelirken, bu alanda ses verilmemesi düşünülemezdi bile.

    Ebru için büroyu, devrimci avukatlık geleneğini, ÇHD’yi ve genel olarak avukatlık mesleğini bizzat kendisini korumak, kendini bu değerlere siper etmek 42 yıllık yaşamının doğal sonucudur. Hayatı boyunca ne biriktirdiyse o olmuştur.

    Eylemi anlatırken kendisini anlatıyordu. Kahraman değilim, adalet tanrıçası, adalet çiçeği falan değilim. Sadece arkadaşlarımı, büromu çok seviyorum.

    Ebru emek ve sevgi demektir. Sevgi ve fedakarlık demektir.

   Ebru uğruna öldüğü şey demektir, adalet demektir.

Öğrettiklerinin öğrencisiyiz.

          Barkın TİMTİK

          21.09.2021

Sosyal ağlarda paylaşın