Acun Karadağ Yazdı: Hapishane Günlükleri (1) Merdiven

Çocukluğumuzun önü merdiven hikayeleri… Okulun önünde sıra olurduk, her sabah günaydın faslından sonra idarecilerin azarı bozarı, uyarısı, tehditleri hep o beş-altı basamağın en üstünden aşağıdakilere yapılırdı. Nedense üstte olmak “apoletlerini” göstermek için adeta dürter birilerini. O nedenle siyasetçisinden amirine memuruna ne kadar apoletli varsa basamaklar yükseldikçe aşağıdan aşağılamak fırsatı ele geçirdiğinin farkında olarak aşağıya doğru sallar, savurur. Bu bazen merdivenin üst basamağı bazen tepedeki kürsü bazen teras vesaire olur. Fark etmez. Ezilmiş ezikler, yukarıya çıkınca ezmekten hoşlanır.

Öğretmenliğimin ilk yıllar.

Net hatırlamıyorum belki ilk belki ikinci…

Okulun önünde öğrenciler sıra olmuşlar. Biz öğretmenler yanlarda, çocukların arasında yerimizi almışız. Müdür yardımcısı konuşuyor üst baş uyarıları yapıyor. 8. Sınıflardan bir öğrenciyi işaret ederek “o saçına sürdüğün jöleyi bol bulmuşsun galiba, dana yalamış gibi olmuş.” Diyerek alay ediyor. Tüm öğrenciler o öğrenciye bakıyor. Yakınındaki arkadaşlarının mimik ve tavırlarından dalga geçtiklerini anlayabiliyorum. Saçı jöleli öğrenci suratı asık, kızarmış bir halde yerinde sabitlenmiş… Birazdan içeriye girmeye başlıyorlar sırayla. Ben merdiven başındayım. Öğrencilerin geçişini izliyorum. Müdür yardımcısının sert üslubu beni de etkisi altına almış. Bir nevi “öğretmenleşmişim” ben de. Saçı jöleli öğrenci önümden geçerken “hıh, çok güzel olmuşsun sanki!” dedim. Aynı anda dudaklarımın kenarlarını aşağı doğru çekip küçümser bir ifadeyle baktım çocuğa. Öğrenci bu sözüm üzerine dönüp öfke ve hırsla “sana ne!” diye bağırdı, yürüdü gitti.

Neeeeeeeee! Bana, bir öğretmene, herkesin içinda “sana ne” demek, bağırmak ha! Olduğum yerde kaldım. Öfkeden yanaklarımdan yukarı doğru kızardığımı, kafamın ısındığını hissettim.

Durdum, durdum…

Duramadım. Öfke ateşi beni ele geçirdi. Yukarı çıkacak, o öğrenciye haddini bildirecektim. Merdiven basamaklarını birer ikişer çıkarken göğsüm hırstan kabarıp, iniyor, içime konuşuyordum;

“Hadsize bak. Bana sana ne dedi. Ben bir öğretmenim. Benimle nasıl böyle konuşabilir?”

İkince kata geldiğimde bir durakladım. Biraz sakinleştim. “Sen bir öğretmensin.” Dedim kendime. “ O da bir genç. Ergenlik çağında üstelik. Sen geçmedin mi o dönemlerden? Burnunu büyük, kaşlarını kalın, bacaklarını tombul bulduğun zamanları hatırla. Güzel görünme çabalarını unuttun mu?” Müdür yardımcısı tüm okulun önünde çocuğu azarlamış, alay edilmiş, aşağılanmış. Sen de bu ayıbın üstüne laf söyleyip, cila çekmişsin. Bence sen bu “sana ne” sözünü çoktan hak ettin Acun” diyordum üçüncü kata geldiğimde.sınıflar üçüncü kattaydı.

Şimdi adını hatırlayamadığım o öğrencinin olduğu sınıfa doğru yürüdüm. Sınıfın kapısında göründüğümde öğrenciler ayağa kalktılar. Ona yöneldim. Başı dik, çenesi yukarıda, göğsü öne doğru çıkık, elleri yanda, sıkılı yumruk bana bakıyordu. Dövüşe hazır bir horoz gibiydi. “Sana ne”” sözünün hesabını veremeyeceğini düşünmeyen bir insanın tavrı vardı üzerinde. İlerledim, önünde durdum. Daha da dikleşti omuzları. “Sana aşağıda o sözleri söylediğim için özür dilerim” dedim. Şaşırdı. Çenesi, omuzları indi. Vücudu rahatladı. Çatık kaşları yumuşadı. “Ben de size sana ne dediğim için özür dilerim öğretmenim” dedi. Omzunu tuttum, kendime çekip sarıldım. “Geçti gitti” dedim. Sonra sınıftan çıktım.

Öğretmenliğimin ilk yıllarında o üç beş dakikalık merdiven bana çok şey anlattı. “Apoletlerini sık sık gösterme ihtiyacı duyanların ne kadar zavallı ve aciz olduklarını…” Öğretmenliğin yukarıdan değil, en aşağıdan yapılacağını… Birinin onuruyla oynamanın onursuzluk olduğunu… Geçmişini unutanın zalimleşeceğini… Gücün makamdan değil, haklılıktan kaynaklandığını… Durup düşünmenin seni, aştığın hadde çekebileceğini… Onurlu bir insanın şımarık bir makam sarhoşuna haddini bildirebileceğini… Doğru düşünebilen insanın bir çocuktan öğrenecek çok şeyi olduğunu…Bu hatırayı yazmayı düşündüm son birkaç aydır. Kısmet hapishane plastik masası üzereymiş. Nazan yanımda bulmaca çözüyor. Alev hücresinde kitap ayracı hazırlıyor.(1) Ben bizleri saçına jöle süren öğrenciye benzetiyorum. Aslında tüm derdimiz güzellikti. Güzel şeyler olsun istedik hepimiz. Ne bileyim. Ben mesela… Yoksullar da iyi eğitim alsın istedim. Alev Şahin depremlerde insanlarımız ölmesin, beton firmaları dürüst çalışsın istedi. Nazan Bozkurt halkımız aşağılanmasın, küçümsenmesin istedi. Ama devleti yönetmeye uğraşanlar, çıktıkları yüksekten, bu isteklerimiz yüzünden bizi terörist ilan etti. Biz onlara direnip “sana ne” dediğimizde merdivenleri üçer beşer çıkıp bize tokat atmak istedi. Biz onurumuzu koruduk. Çenemiz yukarıda, başımız dik, göğsümüz önde, sıkılı yumruğumuz, direndik.

Onuru için bizleri talimatla tutuklatanlar, yine apoletlerini gösterme ihtiyacı duyanlardı. Bizim için apolet bir hiçtir. Kimin hangi makamda olduğu değil, ne yaptığı önemlidir. Apoletler bize vız gelir. Siz bizim kim olduğumuzu biliyor musunuz diye canhıraş bağıran AKP kadroları 18 yılda öğrenemediklerini 4 yılda öğrendiler; “Bütün cephanenizi de yığsanız ezilmeyi reddetmiş bir insanın karşısına koyacak bir şey bulamazsınız” (2)

KHK direnişçilerinin tutuklanmasının tek nedeni budur. Gözaltıların, para cezalarının, ev baskınlarının, ev hapislerinin, işkencelerin vazgeçiremediği haklılığımızın karşısına koyacak bir şey bulamayanlar, bizi tutuklatmayı son çare olarak denemişlerdir. Ancak unuttukları bir şey var ki dört duvar arasından bir daha haykıralım; “ Emekçiyiz Haklıyız Kazanacağız.”(1)

Bu yazıyı yazdığımda Sincan Hapishanesi’nde idik.

17 Eylül 2020’ de Kayseri Kadın Kapalı Hapishanesi’ne Alev Şahin ile birlikte getirildik.

Nazan Bozkurt’u bizden ayırarak Geze M tipi Kadın Kapalı Hapishanesi’ne götürdüler.(2) Bobby Sands

1 Ekim 2020Acun KARADAĞ

Nam-ı Diğer Acun Öğretmen

Sosyal ağlarda paylaşın

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.