6 Nisan tarihli, Evrensel gazetesi, Şebnem Korur Fincancı (TİHV başkanı) yazısı:
İçişleri Bakanı pazar sabahı 02.07’de Twitter’dan CHP’yi ve özellikle Vekil Özgür Özel’i Helin Bölek’in ölümünden sorumlu tutan bir görüş iletmiş: “Hastaneye kaldırıldığı halde DHKP-C’nin talimatıyla tedavisini engelleyerek hastaneden çıkartıp ölüme yatıran sizin milletvekilleriniz. Ölümü kutsallaştırıp DHKP-C’nin değirmenine ölü taşıyan da sizsiniz @eczozgurozel Gerçek yüzünüz bir kere daha görüldü, örgüt yalakaları” Bir bakanın bu üslupla kamusal bir alanda bir milletvekiline bu şekilde hakaret etmesini bir yana bırakalım, izin verirseniz iddianın gerçek dışılığını ele alalım istiyorum.
Evet, ne yazık ki Helin Bölek’in ölümünü engelleyemedik. İnsan hakları mücadelesi içinde yaşamdan yana tutum alan, yaşam hakkı mücadelesi veren bizler için bu çok ağır bir yük. Açlık grevlerini izlemek, insan hakları mücadelesi içinde ve hele ki hekimseniz hep yüreğiniz ağzınızda dolaşmak demek böylesi süreçlerde. Elinizden gelen sınırlıdır. Durmadan yetememe duygusuyla yaşarsınız günleri, “O günler geçmesin, bir gün daha eklenmesin açlık grevine” dersiniz için için. Bir yandan açlık grevini başlatan etkenleri ortadan kaldıracak ne yapılabilir diye uğraşır, bedenlere ses olur, zarar görmesin diye çırpınırken, bir yandan da bir insanın özgür iradesine saygı gereği bağrınıza taş basarsınız.
Zorluklardan biri de açlık grevine yol açan etkenleri bir sözle ortadan kaldırabilme olanağı olanların dilsizliği, önünüze çıkan o ağır, kalın ve sağır duvara toslamaktır her seferinde. Üstüne bu sorunu zor yoluyla çözebilecekleri yanılsaması eklenir. Oysa zorun açlık grevinin bitirilmesinde yarardan çok zarar getireceğini bu köşede defalarca anlattım, bir kez daha söyleyeyim. Bunun örneklerini çok gördük ama bakanın sözünü ettiği 11 Mart tarihli zorla hastaneye yatırıp alıkoyma olayında yeniden gözlemledik maalesef.
Helin Bölek ve İbrahim Gökçek hastanedeki hekim heyetinin etik ilkelere uyan yerinde kararı ile çıkıp da eve gelebildiklerinde gördük ki, İbrahim’de yatak yaraları olmuştu. Helin ise zaten zorlanarak aldığı ama zarar görmemesi ve yaşayabilmesi için elzem olan B1 vitaminini artık hiç alamaz duruma gelmiş, hastanede hareketsiz kalmasıyla birlikte çoklu organ yetmezliği tablosuna doğru gidiş başlamıştı. Hem İstanbul Tabip Odası İnsan Hakları Komisyonu hem de TİHV’den gönüllü hekimlerle öncelikle kalıcı bir zarar oluşmaması için yapılan izlemlerde aldıkları çıkardıkları sıvı miktarları, tuz, şeker karbonat ve B1 alımları kontrol ediliyor, hareketsiz kalmamaları yönünde önerilere uyum ve hareket güçlüğü olup olmadığı izleniyordu. Zorla alıkonmanın yalnız ilk gününe tanıklığım o koşullarda hareketin sınırlanması, sıvı ve tuz, şeker, karbonat ile B1 alımında yaşanan eksiklikle o bir günün açlık grevi sürecine günler eklemiş olmasıydı. Mustafa Koçak’a bir de zorla müdahale edilmişti bağlanarak. O zamana dek olmayan çevresel sinir hasarını tetiklediğini düşündürecek yakınmalar paylaşmıştı sonrasında yapılan adli tıp muayenesi ve ifadelerinde.
Evet, sanırım Helin Bölek’in ölümünden kimin ve nasıl sorumlu olduğunu anlatabildim. Sorumlu olanlar bu insanların konser verebilmek için, adil yargılama talebi ile başlattıkları açlık grevinde zarar görmemeleri amacıyla izlemlerini yapan, olması gerektiği üzere özgür iradelerine saygı gösteren sağlıkçılar, seslerini duyurmaya çalışan insan hakları savunucuları, vekiller değil, bu sesleri duymayan ve o kalın duvarı örenlerdir.
Susan Sontag sessizliği başka açıdan ele alır. “Sessizlik de bir konuşma biçimidir ve diyalog için gereklidir.” Sanırım bu cümlede tanımlanan sessizlik, tam da sabaha karşı atılan mesaja işaret ediyor. Yaşamdan ve insan haklarına gereken saygıyı göstermekten yana bir söz etmelisiniz. Lütfen başka ölüm olmasın! Yoksa hakikati ters yüz ederek kurulan tüm cümleler yaşam hakkını elimizden alıyor.