Ölüm orucundan kaçınmanın geçici hafifliği

Onur Gülbudak* (Duvar)

Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisine fazla ikna olduğumuz için şu an huzursusuz. Öyle ki, salgın ile ölümden kaçınma duygusu yakın tarihte hiç olmadığı kadar etkileşimli ve hiç olmadığı kadar bilinçle/üstbenlikle yönetiliyor. Karantina günlerinde Maslow’un piramidi, en alt iki basamakta fizyolojik ve güvenlik ihtiyaçlarını önceleyen formuyla herkesin evinde duvar saatinin yanında zımni olarak asılı gibi.

Ölümden kaçınmak objektif olarak yaşamın en dipteki dürtüsüyken, pandemi bağlamında ise iletişim ve teknolojinin tüm varyasyonları ölümden kaçınma üzerine seferberken, bir ölüm orucu eylemcisinin ölümden kaçınma dürtüsünü iradi ve yavaş şekilde baskılaması, karantina koltuklarımızdaki benliklerimizi rahatsız ediyor. Ölmenin amaçlaşırken araçsallaşması, araçsallaşırken amaçlanması ‘yaşamak’ için içine çekildiğimiz evlerimizdeki koltukta anlamsal, duygusal sıkışmalara neden oluyor.

‘KENDİ İRADESİ DEĞİL’

Bu durumda kendi kaçınma hikayemize dönmek için birkaç argüman işe yarar gibi görünüyor: ‘Ölüm orucu örgüt iradesiyle yapılıyor.’

Eylemin kişilerin iç dünyalarından bağımsız olduğu, kategorik bir örgüt baskısı ile yapıldığı savı, eylemin hedefindeki karşıtları kadar, eylemcinin taleplerinin karşısında olmayan ama eylemle arasına duygusal bir mesafe koyma ihtiyacı hissedenlerin geçmişte de sık başvurduğu bir argüman olageldi. Eylemci insanı yok saymak, eylem ile insanı birbirinden ayırmak, gerçekliğini çarpıtmak aslında en bilinen psikolojik saldırı tekniklerindendir. Bazen ise anlaşılabilir bir kendini koruma tedbiridir.

Şu süreçte, salgının gerçekliği olan ölümden kaçınma konusunda önemli bir çaba içindeyiz, bunun için bedel ödüyor, özgürlüğümüzü kısıtlıyor, zorunlu kısıtlamalara rıza gösteriyor, güçlü kaygılar biriktiriyoruz. Hal böyleyken, ölüme doğru gönüllü giden birinin varlığı, kaçınma ile ilgili tasarruflarımızla psişenizin bir yerinde karşılaşıp çarpışıyor. Kendimizi korumak istiyoruz ve eylemcinin aslında örgüt iradesiyle ‘kendini öldürüyor olduğu’nu düşünüp/ifade edip kendi kendimizle çarpışmamızı engelleyecek bir tür vicdani hava sahası oluşturuyoruz.

‘İrade’ psikolojik bir kavramdır ve evet, aileden, topluma, işyerinden, politik kurumlara kadar kişinin içinde bulunduğu tüm örgütlerle kurduğu ilişkiyle ilgilidir. Ne var ki, o kişinin çocukluk tarihi, ebeveynleri ile olan bağları, yaşadığı coğrafya, kimlikleri, hayalleri, düşünsel becerileri, duyguları, kırılganlıkları ve onu güçlendiren şeylerle birlikte, doğrudan kişisel yaşamın tözüne aittir. Hatta dışsal bir iradeyi (mesela kolektif bir iradeyi) kişisel iradenin üstünde tutmak da, karmaşık öziradi süreçlerin sonucudur. Ölüm ile bir eylemi ‘süreçsel’ olarak bir araya getiren bir iradeyi anlamak için iradeyi örgüt baskısına koşullayan bir yaklaşımdan çok daha güçlü bir anlama çabasına ihtiyaç vardır. Öyle ki, herhangi bir zaman değişkeni ile sınırlanmamış bir açlık eylemi, her an ölüm fikri, imajinasyonu ve hissi ile açık ya da örtülü şekilde karşılaşmak anlamına gelir. Bu çok özel bir psikolojidir, dışsal bir iradenin dominasyonu ile açıklanamaz.

Bu eylem, yaşam ve ölüm arasındaki antagonist ve doğrusal ilişkiyi karmaşıklaştıran, aslında her gün ölünen ve her gün yaşanan, ölüme iradi olarak yaklaşılan ama ölümden uzaklaşmak için “yaşam”a dair talepleri içeren çok karmaşık bir eylemdir.

Ne yazık ki Türkiye, ölüm oruçları konusunda gerek eylem sayısı, gerek eyleme katılan/yaşamını yitiren insan sayısı, gerek eylemlerin süresi itibariyle, hem tıbben, hem psikoloji disiplini itibariyle, hem de politik olarak kendi başına literatür yaratmış tek ülke olduğu halde, eylemi ve eylemciyi doğru yerlerden tartışabilme becerisi buna oranlı değil.

‘BU SÜREÇTE İSABETLİ DEĞİL’

Ölüm orucu eylemi, huzursuz etmek ister, bütün enerjisini rahatsız etmek üzerine kurar. Rahatsız olmak istemeyen de rasyonalizasyona başvurur. Eylemin pandemi ortamında isabetsiz olduğu argümanını eyleme ve eylemciye yönelik ilgisizliğe dayanak yapmak da sık başvurulan rasyonalizasyonlardan.

Oysa bu tür bir eylem kümülatiftir. An’a ait olmak zorunda da değildir. Kanımca, bir kavram olarak ölüm orucu, ülke tarihindeki en büyük temsili olan 2000 yılındaki eylemin 19 Aralık’ta hapishanelere yapılan müdahale sonrasındaki ikinci bölümü itibariyle, bütünüyle kümülatif ve sembolik karakterdedir. Bugünden daha çok yarına yöneliktir. (Belli koşullarda an’a ait olabilir ve ana dair taleplerle güçlü bağlar oluşturabilir) Kolektif varlığımız sembolik kodları içerir ve bilinçli olanların yanı sıra çoğu zaman bu kodlarla bilinçli olmayan temaslarımız olur. Bu kodlar, psişemizi, karakterimizi, çevremize yaklaşımımızı bazen doğrudan bazen dolaylı olarak etkiler. Kolektif bellek, tarihin akışını da etkiler.

Etkileri, duyguları, kazanımları, kayıpları farklı zamanlarda farklı araçlarla yoğunlaşıp bir araya gelebilen eylemler için “an’a yönelik olmadığı” elbette söylenebilir ama bunu söylemenin, şu an eylemin biz eyleme maruz kalanlar ve kolektif duygumuz üzerindeki etkisini anlamaya yönelik bir katkısı yoktur.

Eylemcinin iradesini manipülatif bir zeminde tartışmak ve eylemin sadece ansal olarak ne kadar etkili olduğu ile ilgilenmek, bugün yalnızca eylemcilerin yaşamlarının sona ermesi ile sonuçlanmıyor, eylemin etkisi kümülatif olduğu için, bize geçici olarak kaçınma olanağı tanıdığı halde vicdan ve etik manada sıkışık bir gelecek vadediyor.

Her ne kadar eylem ölümle formalize edilse de, eylemcinin yaşamıyla ilgilenmek, yaşama ihtimali ile bağlantı kurmak, eylemcilerin taleplerini düşünmek, eyleme katılanların sağlığı kadar kendi ruh sağlığımız için de yapabileceğimiz en iyi şey.

*Psikolog

Sosyal ağlarda paylaşın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.