Nuriye Gülmen’in
Mektubu

Bu yazı haftalık siyasi dergi Halk Okulu’nun 238. sayısından alınmıştır.

Bugün, soğuk beton duvarlar arasında, karanlık bir hücrede hayatını sürdüren tutuklu akademisyen Nuriye Gülmen’den aldığım mektupta, Nurettin Kaya’nın yaklaşık 200 gündür süren ölüm orucuna dikkat çekiliyordu.

Gülmen, özenle yazdığı satırlarda, mahkumların insanlıktan uzaklaştırılmaya, güneşten mahrum bırakılmaya ve doğadan koparılmaya mahkum edilmek istendiğini acı bir dille ifade ediyordu. Bu feryadına, vicdanı olan herkesi kulak vermeye davet ediyordu.

Mektubundaki her kelime, yeni kurulan yüksek güvenlikli cezaevlerindeki tecrit koşullarının acımasızlığını gözler önüne seriyordu. Bu yeni cezaevleri, pencerelerinden güneş ışığının sızamadığı, duvarları gökyüzünden yoksun ‘kuyu tipi’ hapishaneler olarak tanımlanıyordu.

Gülmen, bu tür tecrit koşullarının mahkûmlar üzerindeki yıkıcı etkilerini yürek burkan bir şekilde dile getiriyordu.

Mektubun her satırı, cezaevlerinde yaşanan insanlık dışı koşulları betimliyordu. Gülmen, tecrit altındaki mahkûmların yalnızca fiziksel olarak değil, ruhsal olarak da büyük acılar çektiğinin altını çiziyordu. Mahkûmlar, dört duvar arasında gün ışığına hasret bir yaşam sürdürmek zorunda bırakılıyor ve doğanın iyileştirici gücünden mahrum ediliyordu. Her gün beton duvarların ardında, gökyüzüne hasret geçiyordu. Çiçeklerin kokusunu unutmuş, rüzgârın tenlerine dokunuşunu hatırlamayan mahkûmlar, doğanın sunduğu huzurdan tamamen koparılmıştı.

Cezaevlerindeki tecrit koşullarının insanlık onuruna aykırı olduğunu ve mahkûmların psikolojik sağlığını ciddi şekilde tehdit ettiğini vurguluyordu. Mahkûmların güneş ışığından mahrum bırakılmasının, doğadan koparılmasının ve sosyal izolasyonun, onları insanlıktan uzaklaştırmayı amaçladığını belirtiyordu. Bu izolasyon, insanları kendi iç dünyalarına hapsederken, dış dünyadan tamamen kopmalarına neden oluyordu.

Güneşin sıcaklığına hasret kalan mahkûmlar, günlerini soğuk ve karanlık hücrelerde geçiriyordu. Güneş ışığının eksikliği, sadece fiziksel sağlıklarını değil, ruhsal durumlarını da olumsuz etkiliyordu. Her gün, bir önceki günün kopyası gibi, monoton ve umutsuz geçiyordu. Gülmen, bu durumu “gün ışığına hasret bir yaşam” olarak tanımlıyordu. Bu ifade, mahkûmların içinde bulunduğu çıkmazı ve çaresizliği en yalın haliyle ortaya koyuyordu.

Doğadan tamamen koparılmış olan mahkûmlar, toprağın kokusunu, çimenlerin yeşilliğini ve rüzgârın serinliğini unutmuştu. Gülmen, doğanın bu iyileştirici unsurlarından yoksun bırakılmanın, mahkûmların psikolojik direncini zayıflattığını belirtiyordu.

Doğanın sunduğu huzur ve dinginlikten mahrum kalan bu insanlar, beton duvarların ardında, doğanın getireceği her türlü rahatlamadan uzak bir yaşam sürüyordu.

Bu mektup, cezaevlerindeki tecrit koşullarına karşı bir başkaldırı niteliğindeydi.

Gülmen, mahkûmların maruz kaldığı bu insanlık dışı uygulamaların sona erdirilmesi için herkesi harekete geçmeye çağırıyordu. Bu çağrı, sadece mahkûmların değil, toplumun tüm kesimlerinin duyarlılık göstermesi gereken bir insanlık meselesi olarak karşımızda duruyor. Her kelimesi, adaletin ve insan haklarının sesi olmayı amaçlayan bu mektup, mahkûmların yaşadığı zulmü duyurmak için bir çığlık niteliğindeydi.

Gülmen’in mektubu, cezaevlerinde yaşanan insan hakları ihlallerine karşı sessiz kalmamak gerektiğini bir kez daha hatırlatıyor. Mahkûmların insanca yaşam koşullarına kavuşması için verilen bu mücadelede, her birimizin bir sorumluluğu var. İnsanlık onuruna sahip çıkmak ve cezaevlerindeki tecrit koşullarına karşı durmak, vicdani bir görev olarak hepimizin önünde duruyor.

Gülmen’in mektubu, bu mücadelenin bir manifestosu olarak, adaletin ve insan haklarının savunulması gerektiğini güçlü bir şekilde ifade ediyordu.

Gülmen’in çağrısına kulak vermek, cezaevlerinde yaşanan bu acıyı sonlandırmak için atılacak ilk adımdır.

Beton duvarların ardında insanlık mücadelesi verenlerin sesine ses katmak, insan olmanın gereğidir. Bu mektup, toplumu harekete geçmeye, adalet ve insan hakları için mücadele etmeye davet ediyor. Gülmen’in her kelimesi, bir umut ışığı, bir özgürlük çığlığı olarak yankılanıyor.

“İşimizi Geri İstiyoruz” eylemlerinin sembol ismi olan ve ihraç edilmiş akademisyen Nuriye Gülmen, 2020 yılından beri tutuklu bulunuyor. Terör örgütü üyeliği iddiasıyla 10 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. Bu hapis cezası İstinaf Mahkemesi tarafından onaylandıktan sonra, Gülmen’in avukatları davayı Yargıtay’a taşıdı.

Yargıtay sürecinde, davada delil olarak gösterilen dijital materyalin, başka bir davada da delil olarak kullanıldığı ortaya çıktı. Diğer mahkemede, söz konusu materyale ilişkin Adli Tıp Kurumu ve yeminli bilirkişilere gönderilen delillerin incelenmesi sonucunda, delilin içeriğinin boş olduğu tespit edildi. Bu gelişmeye rağmen, Nuriye Gülmen’in Marmara Kapalı Hapishanesi’ndeki tutukluluğu hala devam ediyor…

Ali Avcu
21.05.2024

Sosyal ağlarda paylaşın