Nazım’ın “köylü ressam”ı Balaban’la Bir Kaç Saat…

Aşağıdaki röportaj, 2007 yılında Tavır Dergisi tarafından yapıldı. Tavır’ın 2007 Mart tarihli 59. Sayısında yayınlandı.  İbrahim Balaban’ın anısına tekrar yayınlıyoruz.

Sayın Balaban, biraz çocukluğunuzdan, doğduğunuz yerden bahseder misiniz?

Ben İbrahim Balaban. Bursa’nın Seçköy’ünde doğdum. Ve Bursa’nın Seçköy’ünde bir köy okulunda, üç sınıflı bir köy okulunda okuduktan sonra başka okullarda okuyamadım. Ailem varlıklıydı. İstediğim gibi gezip tozuyordum. Beni başka okullarda okutmalarını istedim. Fakat buna razı olmadı aile. Çünkü varlıklı bir aileydi. Ailenin içinde Derviş Ali’ler vardı. Bursa’da Kara Kadı’lar vardı. Dedem Hacı İbrahim, köye okul yaptırmıştı. Dedemin ziyaretine Bursa valisinin geldiğini söylerler. Yani önemli bir ailenin çocuğu olarak biraz da tarlalarda bel ve çapa işlerine girmeden, öküzleri boyunduruğa koşup kara sabanla çift sürmeye başlamadan, elimde defter kalem durmadan desenler çiziyordum.

En çok da boyunduruğa koşulu karasabana kayışlanmış tarlada çift sürerken babamın resmini çizmeye çalışıyordum. Neden başka bir şey çizmiyordum da habire tarlada çift süren babamın, dedemin ve köylülerin; çift sürerken onların resimlerini çiziyordum? Bunu o zaman ben de bilmiyordum. Şimdi bu bilmediğim habire habire çizdiğim bu desenlerin, günün birinde bunların, resim olduğunu duydum. Kimden? Nazım Hikmet’ten.

*

Hapishaneye girişiniz nasıl oldu? Mahpusluk konusunda ne düşünüyorsunuz? O günün mahpusluğu ile bugünün mahpusluğu biraz daha farklı. Bugün F Tipleri var mesela. Bu konuda neler diyeceksiniz?

Şimdi o günün mahpusluğu ile bugünün mahpusluğunu burada uzatıp da tartışmayalım. Bütün mesele: Ben mahpushaneye neden düştüm? Çünkü köy yerinde, bazı iş âlemi içinde, mesela dağdan ödün kesmek suçtu. Niye bu ödünü kestin diye, adamı içeri atıyorlardı. Şimdi 6 lira yol parası veremeyenleri mahpushaneye atıyorlardı. 1 ay mahpushanede yatıyordun.

Bizim köyde iki kişi babama geliyor diyorlar ki: “Biz bir iş çeviriyoruz, sen bu işe ortak olacaksın. Bu kendiri biz işte kevgirden geçirecez, elekten geçirecez esrar yapacaz, satacaz çok para kazanacağız.”. Babam böyle şeylere karışmaz, çünkü askerde başçavuşluk yapmış, İstanbul’da küçük zabıt mektebinde okumuş. Çerkez Ethem’le birlikte küçük zabıt okulunda okuyan bir adam yani böyle pürüzlü işlere, böyle suç olacak işlere girişmezdi herhalde. Fakat bu Hint kendirini dağ başında bir mağara var, o mağaraya götürmüşler. O mağarada başlamışlar Hint kendirini elekten geçirmeye. Şimdi o gün babam o iki kişiyle beraber, Hasan’la İsmail’le, yanına bir de işci tutuyormuş, kahveden bir yevmiyeci adamı, bunların yanına koşuyormuş, bunlar da gidiyorlarmış mağarada, orada esrar çıkarıyorlarmış. Bir gün bana dedi ki, git bakalım  bu adamlarla beraber, çıkardıkları malı saklamasınlar.

Şimdi ben 16 yaşındayım mağaraya gittik, daha içeriye girer girmez mağara basıldı, ben kaçtım. Herkes kaçtı, Hasan adındaki adam kaçamadı. Taşların arasına sıkışmış, kalmış. Çete Hasan’ı götürüyorlar, tutuyorlar; kim yaptı kim yaptı, kimdir bunlar? İşte ben, Çete Hasan, Pıtır İsmail öbürü de yani yevmiyeyle giden bir adam, şimdi onun adı lazım değil, bu yevmiyeyle giden adamı da söylüyorlar. Bunları tutup getirip mahpushaneye atacaklar. Bu ara ben dönüp dolaşıp oradan kaçıyorum köye geliyorum. Köyde jandarmalara teslim oluyorum. Fakat bu ara Çete Hasan kelepçeyi elinden sıyırmış kaçmış. Kaçamayan babamın yevmiyeyle gönderdiği adam, burada bekliyor. Şimdi o adamla beraber beni kelepçeye koydular. Dağ başına götürdüler. Dağ başında bir dere ondan sonra, dere sarp dere, sarp derede bu arada mağaradayken bir silah patlıyor, bu silahı da babamın gönderdiği adam patlatıyor. Jandarma soruyor, yatırıyorlar o adamı falakaya, “Tabancayı kim patlattı şöyle?” diyorlar. Hâlbuki kendisi patlatmış. Ben patlatmadım İbrahim patlattı, diyor. Benim üzerime atıyor. Şimdi orda onu salıveriyorlar beni falakaya yatırıyorlar. Benim üstüme atıyor suçunu. Ben de, evet ben patlattım, diyorum. Onun suçunu üstüme alıyorum, iyi mi? Benim suçum bu.

*

Sonra içerdesiniz ve Nazım Hikmet’le tanışıyorsunuz. İlk karşılaşmanız nasıl oldu? Nazım Hikmet sizin için ne ifade ediyor? Ve resim sanatına yönelmenizde Nazım’ın payı var mıdır? Bir de  size neden köylü ressam diyorlar, bunun öyküsünü de anlatır mısınız?

Şimdi, 6-7 yaşımdan beri köy okulunun üçüncü sınıfında başka okulda okuyamayan, okumayan ben İbrahim Balaban elimde kalem defter, boyuna devamlı karasabana koşulu çift sürürken babamın resmini yapıyordum, dedemin resmini yapıyordum. Elimdeki kalem defterle, düğünlerin, jandarmaların resmini çizdim.

Fakat bu resimlerin, bu desenlerin resim olduğunu da bilmiyordum zaten. Bilmediğim halde, seviyordu Nazım bu desenleri, bu çizdiğim öküzlerin resimlerini. Jandarmalar geliyordu, bizim köyün ortasında büyük bir çınar vardı. Çınarın üstünde yüzlerce kerkenez kuşu vardı. Jandarmaların boyları küçük, silahları uzundu. Jandarmalar kerkenez kuşlarına uzatıyordu mavzerlerini ve kerkenez kuşlarını vuruyorlardı kan revan içinde. Ben ağlayarak onların da resmini çiziyordum. Fakat bu çizdiğim desenlerin yine de resim olduğunu bilmiyordum.

Mahpushaneye düştük ya işte o zaman Nazım Hikmet’in resim yaptığını duydum. Nazım Hikmet biz içeriye düştükten sonra geldi Bursa Mahpushanesi’ne… Bursa Mahpushanesi’ne gelen Nazım Hikmet’ten herkes ürküyordu.

Oradaki mahpuslar 600- 700 kişi vardı. Hemen hemen bir tek kişi Nazım Hikmet’in kim olduğunu, ne yaptığını, nasıl bir insan olduğunu bilmiyordu. Yalnız mahpuslar, 500-600 kişi, birbirlerine bir radyo aracı gibi, bir televizyon aracı gibi birbirlerinin kulaklarına aktarıyordu, Nazım Hikmet’in kim olduğunu. Dünyanın en kötü işlerini işlediğini söylüyorlardı.

Nazım Hikmet’in kadınlarla erkekleri bir yere kapamak isterken yakalandığını söylüyorlardı. Nazım Hikmet’in tarlaları, bahçeleri, kimin tarlası, bahçesi varsa birbirine takas yaptığını söylüyorlardı. Ve Nazım Hikmet’in Yavuz denilen zırhlıyı Rusya’ya kaçırırken yakalandığını söylüyorlardı.

Nazım Hikmet mahpusların resmini yapıyordu. Hem de kimseden para almadan. Fakat bazılarının yüzü resme müsaitse, işte yani resme uygunsa, onun resmini yapıyordu. Fakat günün birinde benim de resmimi yapmasını istedim. Haber gönderdim. Ve kabul etti. Nazım Hikmet’e ben model durdum. Benim resmimi yaptı. Bir hafta gittim geldim, resmimi yaptı. Resim bitti dedi, buyur al, dedi. Resmi aldım, gitmedim, biraz daha yanında kalmak istiyordum oysa. “Ne oldu beğenmedin mi?” dedi resmi. Ben, “Beğenmedim çünkü kravatımı yapmamışsın.”

“Sen güzel bir delikanlısın, güzel bir çocuksun, sana kravat yakışmaz. Kravatı tahsildarlar takar, sen tahsildarları beğenir misin?” dedi. Beğenmem, dedim. Öyleyse bu kravatı da beğenme, dedi bana. “Benim ceketim yeniydi, ceketimi de eski yapmışsın” dedim. “Ceketini yeni yaparsam, resminde senin güzelliğin gözükmez” dedi. Yemezler ya, dedim kendi kendime. Neyse ona da evet, dedik. Ve gidip çerçeve yaptırdım kendi resmime.

*

Siz resme nasıl başladınız?

Şimdi ben Nazım Hikmet’e kavuştuktan ve kendi portremi Nazım Hikmet’e yaptırdıktan sonra, ben de birtakım mahpusların portrelerini kalem desenleriyle başladım çizmeye. Bundan Nazım Hikmet’in haberi yoktu. Nazım Hikmet’e anlattığım gibi, o kadar güzel, o kadar hızlı, güzel şeyler çizmeliydim ki, bu çizdiğim kalem desenlerini Nazım Hikmet’e gösterip, Nazım Hikmet’in beğenisini almalıydım. Nazım Hikmet’in beğenisini aldıktan sonra ona öğrenci olarak, çırak olarak durmalıydım. Bu ara Türkiye’de, bütün dünyada İkinci Dünya Harbi vardı. Mapushanede de açlık vardı. Açlıktan kurtulmak için ben berberlik yapmaya başladım. Berberlik yaparken, berberhanede 56 kişi berberlik yapıyorduk. Günde 5-10-20 kuruş para kazanıyorduk, ondan sonra. İşte yemeğimizin, ekmeğimizin parasını çıkarmaya uğraşıyorduk. Bu ara Nazım Hikmet berberhaneye geldi. Benim önümde büyük bir ayna var.

Benim arkama geldi durdu, “Merhaba İbrahim.” dedi bana. Merhaba, dedim. Ben aynaya bakıyorum, arkamda Nazım Hikmet, karşı karşıya, aynadan gözüküyoruz. Birbirimizi aynadan görüyoruz. “Senin bu şekilde bir resmini daha yapmak istiyorum ben” dedi. “Ben sana resmimi yaptırmam” dedim. Nazım Hikmet kıpkırmızı kızardı, ürktü. Çünkü Nazım Hikmet’e o kadar çok kötü sözler atılıyordu ki, yapmadığı şeyleri atıyorlardı ki üstüne, “Acaba bu sevdiğim, güzel delikanlı da, benim hakkımda kötü bir söz mü duydu?” diye ürkmüştü herhalde. Sırtıma elleriyle bastırdı, “Evladım niye yapmayayım?” dedi, “Bak bu şekilde çok güzel bir resmini yapacağım.” dedi. “Hayır ben sana resmimi yaptırmam, çünkü ben de resim yapıyorum” dedim. “Ne, sen de mi resim yapıyorsun?” “Evet .” “Peki öyleyse şimdi verin bir kağıt, verin bir kalem.” Bir kalem buldular, getirdiler, çizgili mizgili bir kağıt getirdiler, bir de kurşun kalem… Hadi benim resmimi çiz bakalım, dedi. Ben Nazım Hikmet’in resmini çizdim; ben hemen yaparım. Elimden kağıdı aldı. “Müthiş! Benzetmişsin…” dedi. Benzetmişsin, deyince ben yıkanmışa döndüm yani.. Öylesine mutlu, öylesine sevindim ki… Şimdi ben tekrar Nazım Hikmet’in yanına artık gidebilirim.

“Peki, sana benim göstereceğim bir takım çizim, desenler var, sana getireyim onları, görmek ister misin?” dedim. “Olur” dedi, “getir.” Ben gittim, benim resim çizdiğim tarih kitabı vardı: Beşer Tarihi. Beşer Tarihi’nin boş sayfalarına çizmişim kağıt bulamadığım için . Onları götürdüm. Nazım Hikmet’le orada tanıştık.. Ben 16 yaşındayım, 17’ime girmişim. Nazım Hikmet bana orada şunu sordu: “Sen Güzel Sanatlar okudun mu?” O kadar güzel resim çiziyorum hani ben. O yana bu yana başımı çevirdim. Güzel Sanatlar diye bir şey duymamışım ki. “Peki peki, sen lise okulunu okudun mu?” dedi. “Hayır, okumadım” dedim. Eyvah şimdi ben lise okumayınca Nazım Hikmet beni yanına çırak almaz bundan sonra diye, üzüldüm. Sen ortaokul okudun mu, dedi. Bizim köyde ortaokul yok, dedim. İstemez, istemez dedi; okul falan istemez, dedi. Sen, bunları çizen bir delikanlı, dedi. Kalktı beni kucakladı, öptü. Ve ben gene heyecanlandım. Benim sevinçten, gözlerim yaşardı. Baktım, onun da gözleri yaşardı. Yani ikimiz de neredeyse ağlayacaktık ama gözlerimizin yaşını tutamamıştık. “Beni yanına dedim çırak alır mısın?” dedim. “Peki sen beni usta olarak kabul eder misin?” dedi. “Ederim tabii.” dedim. Tekrar biz kucaklaştık. Ondan sonra başladık birlikte resimler yapmaya.

Şimdi gelelim buradaki kitaba. Kemal Tahir’e, mahpushaneden yazdığı mektupların yer aldığı bir kitap bu. Kitapta “Ben burada ressam Yunus Emre keşfettim” diye başlayan cümle var ve devamında Nazım Hikmet beni anlatıyor, Kemal Tahir’e. Kemal Tahir o zaman Çorum Mahpushanesi’nde… Yazdığı mektupta şöyle anlatıyor beni Kemal Tahir’e:

“Ben burada bir ressam Yunus Emre keşfettim. Köylü, ortaköylü, köy mektebinde okumuş, on sene cezası var, berberlik ediyor içerde. Ben resim yaparken başımdan ayrılmaz; nihayet bir gün boya istedi, verdim ve ilk iş olarak aynada kendi resmini yaptı. İkinci portre bir şaheserdi ve şimdi üç aydır şaheser portreler yapmakla meşgul. Bütün boyalarımı ona verdim. Yaptığı resimleri Burhan Toprak’a yolladım. Müdeiumumi (savcı) de ilgilendi. Sahici milletimle bir kere daha sahiden övündüm. Kabil olsa sana, yaptığı portrelerden birini göndereceğim. Mana, ifade, kompozisyon, renk, hacim falan filan bir harika. Şiir yazmaya, okumaya da dehşetli merakı var. Hayranım köylüme.”(1)

*

Sayın Balaban, siz resim çizerken neler düşünürsünüz? Resim yapmak sizin için ne ifade ediyor? Sanata bakışınızı bize ifade edebilir misiniz?

Sadece bana göre değil bütün dünya aleme göre, resim sanatı öylesine ciddi, öylesine vazgeçilmez bir şey ki… Resim sanatı, ta mağara devrinden beri, önce taşlara, kayalara oyulmuş. Sonra heykeller yapılmış. Yunan heykelleri, sonra Mısır rölyefleri yapılmış. Sonra Batıda primitifler, sonra İncil hikayelerini, efsanelerini ve İncil’deki Hıristiyanların durumunu konu alan ressamlar, binlerce resim yapmış. Resim çok  ciddidir. Ama son yıllarda bizde ve Batı’da olsun, başka ülkelerde olsun, resim sanatını çok vıcık vıcık çarpıttılar. Boyaları atıyorlar, tutuyorlar, yerlere serpiyorlar, serptikleri boyaları ters çeviriyorlar, ondan sonra insanlara, bu resimdir, diyorlar. Hayır, bunlar resim değil, bir soytarılıktır, bir atraksiyondur, bir el çabukluğu marifettir.

Şimdi bunu bırakalım; alemin soytarılığı beni ilgilendirmez. Ben resmi ciddiye alıyorum, çünkü yaşantımızın suretini yansıtıyor. Yani halkımızın, Türkiye’mizin yaşantısını yansıtsın diye resim yapıyorum. Düğünleri, bayramları, iş hayatını yansıtan resimler yapıyorum. Erenlerin, evliyaların resmini yapıyorum. Ondan sonra masalları masallaştırıyorum. Keloğlanların, Aslı ile Keremlerin resimlerini yapıyorum. Bütün bunları resim sanatını ciddiye aldığım için yapıyorum.

Sanata bakışım buradan da anlaşılıyor ama İbrahim Balaban 9 maddelik sanat felsefesini, sanat manifestosunu biraz önce anlattığım gibi 1966 yılında İzdüşüm adlı kitabına yazmıştır:

1- Sanat yaşantının izdüşümüdür.

2- Konu bir özdür, her öz kendi kabuğunu yapar.

3-Ben insanı santimetrik ölçülerle değil, diyalektik yöntemlerle resmediyorum.

4- İnsan-doğa ilişkisinde üretim araçlarının insana bir kimlik kazandırdığını ve bu nedenle benim resimlerimi de biçimlendirdiğini söyleyebilirim.

5- Ben boyaları açık-koyu leke endişesiyle değil, figürlerimin özünde çakmaklaşan ışığı yakmak için kullanıyorum.

6- Ata göre insan değil, insana göre at çiziyorum.

7- Toplulukları resmederken, insanları, ayakta durabilmeleri için dinsel ya da siyasal liderlerine tutunduruyorum.

8- Karasaban koşumu, binlerce yıldan beri bizi doyurduğu için ona put gözüyle bakıyorum.

9- Atalarımızın “Dünya öküzün boynuzundadır” deyişine ben de katılıyorum.

Gelelim Nazım Hikmet’le buluştuktan sonra resme nasıl devam ettiğime… Nazım Hikmet’le beraber Bursa Mahpushanesi’nde iki yıl bir süre ile kaldım. İki yıl süre içerisinde birkaç tablo yaptım. Dokumacılar tablosu yaptım. Anamın portrelerini yaptım. Yani benim yapmak istediğim; o boyunduruğa koşulu, kara sabana koşulu öküzlerin resmini yapmaya başladım. Fakat benim sıram, İmralı’ya gitme zamanım, geldi. İmralı’ya gitmek zorunda kaldım. İmralı’ya gittim.

Bana denildi ki, burada iki tane koğuş var, bir de iki tane de hela var, sen bu koğuşları süpüreceksin sonra da bu helaları yıkayacaksın, ondan sonra artan zamanında da resim yapacaksın. fiu başıma gelen belaya, şu pisliğe bak! Bana çöpçülük teklif ettiler. Evet, ben resim yapma adına çöpçülüğü kabul ettim. Başka türlü ben resim yapamazdım. Yoksa beni süreceklerdi, yoksa beni hücreye atacaklardı, yoksa beni işkenceye tabi tutacaklardı. Ben iki tane koğuşu her gün süpürüp, iki tane helayı yıkayıp, bu iş için dört beş saatimi harcadıktan sonra oturuyordum, kırlara gidip, resimler yapıyordum. Ve ben, tam yedi bin tane kalem deseni bıraktım İmralı’da. Ve ben orada on iki – on üç tane tablo yaptım. Anamın portresi dahil…

Benim yaptığım tabloları galerilere götürdüler, İzmir’e, İstanbul’a… Benim yaptığım tablolar satıldı. Fakat şu belaya, şu namussuzluğa, şu alçaklığa bakın; dışarıya çıkmama 45 gün varken beni Bursa’ya sürdüler. Benim hesabıma yatmış olan on beş tablomun parasını ceplerine attılar, savcılar, yargıçlar, namussuzlar. Ve benim yedi bin tane çizdiğim kara kalem desenimi denize attılar.

Çünkü ben komünistlikle suçlanıyordum. Komünistlikle suçlanmak… 1946-1947 yıllarında, yani kayığa bindirip giderken Marmara Denizi’nin en derin yerine bu resimleri yapan adamı atabilirlerdi. “Hani paralarım, verseniz ya?” desem ne olacaktı? Kolay değildi ki o resimleri yapmak, kolay değildi komünistlikle suçlanmak. Öyle bir belaya sardılar ki, on beş tane tablonun parasının hesabını soramadım. Ama kitaplarda dergilerde yazdım. On iki tane kitap yazdım ben. Romanlarım var, işte büyük büyük kitaplar var. On iki tane kitap yazan bir adam ve iki binden fazla tablo yapan bir ressam Balaban var. Ve karşınızda Nazım Hikmet’in talebesi İbrahim Balaban var. Ve beni sürdüler tekrar Bursa Mahpushanesi’ne.

Ve ben başladım orada tekrar resimler yapmaya. İlkbahar tablosunu yaptım. Ve İlkbahar tablosu üstüne Nazım Hikmet şiir yazdı: “İşte seyreyle gözüm, hünerini Balaban’ın / İşte şafak vakti, Mayıs ayındayız” diye.

Ben Mapushane Kapısı tablosunu yaptım. “Altı kadın vardı demir kapının önünde / Beşi toprağa oturmuş, ayakta biri” diye, Nazım Hikmet şiir yazdı. Ve bu şiiri türküleştirdiler.

*

Bazı tablolarınızdan dolayı yargılandınız ve bazı sergileriniz saldırılara uğradı, Adana’da mesela… Bu türden saldırılarla ilgili olarak ne söyleyeceksiniz?

Benim tablolarımda sürekli suç unsuru aradılar. Suç unsuru neymiş? Öküzlerin boynuzlarını orağa benzettiler. Şimdi tavana hastalıklı bir kafa sırt üstü yattığı zaman tavanda buat deliklerini görür. Bu delikleri öcü gözü zanneder. Yani umacı gözü zanneder. Yani böyle hastalıklı kafalar öküzlerin boynuzlarını orağa benzetirler. Zelveleri çekice benzettiler. Bundan dolayı içeri attılar. Bursa Emniyeti’nde tam otuz iki gün sandalyede oturdum. Dışarıya çıktığım zaman savcı ne dedi? Yazıklar olsun, demedi ama keşke ben senin atölyene gelseydim de bu resimleri daha önce görseydim, dedi. Gelelim Adana’daki saldırıya. Adana’daki saldırı bir nevi planlanmış, hazırlanmış insanların marifetiydi.

İmam Hatip Okulu’nda okuyup okuyup da kafalarını ise bulayan kafalar benim sergime gelip resimlerime saldırdılar. Bu resimlere neden saldırırlar? Çünkü onların kafaları bulanıktır. Çünkü benim resimlerim güzeldir, şaheserdir. Çünkü bir London Times muhabiri, iki tane tablomu satın almıştı ve o tablo da onların içindeydi. Ve orada doktorun birisi benim tablomu satın almıştı. Şimdi London Times muhabiri benim iki tablomu satın alıyor, Adana’da bir doktor benim tablomu satın alıyor. Yani o kadar çok beğeniliyor resimler.

Demek ki güzele karşı bir saldırı var. Zaten erişemeyen bir takım sakat kafalı insanlar hep güzele saldırırlar, güzeli katletmek isterler; güzele erişemediklerinden. Güzeli katledecek ki rahat etsin. Onların kafaları böyle…

*

Sayın İbrahim Balaban bu değerli söyleşi için size çok teşekkür ediyoruz.

Ben de çok teşekkür ederim. Kalkıp uzak uzak yerlerden geldiniz. “Tavır” çok güzel bir isim. Kendisi de çok güzel bir dergi…

(1) (Nazım Hikmet – Kemal Tahir’e Mapushaneden Mektuplar… Nazım Hikmet Dizisi/Milliyet Yayınları)

Sosyal ağlarda paylaşın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.