Halkın Avukatları Tarih Yazıyor… Oya Aslan’ın Savunması:

Oya Aslan’ın Savunması:
“BAŞARILI OLDUĞUMUZU BU DAVANIN AÇILMASINDAN ANLIYORUZ”

8 Kasım günkü duruşmada, faşizmi yargılama sırası Halkın Hukuk Bürosu avukatlarından Oya Aslan’daydı.
Oya Aslan savunmasında mahkeme heyetinin bir yargılama yapmadığını, yargılama görüntüsü altında iktidarın istediği hükmü imzaladığını belirtti.
Oya Aslan, savunmasına 9 Kasım günü de devam etti.
Aşağıda Oya Aslan’ın savunmasının tam metnini yayınlıyoruz:


  1. BÖLÜM (8 Kasım)

“Bu yargılamanın sonuna geliyoruz. Bizim hakkımızda bir hüküm kuracaksınız, bu hüküm hukuka uygun olmayan delillerle kurgulanmış bir gerçeği resmi hale getirmekten ibaret olacak. Bu yargılamaya değil, yargılama görüntüsü altında iktidarın istediği hükmün altına imza atacaksınız.

Hükmünüz resmi anlamda hüküm olabilir, gerçekte yargının siyasallaşmasının delili olacaktır. Hükmünüz AKP hükümeti açısından bir değer taşıyabilir, halk ve hak savunucuları açısından bir değer taşımaz. Bu karar bizim mücadelemize değer katar.

“DEVRİMCİ AVUKAT OLDUĞUMUZ İÇİN YARGILANIYORUZ”

Gerçek olan şudur; Devrimci avukat olduğumuz için yargılanıyoruz. Ne yaptığımızı anlatacağız. Halide Edip Adıvar, Nazım’ın incelediği bir eserini dahice bulur ve fakat eserlerinde ideolojik unsurlar olduğunu söyleyerek onu eleştirir.

Nazım Hikmet’in cevabı şöyle olur; “Ben büyük dahi değilim, fakat iyi bir sanatkarım ve bunu herşeyden önce ideolojime borçluyum. Eğer sizin iyi sanatkarlarınız yoksa bu ideolojinizin bugün artık iyi sanatkarlara muhteva olamayacak kadar tefessüh etmiş olmasından ileri gelir” der.

Biz devrimci avukatız. Sosyalistiz, dünyayı belli bir bakış açısıyla ve yöntemle inceliyoruz. Hukuka da tarihin ve toplumun bilimiyle yaklaşıyoruz. Siyasi düşüncelerimiz kimliğimizi, kişiliğimizi ve mesleğimizi yapma biçimimizi belirliyor.

Akıntıya kürek çekmezseniz, her şey bir oluş, akış ve değişim içinde. Hukuk alanı da bu gerçekten bağımsız değildir. Tarihsel olarak ilerler, topluma göre şekil alır.

Ve hukuk, hiçbir zaman toplumun var olan ekonomik yapısının ve dolayısıyla kültürel gelişiminin üstünde olamaz. Fakat dönemin gerisinde kalabilir.

Hukuk halkın ihtiyacı olan değişikler için kullanılmadıkça veya toplumsal çatışmalarda yeniden yorumlanmadıkça toplumun gelişmesine karşı büyük engel çıkarır. Örneğin sansür yasası. Halka yönelik saldırı yasalarından bir tanesidir.

Bu yasayla iktidarın yanlış politikalarının tartışılmasının ve irdelenmesinin önüne geçmeye çalışıyor. Sınır dışı operasyonlar, maden katliamları, kanal İstanbul gibi projeler tartışılmamalı, gerçekler halktan gizlenmelidir. Bilirsiniz ki her gizlilikte bir sinsilik, kötülük vardır.

Bakın bu yasa yayınlanır yayınlanmaz, bir grup gazeteci evlerine baskın yapılarak gözaltına alındı. Uzun süredir iktidar basın-medya alanını denetim altına almaya çalışıyordu.

Halkın haber alma hakkının önüne geçmeye çalıştıkları gibi, mesleği düzene uygun biçimde dönüştürmek için de uğraşıyor. Bu durumda bu yasayı meşru görmemiz beklenir mi?

“HUKUK İLE İKTİDARI DEĞİŞTİRMEYE ÇALIŞMIYORUZ. BU KADAR SAF DEĞİLİZ!”

Hayır, bu ve benzeri yasaları meşru, doğru, haklı bulmuyoruz. Aksine onlara karşı mücadeleyi görev biliyoruz. Biz hukuk ile iktidarı değiştirmeye çalışmıyoruz. Bu kadar saf değiliz.

Hukuksal ideolojilerin içeriklerini ve onları üreten çıkarları anlamadan, onu halklar için geliştiremezsiniz. Bu nedenle gelişen toplumsal ilerlemenin gerisinde kalan hukuk, hukukun işlevi, amacı, varoluş ve şekilleniş nedenini tartışıyoruz. Yönelimine dikkat çekiyoruz.

Düşünce, toplum, bilimsel ilerlemeler hep öncekilerini aşarak, bir önceki sistemin eksiğini, yanlışını bulup eleştirerek ilerlemiştir. Örneğin kapitalist toplum feodal toplumu aşarak ilerlemiştir.

Diyaletlik yöntem, Hegelciliği aşmış, artı değer teorisi Adam Smith Davit Ricardo’nun ekonomi politiği kapsayarak, eleştirip aşarak gelişmiştir. Biz de var olan hukuk ve anlayışını eleştiriyoruz. Yalnız hukukun teorik eleştirisi, onu anlamlı kılacak pratikle el ele ilerler.

Biz de bunu yapıyoruz. Yanlışı söylemekle doğruyu göstermekle yetinmiyoruz. Sözlerimizi pratiğimizle destekliyor, tamamlıyoruz. Kendimizi hukuk ideolojisine hapsetmiyoruz.

Eşitlik, özgürlük, kardeşlik sloganları Fransız burjuva devrimine aittir. Fransız burjuvazisi 1789’da işçi ve köylüleri bu sloganla ayağa kaldırdı. Bu sloganla desteklerini kazandı. Kral 16. Louis’nin başı gövdesinden ayrılırken tarih feodal toplumun sonunu bağlar.

Feodal boyunduruklardan, angarya çalışmaktan, ağır vergilerden, ilk gece hakkından, asillerin zulmünden kurtulur halk. Burjuva düzen kurulur. İnsan hakları evrensel beyannamesi kabul edilir.

Burjuvazinin sunduğu eşitlik özgürlük yalnızca burjuva toplumunun maddi ilişkilerinin idealize edilmiş deyimleri olarak kaldı. 18. yüzyılda burjuvazinin ortaya attığı eşitlik ve özgürlük feodalizmin yıkılmasında ileri bir rol oynadı.

Avrupa’daki kitleler eşitlik, özgürlük, kardeşlik adına ayağa kalktı. Burjuvazi kendi çıkarlarını insanların çıkarları ile özdeşleştirdi.

Burjuvazinin fikirleri ve sloganları, proletarya ve burjuvazi arasındaki uzlaşmaz sınıf çelişkileri ve karşıtlıkları henüz belirginleşmediği dönemde emekçi sınıfların düşünsel gelişmesini etkilemiştir.

Ne zaman ki kapitalist sistemin iç çelişkileri keskinleşti, emek-sermaye arasındaki uzlaşmaz çelişkiler ve sınıf savaşımı gelişmeye başladı. İşte o zaman, burjuvazi Stalin’in deyimi ile “demokratik özgürlükler bayrağını, geminin bordasından denize atmıştır.”

Burjuvazinin yarattığı tek kelime ile şuydu: Dinsel ve siyasal yansımalarla yalanlarla maskelenmiş sömürü yerine açık, utanmaz, doğrudan kaba sömürüyü koymak. Ve bu sömürü akla uygun olsun diye hukuk ideolojisi yaratıldı.

“TOPLUMSAL EŞİTSİZLİK, HUKUKSAL EŞİTLİKLE PERDELENDİ”

Eşitsizliğe dayalı toplumsal düzen bu yanlış bilinç sayesinde meşru ve doğaldır artık. Düzen meşruiyetini bu yalanları sürdürülmesine borçludur. Toplumsal eşitsizlik hukuksal eşitlikle perdelendi.

Hukukun tarafsız ve bağımsız olduğu şekilde köklü inanç da kaynağını bu yanlış bir bilinçten alır. Bu bir nevi düşünsel felç halidir. Sınıf ve tarih bilinçiyle değil, hukuka ait biçimsel kalıplarla düşünmeye neden olur. Maddi gerçeğe dayanmadığı için dar ve kusurludur.

Ona göre insan yaşamı ancak hukuk düzeni aracılığıyla kendini idame edebilir. Ancak hiç bir toplum hukuka dayanarak kurulmamıştır. Bu hukuki bir kurgudur. Hukuk için, toplumsal bir oluşumun temel taşı ya da bir toplumsal dönüşümün nedenidir diyebilir miyiz?

Diyemeyiz, hukuksal biçimler insanın varoluşunun doğal ya da temel koşulları değildir. Hukuk ideolojisine göre herkes hak sahibidir. Her bireyin yasalarca tanınmış ve bizzat yasa tarafından korunmuş temel, evrensel haklar vardır.

42 işçi hak sahibi öyle mi? Gerçekten öyle mi? Hangi hak, şehit olma hakkı mı? Ölen işçi aileleri hak sahibi mi? Peki ölümlerinden sorumlu olanlar, yok ettikleri haklara göre mi yargılanacaklar? Bu soruların tamamına Soma cevap verdi.


  1. BÖLÜM (8 Kasım)

Geçen celse hiç içime sindiremediğim bir şey yaşandı. Tutuk devam kararını biz sözlerimizi bitirir bitirmez açıkladınız. Bu davaya atandığınızdan beri tavrınız bize hakkımızdaki kararınızı verdiğinizi gösteriyor.

Hukuku tarih ve toplumla birlikte ilerletebiliriz. Devrimci avukatlık hukuk içinde düzeni sürdüren bir niteliğe değil, onu geliştiren bir niteliğe sahip.

AKP, bizimle yaptığımız işin doğru veya yanlış olduğunu politik olarak tartışabilecek bir güce sahip değil. Bu yüzden işi yargıya havale ediyor. Siz de meşru bir yerde durmuyorsunuz. Taleplerimizi tek kelimeyle reddediyorsunuz.

Hukuk bilginizin de zayıf olduğunu düşünüyorum. Bu sadece kanunları bilmek değil. Kanunları anlayabilmek, tarihi ve sosyal koşullarla anlayabilmek. Maddi gerçekliği ele alma yönünden güçsüz zayıf bir mahkemesiniz.

Muhakeme, tarafları dinler. Dinledikten sonra değerlendirir. Siz, her şeye karar vermiş olarak çıkıyorsunuz buraya. İki üyenizin burada fiziken hazır olduğunu; ama bizimle bir ilgisi olmadığını düşünüyorum. Görünürde bulunmak için buradalar.

Herhangi bir hak alma talebi, sıradan basın açıklamaları kriminalize ediliyor. Meslek örgütleri yasadışı örgütlerle ilişkilendiriliyor.

Ülkemizde silahlı mücadele yükseldikçe devletin kullandığı şiddet de aynı oranda yükseldi. Öyle ki, hak mücadelesi kapsamında yapılan tüm etkinlikler yasadışı sayılabildi; dernekler yasadışı örgütle ilişkilendirildi, mahalleler örgüt merkezi sayıldı.

Devlet; suçluyu bulup yargılamak yerine topyekun bir kesime, bir mahalleye, bir alana saldırmaya başladı. Hatırlarsanız bir dönem Kürt kelimesi kullanmak yasaktı, Kürt diye bir halk olmadığı yönünde teoriler bile uydurdular.

Bu koşullarda hak alabilmek için verilen her eylem, yasadışı örgütlerin işine yarar diye şiddetle bastırılmaktadır. Hukuk ilkeleri, devletin istediği zaman eğip büktüğü; kimi zaman yok saydığı, kimi zaman ‘’Ben yaparım, hukuk arkadan gelir.’’ anlayışı ile davranıldığı olmuştur.

“AVUKATIN HALKIN YANINDA OLABİLMESİ İÇİN… DİRENMESİ GEREKİR!”

Hapishane saldırılarının, katliam ve infazların, kayıpların, köy yakmaların, göç ve barınma hakkı için inşa edilen gecekondu sorunlarının, mafya-devlet ilişkisinin, sıkıyönetimin, olağanüstü hal, özel mahkemelerin, özel yargılama usullerinin olduğu ülkemizde avukatın hak ve özgürlük mücadelesi vermesi ve halkın yanında olabilmesi için hukuk bilgisini geliştirdiği gibi, hukuksuzluklar karşısında da direnmesi gerekmektedir.

Bu koşullar, avukatı devrimcileştirmiştir.
Sınıflar arası çelişki ve çatışmaların yoğun olmadığı, hukuk ilkelerinin dikkate alındığı ülkelerde avukatlık, teorik bilgileriyle, sözlerin gücüyle, yaratıcı yöntemleriyle ön plana çıkarlar.

Gelişmiş kapitalist ülkelerde hukukçular teorik alana yoğunlaşırlar. Oralarda hukuk, düzenin temelidir; kutsal bir niteliği vardır, ideolojik ikna gücüyle ön plana çıkar.

“YASALAR ÖRÜMCEK AĞI GİBİDİR”

Bizim ülkemizde ise hukuk halk üzerindeki baskının bir aracı olarak kullanılır.
“Yasalar örümcek ağı gibidir, sinekleri ve diğer küçük böcekleri yakalamak için yapılmıştır ama büyük kan emicilerin yolunu kesmez.” Diyor Daniel Drew.

Şair Jose Hernandez, yasaları kendisini kullanana asla saldırmayan bir bıçakla karşılaştırır.
“Ama resmi konuşmalarda yasalardan yalnızca paçaları sıyıramayan mutsuzlar için değil de herkes içinmiş gibi söz ediliyor.
Yoksul suçlular filmin kötü adamları, zengin suçlular senaryoyu yazıyor ve oyuncuları yönetiyor.” diyor. Haklı değiller mi? Yasalar neden halk için yapılıp, halk için uygulanmaz? Halkın yanında saf tutan hukukçular neden yargılanıp cezalandırılır?

“BİZ YARGILANAN SON AVUKATLAR OLMAYACAĞIZ”

Ne yazık ki, biz yargılanan son avukatlar olmayacağız. Sınıfsal çatışma devam ettikçe sermayenin ve egemenlerin yanında duran avukatlar olduğu gibi, arada durmaya çalışan, çelişkiler yaşayan avukatlar da olacak, halkın yanında yer avukatlar da.

Biz hukukun halkın aleyhinde ve gericilerin hizmetinde, sermayenin emrinde kullanılmasına karşıyız. Gerçeği yasalara sığdırmaya çalışanlardan değiliz. Yasaların gerçeğe göre düzenlenmesini savunuyoruz.
Başka bir anlatımla yasaların içine yerleştirilmiş, fakat gerçeği yansıtmayan soyut herkes için eşitlik, özgürlük, adalet ilkelerini somut hayatla buluşturmak istedik.

Kentsel dönüşüm ismi verilen, şehirleri betona boğan ve özünde rant projesi olan projelere karşı, mağdur olan halkla birlikte de mücadele ettik.

Mahallelerde toplantılar yaptık, seminerler düzenledik, örnek yasa tasarıları sunduk, halkın yaşamına uygun projeler hazırladık, suç duyurularında bulunduk, eylem yaptık.

Güvencesiz ve esnek çalışma, taşeronlaşma modeline işçilerle birlikte karşı çıktık.
KHK’larla ihraç edilen, performansa dayanan istihdam modeline karşı mücadele eden memurlarla, akademisyenlerle birlikte mücadele ettik.

AKP’nin Suriye politikasına karşı çıktık. Sınırdaki ihlalleri savaş suçlarını ortaya koyabilmek için savaşın en sıcak günlerinde Suriye’ye gittik. Kürt halkı saldırıya uğradığında onların yanındaydık, yaşadıklarını rapor haline getirip, görünür olmasını istedik.

Hukukun dününü, bugününü ve yarını tartıştık adalet okullarında, yaptığımız uluslar arası sempozyumlarda.
Hukukun tarafsız olmadığı halde tarafsız gösterilmesine, ideolojik tahakküm ve baskı aracı olmasına karşıydık.

Hukuk ideolojisiyle yaratılan kırılgan ve zayıf dar bilinci aşmayı hedefledik. Hukuk soyut, sınıflar üstü olmadığına göre yasaları durduğunuz yere göre yorumlarsınız.
Örneğin; baykuşun, yarasanın, bohemin ve hırsızın bakışına göre günbatımı kahvaltı saatidir.
Yağmur turist için bir talihsizliktir, köylü için iyi bir haberdir.

Yerli halka göre turist görülesi bir şeydir. Karayip yerlileri için tüyü, şapkası ve kırmızı ceketiyle Kristof Kolomb, o zaman kadar görülmemiş boyutlarda bir papağandı.

Ülkeye dönersek,
Demokratik kitle örgütleri, sendikalar, meslek örgütleri bize göre demokrasinin temelidir. Sizin için bunlar şer odağıdır.İşbirlikçilik yasası bizim için toplumsal ahlaksızlığın ve hukuksuzluğun temelidir, sizin için muhalifleri cezalandırma fırsatı ve imkanıdır.

Kar hırsı bizim için büyük suçların kaynağıdır, sizin için geleceğin teminatıdır.
AKP’nin 8 kez çıkardığı ve şimdi 9.sunu hazırladıkları imar affı, bize göre ayrıcalıklı imar hakkı vermeye dönüktür, her biri kent ve çevre suçu niteliğindeki yapıları yasalaştırmak içindir.

Amerikalı hukukçu Michael E. Tigar “Halkçı hukukçular, hukuku yaratmadıkları gibi onun sahibi de değillerdir. Dünyayı harekete geçiren ve değiştiren olayların merkezinde de yer almazlar.
Ancak halkın istemlerini dinledikleri ve dile getirmeye çalıştıkları zaman etkilidirler.” diyor. Biz halkın istemlerini dile getirmekten başka bir şey yapmıyoruz. Sözümüzün ve pratiğimizin özü budur.

“EVET BİZ HALKIN AVUKATIYIZ”

Evet, avukatıyız biz halkın.
Sadece avukatı değil acısının dert ortağı,
Ufkunun rehberi, ekmek kavgasının yoldaşı.
Yüksel’in güneşine omuz verenleriz, onun yolu kapanmak istediğinde de yanı başında oluruz
Sesleri boğulmak istendiğinde direnişi türküleriz Ebru gibi…

Arap şair Nizar Kabbani’nin gibi
“İşte bunun için çekiyorum başkaldırı bayrağını
O örtünün altında
Öküz gibi oturan halklar adına
Dostluğu büyük, aynı tastan içen halklar adına
Gün doğusundan gün batısına
Yük çeken deve gibi
Sudan ve arpadan başka hakkı yok” halklar adına sözümüz

Hukuksal mücadelemizin temelinde, toplumsal ilerici hareketlerin haklı ve meşruluğunu göstermek, savunmak vardır.
Maraş Afşin’de termik santralin kurulmasından sonra 17 bin kişi çok erken yaşta yaşamını yitirmiş. 17 bin insan.
17 bin genç kadın ve erkek, çocuk sadece o bölgede yaşadıkları için, zenginler kazanabilsin diye öldü. 17 bin insan…Son 12 yılda ölen işçi sayısı 18 bin 500’tür. 18 bin 500 işçi, emekçi alınmayan önlemler nedeniyle öldü.

18.500 işçi. Toplamda 35 bin 500 işçi, emekçi alınmayan önlemler nedeniyle öldü. Bu rakamlar ve ölüm, soğuk sözler gibi gelir kimilerine, bizimse yüreğimizi köpürtüp köpürtüp durur.
35.500 insan ve daha nicesinin ölme nedeni, zenginlerin karlarını önceleyen iktidarlardır. Önlenebilir ölümlerin önüne geçemeyenlerin, neden oldukları sonuçların ağırlığında cezalandırılmasını sağlayan yasaların yapılması için verilen mücadelenin avukatlarıyız.

“Hukuk, devletin ezilenlere kötülük yapacağı zaman taktığı basit bir maske değildir.” Hukukun gelişimindeki diyalektik bağı biliyoruz. Toplumun gelişimi önünde bir engel olmasını istemediğimiz için bu alanda mücadele ediyoruz.

“KATLANMAYI DEĞİL, DEĞİŞTİRMEYİ BİLİYORUZ”

Biz devrimci avukatlarız; var olan gerçekliğe katlanmayı değil, onu değiştirmeyi; geçmişi unutmak yerine onu dinlemeyi, geleceği kabul etmeyi değil hayal etmeyi biliyoruz.

Hukuk kendiliğinden oluşmuş, ahlak gibi toplumsal bir kavram değil daha çok içeriğini ve biçimi egemenler oluşturduğu için siyasi niteliktedir.

“ÖRGÜTLÜ OLMAYI ÖNERİYORUZ”

Hukuksuzluklara karşı mücadele etmek için örgütlü olmak zorunluluktur çünkü. Bireysel bir çaba ile hiçbir şey nihayetlendiremez, toplumsal bir değer yaratamazsınız.
Nicel birikimin niteliğe dönüşmesi, pratiğin geleneğe dönüşmesi devrimci bir bakış açısıyla örgütlü olmaktan geçer.

Örgütlü bir sınıfa hizmet için geliştirilmiştir fakat toplumsal mücadeleyle şekillenmektedir. Hukukun şekli ve biçimi egemen iktidar tarafından belirlenmiştir. Bu nedenle hukuksal alandaki gelişmenin örgütlü olmakla ilgili olduğunu düşünüyor, örgütlü olmayı öneriyoruz.

Meslek örgütümüz, örgütlülüğü zayıfladığı oranda daha güvensiz ve daha etkisiz olmaya başlamıştır.
Örgüt; güven ve sadakat üzerine kurulmuş, ilke ve kurallarla birbirine bağlı ortak bilinç ve değerler oluşturmuş bir yapıdır.

Bu yapı, emekle, eleştiri ve özeleştiri ile eğitimle pratikle yani mücadele ile kendini yeniler, güçlenir. Meslek örgütlerimiz, barolar, hukuk örgütlerimiz bu noktalardan uzaklaştıkları oranda güçlerini ve etkilerini kaybedeceklerdir. Oysa hak kazanmanın başka bir yolu yoktur.

Mücadele; hedef, program, kampanya, şiar ve eğitimle birbirine bağlı bir süreci kapsar. Bugün bu anlamda mücadele yürüten meslek örgütünden bahsedemeyiz.
Bu nedenle daha örgütlü bir hukuk örgütü yaratma iddiasındayız.
Avukatlar, hak ve özgürlüklerin uygulanabildiği bir ülkenin mücadelesi için örgütlü bir biçimde hareket ettiğinde kazanabilir. Kendiliğindenci bir pratiğin ismi mücadele değildir.

Hak mücadelesi tarihi yazılırken, büromuz avukatı sevgili Ebru Timtik’in adı, bu tarihin en önemli yerinde anılacaktır. İnsan onuru kavramını tanımlamak gerekirse Ebru Timtik’in ve onun gibi direnenlerin eylemi ile tanımlanacaktır.

……………

“ÇALINAN LOKMAMIZDAN KENDİMİZİ SORUMLU SAYARIZ”

Buna karşılık insanlar dar anlamda hayvanlardan uzaklaştıkları ölçüde kendi tarihlerini bizzat bilinçleriyle yaparlar.”
Bilincimizin oluşturduğu sorumluluk duygumuzdur bizi harekete geçiren.

Her gün çalınan lokmamızdan
Her gece çiğnenen haklarımızdan
Sapı görünen-görünmeyen sopaların hayata inip kalkan sızılarından, kendimizi sorumlu sayarız.
Tarih bilincimiz var. Ve tarih ona kulak verme yeteneğinden yoksun olanlara kefaletini ödedir.

Dilsiz tarih yoktur, ne kadar yaksalar, ne kadar yırtsalar ne kadar yalanlasalar da halkların tarihi çenesini kapamayı reddeder. Geçmiş zaman, farkında olmasa da tüm canlılığıyla büyüyerek şimdiki zamanın içinde devam eder.

Tarihten beslenen canlı bellek, tarihi izlemez; tarih yapmaya devam eder. Biz tarihi izlemiyoruz, tarihe kulak veriyoruz.
Kendini korumak için iftira edip, suç uyduranları koruyan
Meslekte yerini korumak için hukuk ilkelerini hiçe sayan,
meslekte yükselmek için siyasi iktidarın istemlerine göre hareket eden, mesleki dayanışmadan ve birikimden uzak, kendi alanına yabancılaşmış yargı alanında mücadele ediyoruz.

Tarihsel bir mücadele ve bedellerle kazanılmış ve yasa halini almış hakları korumanın ve geliştirmenin mücadelesini veriyoruz. Başka bir anlatımla biz tarihin doğru rotasından ilerlemek, halkın özgürlük alanını genişletmek istiyoruz.

Adalet terazisinin bir kefesinde bugün her zamankinden daha fazla egemenlerin ağırlığı bulunurken, özgürlük alanı genişleyebilir mi? Evet buna inanıyoruz, hukuka doğru bir bakış açısıyla ve onunla tutarlı eylemlerle halkın özgürlük alanını genişletebiliriz.

“Kamu güvenliği ve Kamu düzeni” gibi soyut kavramlarla özgürlük alanımız yok ediliyor, güvenlik diyerek haklarımız çiğneniyor.Halkın güvenliği, refahı, özgürlüğü yani yaşamı ihlal ediliyor. Bir taraf yaşarken diğer taraf eziliyor. Bunu görmezden gelerek avukatlık yapabilir miyiz?
Halkın onurunu, değerlerini, inançlarını ve kültürünü yaşamını savunmayan hukuk olur mu?

Şöyle diyor Arap şair Nizar Kabbani:
“Dostlarım
Başkaldırmıyorsa neye yarar şiir?
Azgınları ve azgınlıkları yıkmıyorsa, neye yarar şiir?
Zamanı ve mekânı
Sarsmıyorsa neye yarar şiir?
Satrapların başındaki tacı
Yere çalmıyorsa, neye yarar şiir?”

Ben de ekliyorum, halka mutluluk, huzur, refah, güvenlik getirmeyen hukuk neye yarar?
Avukatlık mesleğini ülke gerçeğinden, maddi koşullardan bağımsız olarak icra edemezdik.

Avukatlık pratiğimiz, gerçeği kavrayışımıza uygundur. Bizim söylemimiz ile pratiğimiz arasında bir milim fark yoktur.
Avukatlık kanunun birinci maddesine göre avukat, hukuki bilgi ve tecrübelerini adalet hizmetinde kişilerin yararlanmasına tahsis eder.

Avukatlık kanununun ikinci maddesine göre ise: Avukat her türlü hukuki meseledeki anlaşmazlıkları adalete ve hakkaniyete uygun olarak çözümlenmesini sağlamalıdır.
“Adaletin hizmetinde, adalet ve hakkaniyete uygun olarak” mesleğimizi sürdürdük.

Bu dava dosyasında bunun aksini ortaya koyacak tek bir eylem, söylem, delil yoktur.

“GELİN ADALETİ, HAKKANİYETİ TARTIŞALIM”

Ama isterseniz, gelin adaleti ve hakkaniyeti tartışalım. Soyut değil gerçek adalet.

Adalet, devletin çıkarlarını korumak adına halka eziyet etmek değildir.
Adalet, siyasal düşüncelerini koruyan tutsaklara işkence etmek değildir.
Adalet, hapis cezasını bir intikam aracı olarak uygulamak, tecrit yöntemleri ile ıslah etmek değildir.

Adalet, inançlarına uygun olarak yaşayan, kültürünü korumaya, etnik yapısını savunmaya çalışan, hak talep edenlere baskı uygulanması değildir. Adalet, hukukun iktidarın istediği gibi uygulanması değildir.
Adalet, önlenebilir ölümleri kaza olarak, kader planı olarak tarif etmek değildir. Adalet, bir zengin ile bir yoksulu eşitlemek değildir.
Fırsat eşitliği adı altında, sosyal, ekonomik, tarihsel durumları dikkate almamak değildir.
Biz böyle bir adalete karşıyız.

Halk için hakkaniyete dayalı yani temelini emekten, kültürden, inançtan, tarihten, bilimden alan bir adalet anlayışını savunuyoruz. Hak mücadelemiz buna uygundur.

Terör kavramı hukuka 1991 yılındaki kanun değişikliği ile girdi ve geçen zamanla birlikte içeriği genişledi. 2001 yılında Emperyalizmin yönlendirmesiyle kişilerden örgütlere, inançlardan ülkelere kadar pek çok şey bu tanımın içine sokuldu.

Siyasi bir kavram olan terör konusunda ortaklaşılmış bir tanım da bulunmamaktadır. Her ülke kendisine yönelen tehlikeye göre bir terör kavramı oluşturmuştur. Dolayısıyla ülkeden ülkeye değişen bir kavramla karşı karşıyayız.

Bizim ülkemizde ise neyin terör ve ya da kimin terörist olduğunu belirleyen de AKP iktidardır.
AKP bu kavramı öyle bir kullanıyor ki, halka karşı silahlı eylem yapanı da terörist kabul ediyor, sosyal medyada düşüncelerini açıklayanı da.
Hatırlayın ekonomi konusunda iktidara aykırı açıklama yapan iktisatçılar da terörist olarak yaftalandı.
Terör kavramı, iktidarın politikalarını desteklemek için sırtını dayadığı yaşamsal öneme sahip bir payandadır.

Kriz anı gelip çattığında aynı gemideyiz denilmektedir. Öyle mi? Belki! Ama kesin olan şudur: Terör kavramı, bu gemide boğulmaya mahkum büyük bir kalabalığın kurtulmaya çalışırken, gemiyi alabora etmemesi için gündeme gelen şiddete dayalı bir önlemdir.
Adaletsizlik arttığı oranda terör kavramını da duymamız bundandır.
Dolayısıyla adaletsizliği pratiğe döken ve onunla yaşayan iktidarların bütün gözeneklerinde sadece şiddet akar.

Açlığın ve yoksulluğun ve yok saymanın yarattığı adaletsizliğe uğrayanların giderek artan kalabalığına karşı başka da bir itaat tekniği geliştirilemeyeceği için şiddet de artar.

Çiçero “savaşta yasalar susar” diyor. Ekonomik ve siyasi kriz, halka karşı bir savaş biçimidir. Bu kriz döneminde yasalar susar ve terör politikası devreye girer. Özgürlük yerine güvenlik önlemleri artar. Ve güvenlik önlemleri arttıkça özgürlük alanımız küçülmeye başlar.
Ancak kaybettiğimiz tek şey özgürlük olmuyor. Sağlıktan eğitime, barınmadan yaşamaya kadar temel haklarımız da yok ediliyor.

Siyasi bir kavram olan terörü hukuki bir kılıfa ceza yargılamasına sokmaya çalıştığınızda ortaya, kaypak, belirsizlik, ölçüsüz, keyfi bir alan ve ona uygun bir soruşturma biçimi çıkıyor.

Terör adı altındaki soruşturmalarda gözaltı kararları, aramalar, zapt etme, teknik takip, dinlemeler, gizli soruşturma gibi konuların tümünde sınırsız bir keyfilik vardır.

Olağanüstü bir soruşturma usulü olması nedeniyle işlemlerin titizlikle yürütülmesi gerekirken, aksine kes yapıştır gibi her işleme uygun hazırlanmış formlarla yürüyor işlemler. Bu formlar tarih, isim ve imza ile savcılık işlemine dönüşüyor.

Özel yaşama, aile yaşamına saygı gibi anayasal haklar bu soruşturma kapsamında askıya alınmıştır. Savcıya haklardan bahsettiğinizde de, uzay filminden bahsediyorsunuz gibi yüzünüze bakar.

Terör soruşturmasının hâkimi, savcısı da özel yetkilerle donatılmıştır. Delile dayanmayan, gizli tanıklara gereğinden fazla önem atfedilen hızlı yargılamalar bu soruşturmada baş tacı edilir.

Gizli tanık, itirafçı tanık gibi uygulamaları hem hukuk ve toplum açısından doğuracağı sonuçları anlayan,
Dijital veri şeklindeki delillerin, parmak izi ve kriminal raporlar gibi kati ve reddedilemez raporlarla ortaya konulmadığında,
kolluk güçlerine sahtekarlık yapabilecekleri alan açtıklarını bilen hakimler bu alanda çalışamazlar. Polisin hazırladığı evraklara kesin hükümle bakan, araştırma ve incelemeye dayanmadan yapılan akıl yürütmeler ve ön yargılarla dosyaları inceleyen savcıları gördük hep.

Bu savcıların bir kısmı, önlerine konulan dosyaları dar bir bakış açısıyla inceleyip, polisin hazırladığı dosyaları iddianameye dönüştürmekle yetindiler. Öteki savcılar hazırlık soruşturmasındaki hukuksuzlukları ileriye taşıyıp yükselme hırsı ya da kin duygularıyla hareket etti.

Terör soruşturması pek çok kişinin haksız ve ağır cezalarla cezalandırılmasına neden olurken, yargıyı da siyasi alana daha çok yaklaştırmıştır. Öte yandan burası “terör” kavramıyla yaratılan büyüden ve güçten faydalanan hakim ve savcıların suç işlediği bir alan haline gelmiştir.

Halka, insanlığa, ahlaka, tarihe, doğaya, halkın birliğine karşı cani nitelikte örgütlü ve sistematik bir biçimde pek çok suç işlenmektedir. Bu suçların ortaya çıkardığı tahribatı, yıkımı ve ölümü ölçmenin bile mümkün olmadığı kanısındayım.

Adli nitelikte sayılın bu suçların faillerin aldığı cezalara bakın. Bir de siyasi nedenlerle cezalandıranların aldığı cezalara bakın. İkisi arasında uçurum olduğunu göreceksiniz.
Yüzlerce siyasi tutuklu eylemi sonucunda maddi bir zarara neden olmasa da ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıyla cezalandırılıyor. Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının infaz biçimi, uzun süreli işkencenin modern biçimidir.

Dolayısıyla terör soruşturması adı altında bir şiddet politikası yürütülmektedir. Devlete ya da hükümete ya da siyasilere yönelik her eylem ortaya çıkan sonuca bakılmaksızın en ağır şekilde cezalandırılmalıdır.

Yargı eliyle uygulanan şiddet modern ceza politikasına yerleştirilemez.Fransız devrimi döneminin o karışık günlerinden herkesin giyotine gönderildiği anlar bu günlerin anlarından daha dehşetli değildir. Bugün her şey daha sessiz ve zamana yayılmış bir biçimde cereyan etmektedir.

Terörle mücadele söylemi insanların ağızlarını bantlamaya yarıyor. Devlet suçların en ağırını burada işliyor. Roboski Katliamını getirin akıllarınıza. Köylüler, bombardımana tutuldu.
Gerilla olduklarından şüphelenilen kişilerin üstüne yağan bombalardan geriye kalan, kararmış küçük kemik parçalarına tanık oldum ben. Şüpheliler sadece öldürülmemişti, bedenlerinden geriye hiçbir şey kalmamıştı.
Kelimenin gerçek anlamıyla hiçbir şey, küçük en uzunu 6-7 cm uzunluğunda birkaç kara kemikten başka. Dersimde bombardıman altında kaybedilen, cesetleri toza dönen, sadece 3-4 cm’lik kemiklerine ulaşılabilen alanda bulundum.

Bunları tartışamıyoruz, terör politikasıyla susturulmak istiyoruz. Bu yüzden yargılanıyoruz.

Engizisyon döneminde suçlananların bedenleri ateşe atılıyordu, şimdi bombalarla yok ediliyor. Devlete karşı suç işleyenler ve suç işleme şüphesi altında bulunanlar, vatandaş olmaktan çıkıp düşman oluyor.
Biz hukukçuyuz ve hukuka aykırı olan her şeyi tartışabilmeliyiz.

“BAŞARILI OLDUĞUMUZU BU DAVANIN AÇILMASINDAN ANLIYORUZ”

Biz terörle mücadele adı altında yürütülen soruşturmalara ve bu soruşturma usullerine karşı çıktık, değiştirmeye çalıştık, buradaki hak ihlallerinin önüne geçmeye çalıştık. Büyük oranda başarılı olduğumuzu bu davadaki verilerden ve bu davanın açılmasından anlıyoruz.

Terörle mücadele polisinin bizim büromuzu hedef almasının bir nedeni de budur.
Terör operasyonu diyerek katledilen çocukların davalarını takip ettiğimizde, sadece faillerin hak ettikleri gibi cezalandırılmalarını değil aynı zamanda bu soruşturma usulünün yarattığı sonuçları,
bu operasyonun siyasi amaçlarını da gösterdik. Hukukla ilgisi olmayan soruşturma usulünün üstündeki örtüyü kaldırıp içindeki siyasi programı gösterdik diye yargılanıyoruz.

Sebahattin Ali, “İçimizdeki Şeytan” isimli kitabında iç sorgulama yapan Ömer karakterini şöyle konuşturur:
“İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bir nevi söz fiillerin daimi bir mesulünü bulmuştum:
Buna içimdeki şeytan diyordum: Müdafaasını üzerime atmaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum.
Halbuki ne şeytanı azizim ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması… İçimizde şeytan yok… İçimizde aciz var, tembellik var..
iradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: Hakikati görmekten kaçmak itiyadı var…”

Hakikati görmek için doğru bakmayı bilmek gerekir.
Cardona koyundeki komşuların bakış açısına göre yaz kış aynı elbiseyle dolaşan Toto Zaugg müthiş bir insandı: “Toto üşütmez, soğuk almaz” diyorlardı. Toto bir şey demiyordu. Soğuk alıyordu. Alamadığı şey bir paltoydu.

Hakim ve savcıları Ömer karakterine benzetiyorum. Sorumluluk almak, değiştirmek yerine kendilerinden isteneni yapıyor bunu yaparken de gerekçeler buluyorlar: “Yerimde hangi hakim olursa olsun aynı şeyi yapardı, elimiz kolumuz bağlı”, “bugünün siyasi konjonktürü böyle,
şu günler bir geçsin”, ” bu avukatlar da bu kadar şey yapmasalardı, vardır bunlar da bir şey” hata varsa Yargıtay düzeltsin” “zaten üç beş kişiler, neden bütün avukatlar böyle değil, neden bu avukatlar…” gibi akıl yürütmelerle kendilerini ve kararlarını haklı buluyorlar.

Ama bu hakikati görmekten kaçmaktır. Vicdan da hakikatle kurduğumuz ilişki değil midir? Hakikati görmeyenler vicdanlı da olamazlar.
“Şu günler bir geçsin”, “bu avukatlar da bu kadar şey yapmasalardı, vardır bunlar da bir şey” hata varsa Yargıtay düzeltsin” “zaten üç beş kişiler, neden bütün avukatlar böyle değil, neden bu avukatlar…” gibi akıl yürütmelerle kendilerini ve kararlarını haklı buluyorlar.

Deniyor ki HHB örgütün bir yapılanmasıdır. Buraya kadar hukuka ve mesleğe bakışımızı, avukatlık pratiğimizi hangi koşullarda nasıl ve neden şekillendiğini anlattım. Pratiğimiz gözaltı takibinden, duruşmalara girmekten ibaret değildir.
Gözaltı ve ceza davalarının takibi tüm hukuksal işlerimizin % 20’sini teşkil eder. Hapishane ziyaretleriyse % 10’unu. Geriye kalan zamanda diğer hukuksal başvurular yapmak, hak ihlalleri için araştırma ve incelemelerde bulunmak,
eğitim ve tartışmalar yürütmek, direnen işçi ve emekçilerin yanı başında olmakla geçiyor. Fakat iddianameye göre büro, DHKP-C örgütünün gözaltı ve davalarını takip etmek için kurulmuştur.

Soruşturmasını ve davasını takip ettiğimiz kişilerin DHKP/C örgütüne üyelik iddiasıyla suçlanmaları buna kanıt olarak gösterilmiştir. Yine gizli tanık ve itirafçı tanıkların beyanları bu iddiaya delil olarak gösteriliyor.
Avukatlık ihtisas alanıdır, zaman isteğinizden bağımsız olarak hukuk alanlarının birinde yoğunlaşmanızı sağlar. Mesleğe iş davalarını takip ile başlarsanız, öyle devam eder.

Ceza ile başlarsınız ceza ile devam eder. Büromuzun iş yükü kamu hukuku alanındadır. Bunlar arasında ceza davaları daha ağır bir iş yüküne sahiptir. Çoğunlukla DHKP/C davalarına baktığımızı inkâr etmiyoruz. İyi avukatlarız, ilkelere sahibiz, işimizi korkusuzca yapıyoruz,
müvekkillerimizin haklarını savunurken ikirciksiz davranıyoruz, işkence ve usulsüz işlerde sesimizi yükseltiyoruz…
Örgüt üyesi iddiasıyla suçlanan birinin büromuzdan bir avukatı tercih etmelerinde bundan daha doğal bir şey var mı?

Sizin bu bakış açınız bana Amerika’yı işgal eden işgalcilerin bakış açısını hatırlatıyor. 16 ve 17 yüzyılda, Güney Amerika işgalcileri yerlilerin davranışlarını kendilerine göre yorumlarken şöyle düşünüyorlardı:
Örneğin: Karayip adalarındaki yerliler intihar ediyorlarsa, tembeller çalışmayı reddediyorlar.
Mülkiyet hakkından habersiz her şeyi paylaşıyorlar ve zenginlik hırsından yoksunlarsa, hepsi insandan çok maymunun akrabası olduklarındandır.

Şüphe uyandırıcı bir sıklıkla yıkanıyorlarsa, engizisyon ateşinde yakılan Muhammed dininin sapkınlarına benzediklerindendir.
Çocuklarını hiç dövmüyorlar, onları özgür bırakıyorlarsa, ceza vermekten aciz olduklarından, herhangi bir doktrinleri olmadığındandır. Diyorlardı.

Siz de gerçeği inceleyip anlamak yerine, kendiniz için oluşturduğunuz düşünce kalıplarına göre onu anlamaya çalışıyorsunuz.

Avukatı, müvekkili ile özdeşleştiriyorsunuz. Siyasi davalarda bu durum her zaman avukatın başına gelir. Devletin kendi niteliğinden doğan uyuşturucu ve çete davalarında bir avukatın baktığı müvekkiller nedeniyle yargılandığını gördünüz mü?

Tarih boyunca yargılanan avukatlar hep siyasal dava avukatları olmuştur. Devletin haklara saldırıları karşısında etkin olan tüm avukatlar, bu tür yargılamaların parçası olmuştur. Ve bunu yapmak öyle kolaydır ki, yeter ki birilerini hedefe koyun.

  1. yüzyılda kilise yazılı usülü reddettiğinde “kalem her şeyi yazabilir” diyordu. Biz de, bu kolluk ve siyasete tabi mahkemeler varken, herkes her an kurgulanmış delillerle suçlu olabilir diyoruz.
    Müvekkillerimizin susma hakkı kullanmaları da aleyhimize değerlendirilmiş ve durum kurgulanmış. Size göre, örgütün sırları açığa çıkmasın diye müvekkillerimize susma hakkını kullandırıyormuşuz.

Müvekkillerimiz susma hakkını kullanmışsa suçlu biziz. Oysa yasada böyle bir hak var, o halde yasayı da suçlamamız gerekmiyor mu?

“NEYMİŞ BİZİM BÜYÜK SUÇUMUZ?”

Neymiş bizim büyük suçumuz, gözaltındaki kişilere güven veriyor, örgütün sırlarının açığa çıkmasını engelliyormuşuz. İfadelerine katılmadığımız, başka avukatların katılımıyla aynı iddiayla ifade veren şüpheliler örgütün sırlarını ifşa etmiyorsa,
bizim müvekkillerin ifadeleri neden örgüt sırlarını ifşa edecek?

İddianameye göre; 2010-2012 yıllarında 470 kişinin gözaltı işlemini takip etmişiz. Bunlardan 182’sine İstanbul Barosundan avukat geldiği ve ifade verdikleri söyleniyor. Bu 182 kişi örgütün hangi sırrını ifşa etti?

Örgütü çökertmek için bu kadar kişinin ifadesi yetmemiş, bizim müvekkillerimiz ifade vermediği için mi örgütün sırlarına ulaşamamışlar.
Peki, ifade veren gizli tanıklar?

Bu gizli tanıklar, beyanlarına göre, örgütün önemli kademelerinde yer almışar.İtirafçı tanıklar da var, onların beyanları yetmemiş mi?Gizli tanıklar ve itirafçı tanıklar hangi sırrı ifşa etti, geçmişte yapılan eylemleri mi anlattılar, gelecekte planlanan eylemleri mi anlatmışlar?

Neyi ifşa ettiler? 2013 yılındaki beyanlarla, 2017 yılı ve sonrasında verilen beyanlar arasında bir fark mı gördünüz, yeni bir bilgi mi vardı?

Hayır, ifade verenlerin ifşa ettiği bir şey yoktur. BU ifadeler sadece genel geçer nitelikte ve kendilerini kurtarmak için başkalarının tutuklanamsına yarıyor.
Açık olan şu ki, mesele örgüt sırlarının ifşası değildir. İtirafçılık gibi, çıkara dayanan, gerçeğe hizmet etmeyen, ahlaki ve hukuki olarak sorunlu olan politikanın karşısında olduğumuz için suçlanıyoruz.

Mesele susma hakkının kullanılması değildir. Delilden sanığa gitme gibi yasal olmayan delil yaratma yöntemlerinin önüne geçtiğimiz için yargılanıyoruz.

Bu iddiayı desteklemek için kandırılmış, cezasızlıkla ödüllendirilmiş kişilerden ifade alarak, bizi örgüt üyesi yapamazsınız.

Kuryelik yaptığımız iddia ediliyor. 15 yıldır avukatlık yapıyorum. Dosyada 22 avukat var. Her birimiz defalarca hapishane ziyaretleri yapmışız. hapishanelerde x-rayler,kameralar var, gardiyanlar var. Herkesten daha çok bizi ve müvekkillerimizi gözetlerler.

Peki kaç yıldır bu kadar ziyaret içerisinde bu dosyadan bir sanık hakkında kuryelik delili var mı? Tutanak tutulmuş mu?

Bu iddianame aslında susma hakkını zorla kullandırdığımız yalanı ile susma hakkını ortadan kaldırmak istiyor. Kuryelik yalanı ile hapishanelerdeki hak ihlallerinin görmezden gelinmesini istiyor.

(Hakkımdaki bir iddia:)
HHB Avukatı Oya Aslan tarafından Güler Zere cezaevinden tahliyesi sonrası öldükten sonra bir belgesel hazırlanmıştır. “Terör örgütü üyesi olup hüküm giyen kişilerin halkın nazarında mağdur ve suçsuz gösterildiği, devletin insanlara işkence yapan, tecrit uygulayan ve
hapishanelerde imha eden bir yapı gibi gösterilerek insanların devlet erkine karşı alenen tahrik edildiği” söylenmiştir.

Avukatlık dışında sinema alanıyla ilgilenmekteyim. Sanata bakışımda mesleğe bakışımdan farklı değildir. Sanat, gerçekliğin başka şekil ve biçimlerle yansıtılmasıdır. Sosyalist gerçekliliğe inanıyorum. Değiştirip geliştiren sanata.

Güler Zere’nin hastalık sürecini anlatan belgeselini çektim. Hasta tutsak gerçeğinin kabul edilmesi o kampanyasın başarısıdır.
Ve tekrarla… Hasta tutsakların kavram olarak yerleşmesi ve onların serbest bırakılması Güler Zere’nin serbest bırakılması için verdiğimiz mücadele ile başlar.

Güler Zere, hapishanedeki ihmaller nedeniyle kanser hastalığına yakalanmış bir tutsaktı. Hastaneye yapılmayan sevkler nedeniyle teşhisi geç konulmuş, tedavisi de geç başlamıştı. Güler Zere’yi kaybettik. Kaybetme nedenimiz üstünü kapatılamayacak kadar açıktır.

Bu kampanyada ilk kez hasta tutsak kavramı tanındı, kabul edildi. Bu kampanya sayesinde Güler Zere’den sonra da hasta tutsaklar bırakıldı, tedavileri takip edildi. İyi ki bu belgeseli çekmişim, keşke daha fazlasını çekebilseydim.

Hasta tutsaklar sorunu var, bu nedenle Bekir Bozdağ bu konuda yasal bir düzenleme hazırlığı içinde olduklarını açıkladı.
Tecrit bir işkence biçimidir, tecrit bir devlet politikasıdır. Bir ve üç kişilik hapishaneler bunun kanıtıdır.

Hadi bunun aksini iddia edin. Edebilir misiniz? Edemezsiniz, edemediğinden sesimizi kısmaya kalkışıyorlar.

Elbette ben Güler Zere belgeselini çekecektim.
Belgeselde yansıttığım tüm gerçekler olay ve olgulara dayanıyor. Kurgu değil reddedilemeyecek gerçekler vardır. Evet hapishanelerde işkence var, tecrit var. Bu nedenle hala ölmeye devam ediyor tutsaklar. Sorunu çözmek yerine gizlemeye yeltenmeyin.

İsterdik ki, ortaya koyduğumuz olay ve olgular üzerinden bizimle tartışılsın, iddiamızın yalan olduğunu ispat etsinler. Yapamazlar. Bu nedenle gerçeğe dayanmayan akıl yürütmelerle bizi suçlamak kolay olandır ama meşru değildir.

Hasta tutsak Yasemin Karadağ’in serbest bırakılması için 2012 yılında TAYAD’ın yaptığı eyleme katıldığım söyleniyor. Konuşma yapıp yapmadığım, nerede durduğun, ne yaptığım iddianamede ve eklerinde yazılmamış. Sadece bu iddia ile yargılanıyor olsaydım.

Bu gibi ayrıntıları incelemeniz, belki görüntüler hakkında bilirkişi raporu aldırmanız gerekecekti. Hatta 2012 yılında sadece bu eylemden yargılanmış olsaydım, beraat kararıyla dosya kapanmış olacaktı. O zamanlar propaganda suçlamaları konusunda daha titiz davranıyordu yargıçlar.

Hasta tutsak için katıldığım eylem dışında, Ali Yıldız’in cenazesine katılmışım. Ali Yıldız kayıplardandı, toplu mezara atılmıştı devlet tarafından. Abisi Hüsnü Yıldız mezar bölgesinin açılması için 200 günü aşkın bir süre ölüm orucu eylemi yapmak zorunda kaldı.

Hüsnü Yıldız müvekkilimizdi, onun mücadelesi ile ilk kez bir toplu mezar açıldı. Toplu mezar açılırken Hüsnü Yıldız ile birlikte Ali Tıldız’ın kemiklerini aradık.

Hüsnü Yıldız adli süreç tamamlandıktan sonra, hukuken yapacak bir şey kalmadığında eyleme başladı. Kardeşinin mezarının açılması için ölümü göze almak zorunda kaldı. Bizim dilekçelerimiz değil ama onun eylemi, kapanan adli süreci açtı.

Kayıp çocuklarının acısıyla yaşayan, bir mezar uğruna mücadele veren ailelerin yüreğini anlamaktan uzaksınız. Mezarın açılması için neden insanlar ölüm orucu eylemi yapmak zorunda kalıyor sorusunu soramadığınızdan bizi cezalandırmayı tercih ediyorsunuz.

Polis tarafından öldürülen Erdal Dalgıç’ın, Hasan Selim Gönen’in cenazelerine katılmışım. Bu cenazelerde sloganlar atıldığı söylenmiş, öyle mi değil mi bilmiyorsunuz. Ben ne yapmışım o da sizi ilgilendirmiyor. Çünkü siz ceza vermeye kilitlenmişsiniz.

Bizi cezalandıracaksınız; çünkü avukat olarak bu cenazede bulunmuşuz. Ailenin acısını paylaşmam hiçbir suçun konusu olamaz. Cenazeye katılmanın sorgulanması ve suç konusu haline gelmesi bile nasıl bir ülkede yaşadığımızın, ölüp gidene ve onun ailesine duyulan yaklaşımın ifadesidir.

Cenazeye kin duymak tüm inanç sistemlerinde lanetlenmiştir. Biz hem ailenin acısına saygıdan cenazeye katılırken, hem de aileler çocuklarının cenazelerini istediklerini gibi, inançlarına uygun biçimde defnetmesinler diye de katılıyoruz.

Bu ülke gece yarısı sessiz sedasız yapılan definleri gördü. Kaçırılan cenazeleri gördü. Ölü bedenlere yapılan işkenceleri, ölümünden sonra taranan cesetleri gördü. Cenazede bile avukatlık yapmak zorunda olduğumuz bir ülkede yaşıyoruz.

Polisin iddiasına göre “toplumsal gösteri/yürüyüş/basın açıklaması vb.lerde “toplumsal olaya katılan kişilere güven ve cesaret verme amacı” ile hareket ettiğimiz söylenmektedir. Katıldığımız söylenen eylemler, toplumsal gösteri, yürüyüş ve basın açıklaması olarak ifade edilmiş.

Yani demokratik eylemler. Ama burada asıl düşündürücü olan “toplumsal olaya katılan kişilere güven ve cesaret verme amacı” ile bulunduğumuz iddiasıdır.
Bu demokratik olarak kabul edilen eylemler, nedense yüzlerce polis, çevik kuvvet ekibi ve tomalarca kuşatılır. Neden? Bu kadar fazla güvenlik önleminin nedeni korku salmak mıdır?

Dosyayı hazırlayanlar ortada güven ve cesaret verecek bir durum olduğunun da kabul etmiş olmuyorlar mı?

2013 tarihli iddianamede, örgüt üyeliği iddiası konusundaki tek delil, tanık ve gizli tanık beyanlarıdır. Dijital veri olarak önümüze koyduğunuz belgelerde adıma rastlanmıyor.

Propaganda suçu ile ilgili olarak görüntü izleyip, bu açıdan dosyayı bilirkişiye göndermediniz. Propaganda suçunu nasıl ne şekilde işlediğimiz konusunda bir tespitiniz yok. Dolayısıyla benim açımdan mahkemenizin dosyasıyla ilgili bir yargılama yapmış değilsiniz.

  1. Ağır Ceza Mahkemesinin dosyası üzerinden ceza vermek isteyebilirsiniz. O dosyada da dijitallerin akıbeti araştırırken, tanık beyanları konusundaki tevzi tahkikat taleplerimiz incelenirken dosyayı mahkemenizle birleştirip yargılamayı durdurdunuz.

Akın Gürlek, bakan yardımcılığı ile ödüllendirildiğine göre, size de benzer bir görev önerdiklerini düşünmemiz akla uygun olandır. Ne uğruna bize uygun görünen cezaların altına imzanızı atacaksınız. Neyin uğruna bunu yaptığınızı yakın zamanda anlayacağız.

(Oya Aslan’ın savunmasının sonu)

Sosyal ağlarda paylaşın