Konuk Yazar: Selçuk Kozağaçlı
Şimdi geldik insana, kurda, kuşa, cerenlere verdiğimiz selamı almaktan dolayı borçlu çıktığınız yere. Küçük bir ricam var.
“Selam olsun dağa taşa
Yaranlara selam olsun
Ormandaki kurda kuşa
Cerenlere selam olsun”
Bir ölü,
biri ağır yirmi yaralı,
işkence görmüş on tutsak,
dört sürgün,
beş yüz günü aşan hücre cezaları,
beş yıllık esaret,
gasp edilmiş ruhsatlar,
kullanılmaz hale getirilmiş en az dört çift omuz eklemi,
üç kırık kol,
yirmi hasarlı diz üstü bilgisayar,
e-kitap okumaya elverişli halde el konulmuş on altı kayıp tablet:
Devletin bir hukuk bürosu ve iki avukat derneğiyle giriştiği iç savaşın son sekiz yıllık bilançosu…
Kuşatılmış yaralı halimize, telafisi imkânsız ölümcül kayıplarımıza bakıp yanılmayın; yenilmedik. Çağdaş Hukukçular Derneği genel kurullarını coşkuyla gerçekleştiriyor; Adalet Okulu Derneği 2021/2022 ders yılı programı hazırlıyor; Halkın Hukuk Bürosu otuz iki yıllık geleneğinin öğrettiği gibi yedi gün yirmi dört saat görevinin başında hala. 2013 saldırısını göğüslerken söylediğimiz gibi: “Bürolarımız açık, açık kalacak; derneklerimiz açık, açık kalacak…”
Yeri ancak bir başka kuşakta, belki, doldurulabilecek Ebru’muzun fedası da dahil kayıplarımız, faillerin umduğu gibi yıldırıcı, arzuladığı kadar korkutucu değil bizim için. Faşizme karşı halkın avukatlığını yapıyoruz. Dövüşmenin bedeli olacağını biliyorduk; bugün de biliyoruz.
“Ölüm canın has yoldaşı
Diken gülün gönüldeşi
Kar altında deniz düşü
Kuranlara selam olsun”
Sadece diken gibi canına kastetmeyi başarabildiler Ebru’nun; gül de düş de onun emaneti olarak kalbimizde. İşin aslı, hasar vermeye çalıştıkları yaşamlarımız zaten bize ait değildi. Çok erken yaşlarımızda halkın adalet mücadelesine; faşizme karşı Özgürlük, emperyalizme karşı Bağımsızlık, kapitalizme karşı Sosyalizm savaşına hibe etmiştik. Yalnız “Savaş Hibesi” dedim diye tapon Amerika ordu malları gibi hurda hayatlar gelmesin aklınıza; “Devrimci Avukat” hayatları bunlar. Öğrencilerine ömür vermiş, cevval stajyerler yetiştiren, okullar kuran; kahkahası, ağıtı, sloganı adliye koridorlarını çınlatmış, uzun duruşma tiratları atmış, tutanaklar tutmuş, barikatlarda sabahlamış, müvekkillerinin tabutlarına sarılıp ağlamış, meslektaşlarının dertleriyle dertlenen, bildiriler yazan, sevdalanan, hem düğün hem taziye sofralarında karnı doymuş, gözünü kırpmadan dört mevsim açlık grevi yapmış, kongreler-konferanslar yöneten, şiir yazan, cop yemiş, marş ezberlemiş hayatlar.
Öyle olunca değeri artmış mı oluyor hibenin? Evet. Yaşamın kıymetini yükselten işler bunlar. Önce bu kadar değer kazandırmadan ölümü, tutsaklığı, işkenceyi göze almak mümkün olmazdı zaten.
Çok mu övdüm dövüşenleri? Belki biraz. Hoşgörün; çünkü tam şimdi söyleyeceğimi gerçekten anlamanıza ihtiyacım var. Her canlının, insanın, kurdun, kuşun, cerenlerin işi yaşamak elbette; güzel de bir iş. Onun için selamlıyoruz; uğruna mücadele ediyoruz. Ancak yaşamın, herkes tarafından bu kadar alevli bir hararetle kavranmasının mümkün olmadığının da farkındayım. Belki herkes için gerekli de değildir. Barikatın önünde direnme, bedel ödeme görevi ve -haydi diyelim ki- ayrıcalığı, öncünün kendisi için biçtiği hararet payı olsun.
Yalnız, “kıymeti kendinden menkul” diye korkutucu bir söz öbeği var. Ölümüze, dirimize, kırığımıza, çıkığımıza, tutsaklığımıza; velhasıl yaşamımıza biçtiğimiz değeri biraz yüksek tutuyor olmayalım sakın biz? Gereksiz övünüyor, yaşamlarımıza kıymeti kendinden menkul anlamlar yüklüyor olabilir miyiz? Diyorum ki; biz devrimciyiz diye yüceltiyor muyuz yaptığımız işi? Ya da hiç gelmeyecek bir düğünü, kendi kendimize gelin güvey olmuş bekliyor olmayalım?
Dürüst cevaplamaya çalışın. Yani, biri inandığı uğruna hapis yatmayı, ipe çekilmeyi göze aldı diyelim; sırf cesareti, ısrarı yüzünden kendiliğinden yükseliyor mu yaşamının değeri gözünüzde? Belki. Belki değil?
O halde sorulması gereken, barikatın arkasında ne olduğudur. Avukatlık? Onur? Özgürlük? Geçim? Değer verdiğiniz ve düzenin elinizden almakta olduğu ne varsa koyun barikatın arkasına, geçin başına; sayım yapalım. İsteyen en önde değil biraz arkada durabilir. Bedelin büyüğünü öncü ödesin, adildir bu; övüyoruz işte karşılığında. Kimler geldi? Tamam şimdi de halinden memnun olanlar, yaşamının bu halini sevenler, düzene uyum sağlayanlar, “değmez dövüşmeye” diyenler çıksın barikatın arkasından. Çıktılar mı? Tuzu kuru olanlar çekildiğine göre kalanlara bizimle ilgili zor soruyu sorayım: Mücadelemize değer veriyor musunuz siz bizim?
Bizim cevabımız belli; sizinkine ihtiyacımız var. Başka insanlar ne düşünür acaba? Sığ bir soru gibi duruyor ama değil. Kimsenin kimseden beklentisinin olmadığı bir dünyada gereksiz belki, ama ben işin sonunda sizden bir talepte bulunacağım; o nedenle önemli. İstememenin vermekten, hatta istemekten bile zor olduğunu deneyimlemişizdir diye uzatmıyorum; sonunda söylerim. Pekiyi, dövüşenler hakkında konuşuyorduk. Bedeninizi ipten indirip gömecek, anınızı yaşatacak, hapiste ziyaret edecek, sürgünde selam verecek, duruşmanıza gelecek dostlar hep bulunur; bizim de var. Ötekilere soruyorum. Bir adım uzakta duranlara. Mesele zamanda veya mekânda birkaç adım ileri çekilip bakınca bizde ne görüldüğü. Aynı topraklarda yaşadığımıza göre mekânda zaten çok uzaklaşılamaz ancak zamanda uzaklaşılan bir örnek vereyim derdimi daha iyi anlatmak için.
Bedreddin-i Simavnavi hakkında bir inceleme okuyorum.(1) XIV. yüzyılın ikinci yarısıyla XV. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşadığını; bir Selçuklu savaş beyinin -Edirne’nin Simavna kasabasını zapt edip başına geçen Gazi İsrail’in- oğlu olduğunu biliyoruz. Kale tekfurunun kızı olup önce savaş ganimeti sonra da eş yaparak Gazi İsrail’in yanında tuttuğu kadın, Müslüman yapıldıktan sonraki adıyla Melek; Bedreddin’in annesi.
– devamı var –