Adalet de öyle işte. Sözü var da eylemi yoksa, başkasında arar kendimizde var etmezsek, gündelik hayat içinde ilişkilerin ölçüm birimi değilse, siyasette slogan ama yaşamın anlam değeri değilse nedir?
Barkın Timtik*
“Yalama olmuş kızım, vidasını değiştirmek gerek” demişti annem.
“Yalama olmuş” ne demek, diye sormadım. Anladım çünkü; kullanılmaktan aşınmış, işlevini yitirmiş demekti.
Gözlüğün camını çerçeveye tutturan vidayı değiştirmeliydik, ne kadar sıksak da camın düşmesini engelleyemiyorduk.
“Adil yargılanma hakkı” üzerine düşünürken gelip gelip dilimin ucuna yerleşen “yalama olmuş” sözüyle başla o zaman dedim.
Söylenmekten aşındırılmış hale gelmiş olabilir mi adalet de?
Adalet söz değil, slogan değil. Bir dizi karşıtlıktan pay biçersek somut olan.
Ruh değil, beden desem; ruhsuz beden ölüdür; olmaz, bunları ayıramam.
Teori değil pratik desem; her pratik teorize edilmiş başka bir pratiğin ürünü; olabilir sanki!
Söylem değil eylem desem…
Doğrusu şu ki, söz eylemden ayrılamaz ruh da bedenden. Adalet de öyle işte. Sözü var da eylemi yoksa, başkalarında arar kendimizde var etmezsek, gündelik hayatın içinde ilişkilerin ölçüm birimi değilse, siyasette slogan ama yaşamın anlam değeri değilse nedir?
Biz onu yokluğundan tanıyoruz asıl olarak.
Olmadığında, sümüklenip tortop cebe sokulmuş mendil gibi yapışmış ve buruşukluğu açılmayan halimizden biliyoruz. İçimizde kırılmış dallardan… Rengi kaçmış güllerden biliyoruz solgun utangaç bir yüz gibi bizi utandıran…
Adalet bir ihtiyaç mı değil mi sorusunun cevabını aramıyoruz; fakat bu ihtiyacın giderilmesinin bir yolunu bulmamız gerek.
Yolu bulmak için “yola çıkmalı” bir adım atmalıyız.
İster günlük yaşamdaki arayışlarımızda isterse devlet katında bunun karşılığı olan hak ve özgürlük taleplerimizde karşılık bulmak bizim adımlarımıza bağlı.
Adaletin yokluğunu hissettiğimiz noktayı bir başlangıç noktası kabul edelim ve bugüne kadar susmuşsak konuşalım. Konuşmuşsak eyleme geçelim. Eylemişsek yaptıklarımız arttıralım. Bizim gibilerle eylemlerimizi birleştirelim, birleşelim.
Bu noktada kendimiz gibi olanlardan başka kimseye ihtiyacımız olmadığını da göreceğiz. Adalet eylemlerinin içinde bizzat kendimiz adalete dönüşeceğiz. Çünkü ancak yaparak öğrenilir.
Başkalarının bizim için adalet getirmesini beklemeyeceğiz. Vekaleten, temsilci tayin ederek olacak iş değil bu. Oysa bir kısır döngüde dolaşıp duruyoruz sanki.
Günlük yaşamlarımızdaki hakkaniyet ölçüsünün kaçmasıyla devletin yargısal faaliyetlerindeki adaletsizlikler birbirinden bağımsız değil. Her ikisinin kaynağı da dünya zenginliklerinin bir avuçta toplanmasının kabullenilmesiyle başlıyor; yani sistem sorunu! Herkese ait olanın, birilerince mülk edinilmesini normal sayıyor, aksinin mümkün olabileceğini aklımız almıyor. Her şeyi tepetaklak eden, bilinçlerimizi dumura uğratan egemenlerin ideolojik bombardımanı altındayız. Belki bu yüzden devletten adalet beklemekle, zaten hakkımız olanı, kazanılmışı korumak için mücadele etmeyi, bu mücadele ile adil yargılanma hakkını talep etmeyi birbirine karıştıranlar oluyor.
Adil yargılanma hakkı, yüzlerce yıllık bir mücadele geçmişine sahip bir kazanım. Giyotinler, darağaçları, zindanlar pahasına elde edildiğini bildiğimiz bir hakkın gasp edilmesi karşısında susup bekleyebilir miyiz? Bu gaspa maruz kaldığımızda biz ne yaptık?
Tarih ve sınıf bilincimizin bizi götürdüğü yere gittik. Çünkü bir hak, onu kullanamıyorsak “yok” hükmündedir. Onu talep etmeyi bırakırsak kimse hatırlamaz. Kazanılmış hakkı korumaksa daha büyük bir sorumluluk “boyunborcu”
Ebru Timtik’in hangi koşullarda sonu ölüm olan bir direnişe başladığının hala yeterince anlaşılamamış olduğunu görmekten üzüntü duyuyorum. Bu sebeple her fırsatta ölüm orucu eyleminin neden ve nasıl bir mücadele yöntemi olarak kullanıldığına dikkat çekmek istiyorum. Ebru’nun adı, dünya avukatları onu bir mücadele bayrağı gibi taşırken kendi ülkesinde yasaklılar listesinde.
İktidarın saldırılarını görmezden gelemeyiz; ama asıl sorun, aynı saftakilerin ona biçtikleri “akılsızlık” elbisesi. Ne yaptığını, nereye gittiğini bilmeyen bir “şaşkın, divane” muamelesini hak görmeleri… Bunun olası nedenlerine hiç girmeyeyim ama çok can yakan bir adaletsizlik olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. “İlle dostun bir tek gülü yaralar” bizi.
Demokratik hak ve özgürlüklerin askıya alındığı, kullanma ısrarında bulunanların terörist ilan edildiği ve yargı sopasıyla hizaya çekilmenin artık kanıksandığı yılların başındaydık.
Hakkımızda sürdürülen mükerrer davanın ilk duruşmasında tahliye edildiğimiz halde, iktidar müdahalesiyle birkaç saat içinde özgürlüğümüz yeniden elimizden alındı. Birkaç ay içinde, benzer davalarda örneği görülmemiş ağırlıkta cezalar yağdırılarak dosyamız kesinleşmek üzere Yargıtay’a gönderildi.
Bizim üzerimizden bütün haklar ve özgürlükler mücadelesine, tüm avukatlara, hak savunucularına “İtaat edeceksiniz” mesajı iletiliyordu. Savaşacak mıydık?
Saldırıların yarattığı korku umutsuzluğa, karamsarlığa sürüklüyordu insanları. Kanıksama virüsü uyuşturuyordu. Öte yandan müvekkillerimiz canlarını ortaya koyarak direniyordu. Direnenlerin yanında olamayacaksak, biz niye vardık?
“Demokrasi yok, corona var, bu koşullarda direniş olmaz” diyenlere cevabı Ebru veriyordu: “Demokrasi için direniyoruz, uygun koşulları bekleyemeyiz. Koşulları değiştirmek için mücadele etmeliyiz” diyordu.
Hak savunmayı meslek edinip iş başa düşünce ne yapılması gerektiğini unutabilir miydik?
Adil yargılanma hakkımızı direnişimizle talep ediyoruz diye bize devrimcilik öğretenler oldu; “Devrimcilik bu değilmiş!” Fakat uygun koşulları beklemek dışında bir yol öneren olmadı, yapılan bir şey vardıysa da biz göremedik.
Bugün de Anayasa Mahkemesi’nde en çok ihlal kararı verilen hak, adil yargılanma hakkı. Ki, bu ihlal kararlarına rağmen iktidar bildiğini okumaya devam ediyor. Halkın en çok dillendirdiği taleplerin başında geliyor adalet.
“Hak, hukuk, adalet” ana muhalefet partisinin de temel sloganı halinde; fakat bu adaletsizlikler tablosunu değiştirme gücüne sahip bir hareket, direniş ufuklarda görünmüyor. Çünkü hep aynı duvar dibinden ilerlenmeye çalışılıyor, o duvar bizi başlangıç noktamıza taşıyabiliyor yeniden, o kadar!
Bir direniş etrafında mücadele temelinde birleşmeyi sağladığımızda başarılı sonuçlar elde edebildiğimiz sayısız örneğimiz var. Bunu şimdi neden beceremeyelim?
Hep o duvar dibine sığınarak bir şeylerin değişebileceğini ummanın nedenlerini ve nasıl aşılabileceğini ortak bir mücadele zemininde bulamaz mıyız?
İktidarın ve dünya egemenlerinin baskı, zor, yalan ve demagojiyle yönettikleri sır değil, bunun daha önce nasıl alt edebildiği de öyle. Bunları biliyoruz. Bilginin yaşamda sınanması, bizim adım atma kararımıza bağlı. İktidar korkutuyor, egemenler bir avuçsunuz, beceremezsiniz diyor.
Ölümle, katliamlarla, tutsaklıkla, yoksulluklarla oluşturulmuş bir yenilgi belleğini sürekli tazeliyorlar. Bizim de küçük zaferlerimizi birleştirmeye ihtiyacımız var.
Demokrasi, sandığa gidip oy vermek gibi bir irade gösterisinden daha yüksek bir isteğe ihtiyaç duyuyor bizim gibi ülkelerde. Özgürlüğümüz, işimiz, konforumuz hatta hayatımız bile tehlikeye girebilir, elbette korkarız, korkuyoruz bundan. Özgürlüğümüzle düşüncelerimizin, tercihlerimizin takas edilmesi dayatıldığında kaygılanıyoruz. En azından bir düşünüp tartıyoruz hangisinin daha ağır bastığını.
Düşüncelerimiz hayata, ülkemize, dünyaya duyduğumuz sorumluluğun temeliyse, orada kendimize dair duyduğumuz korku ve kaygıların, halkın geleceği ve mücadelesi içinde kaybolacağını söyleyebiliriz. “Halk ve biz, aynı şeyiz” o halde bir adım öne çıkabiliriz. O bir adım, tehdit edildiğimiz şeyi alt ettiğimiz yerdir. Korkutulduğumuz şeyle yüz yüze gelme cesareti gösterdiğimizde ona hükmetmeye başlarız. Korkutucu şeyin düşüncesi gerçeğinden daha gölgeleyicidir, emin olun.
Şimdi yine başa dönüyorum.
Adaletsizliklerin mağduruyuz ve bunlara ses çıkaramamak ağır bir karanlık yaratıyor üstümüzde. Öyle ki adaletsizlik gündelik yaşamımızın , ölçülerimizin içine sızmış durumda.
Adalet, hak, hukuk sözleri, kullanılmaktan aşınmış, işlevini yerine getiremez olmuş.
Gereğini yapmaktan uzaklaştıkça “yalama” olmuş bu sözlerin tuttuğu, sızdırmayı engellediği ne varsa, çatlaklardan odalarımıza, derilerimizden kanımıza giriyor.
Adaletsizliğin taşıyıcısı haline geliyoruz, zulmedenlere benziyoruz, onu durdurmayı başaracak sağlam bir eylem duvarı öremedikçe…
Duvarı örmeye çalışanların harcına, deniz kumu karıştıranlar da var, fazla su katanlar da. Her şeye rağmen, bu duvarı örmekten bir an bile vazgeçmeyen yapı ustalarına sahibiz, aslolan da bu!
14 Haziran Adil Yargılanma Hakkı Günü’nde, ben de hala Ebru Timtik’in adaletini arıyorum.
O eylem duvarının harcına can katan Ebru’nun diğer dünya ülkeleriyle beraber, kendi ülkesinde de adıyla, minnetle selamlandığı; savunmanlık ve adalet mücadelesine bayrak yapıldığı; mücadelesinin, umutlu ve onurlu mirasının ilhamıyla genç avukatların adalet mücadelesini kucakladığı; Themis heykellerinin gözlerinin açıldığı, kılıcının kaldırıldığı, terazi tutan elinin Ebru’nun elini tuttuğu hayaller kuruyorum, hakkı değil mi?
Baro odalarında, ajandalarımızda, avukat yeminlerinde Av. Ebru Timtik’in adının olması, şimdiye kadar bir “hayal” olmaktan çıkmalıydı, adaleti yaşam ölçümüz yapabilseydik.
Şimdilik hayal de olsa hayalleri gerçek yapana kadar adalet istiyorum. Hayalleri gerçek yapmak için Ebru Timtik’in adaletini arıyorum.
Her 5 Nisan, her 27 Ağustos ve her adaletsizlik Ebru’dan esirgenen ve Ebru’nun koştuğu adaleti hatırlatsın.
14 Haziran Adil Yargılanma Hakkı Günümüz Kutlu Olsun!
Bugün, ödenen bedellerle “kut”lanmıştır.
Adil bir yaşam özlemiyle
* Avukat Barkın Timtik*