Duvarlara sıkıştırılmış ülke

ÇHD Genel Başkanı Selçuk Kozağaçlı ile Avukat Barkın Timtik hakim  karşısındaydı

Barkın Timtik*

“Meslek hayatımda dinlediğim en etkili savunmaların başında Behiç Abi’nin son savunması gelir. Öyle sade, öğreticiydi ki! Ne hamaset, ne gereksiz bir tek söz, ne de daha önce söylenmiş güçlü sözlerden yararlanma arayışı… Sadece ve sadece kendi deneyimini anlattı. Korku, ölüm – yaşam çatışmasını ortaya koyduktan sonra öz olarak dedi ki; evet korkuyordum; evet yaşamak istiyordum ama çözmem gereken sorun bu değildi. Ben korkuyu yok edemem. Biz korkuyu yok edemeyiz. Mesele benim şimdi ne yapacağımdı? Neye yoğunlaşacaktım? Onun söyledikleri kayıtlıdır, beni affetsin ama söylediklerinden bunları anladım…”

(Av. Ebru TİMTİK-25. 03. 2020 tarihli iç mektuplarından)

Ne zaman bir şeyler yazma ihtiyacı duysam onun satırlarına gidiyor gözüm. Bu, “daha önce söylenmiş güçlü sözlerden yararlanma arayışı” değilse de; dilimde, dizimde, satırlarımda, tüm varlığımda yaşıyor oluşunun görülmesi istediği belki…

Hepimizin içinde bulunduğu dünya ve ülke tablosunun duvarların arasına sıkıştırılmış halini yaşıyoruz biz. Adaletsizliğin yeryüzüne uyguladığı basınç kuvvetinin, yüzeyin darlığında artan şiddetinden bahsediyorum.

8 Mart, Dünya Emekçi Kadınlar Günü! Kutlama ve yürüyüşün “kanuna aykırı” olduğu fetvasını vermiş idari amirler! Yine de sokağa çıkabilenler işkence görüp polisin her an gelebilecek copuna, gazına karşı heyecanlı bir korkuyla titreseler de, gözaltına alınıp nezarethanenin kan, ter, ten, idrar kokusuyla karışık havasını soluyor da olsalar şanslılar! Mülki amirler “kanuna aykırı” dediler diye yapılan “suç” olmuyor çünkü. “Sizin sözünüz değil, bizim eylemlerimizdir kanun” demiş olmak, gururlu ve haklı bir gülüştür çünkü.

Sakarya/Hendek davası karara çıktı. Ekrana yapışarak izledim Av. Gülşen’in bu dava için adalet, katledilen dayısı için yas tutma hakkını dile getirişini. Öfkeyi ve acıyı ama mücadele etmekteki ısrarını, ailelerimizde yarattığı bilinci de gördüm.

AYM’nin Ethem Sarısülük’ünkatledilmesi davasına ilişkin 15 bin liraya çevrilen ödül gibi cezayı yerinde bulduğu kararı okudum.

Şenyaşar Ailesi’nin adalet nöbetine çağrısını okudum; 9 Mart’ta 1 yılı dolacakmış, bayram, seyran kış kıyamet demeden Urfa Adliyesi kapısında oturmalarının.

Alın işte, ben bu haberi 8 Mart günü, 7 Mart tarihli gazeteyi okuyabildiğim için sizden bir gün geç öğrendim.

Adaletsizlikler türlü türlü burada. Soluduğumuz havada, içtiğimiz suda, yediğimiz yemekte… Burnumuzdan dilimize, midemize iniyor sanki.

Önceki kesimden saçımın bir tutamı uzun kalmış. Özensiz görünmeyim diye, idareden makas istedim kesmek için. Yeni bir karar ilettiler; 2 ay içinde makas almışsan yeniden makas vermeyeceklermiş! Ne yapacaksam makası? Yeme de yanında yat cinsinden bir şey olsa bari!

Dava dosyasını inceleyip savunma yapabilmem için götürüldüğüm bilgisayar odası, hapishanenin üst katında, en son koridorun en uç odası. Buranın Sibiryası denilse yeridir. Kat kat giyiniyorum üstüme ne bulursam. Bu kadar uzun mesafeyi, ağzımda maske, bir de mont giyerek yürürsem terliyorum. Mont, oturduğumda soğuyan vücut ısımı korumama yardım etsin diye yanımda. Ama koridorda yürürken montu elimde tutamazmışım! Üzerime giymeliymişim, yönetmelik böyleymiş!

Benim hasta olmamı engelleyecek bir madde de var mı acaba o yönetmelikte? Akıllardan akıl beğen!

Kimseyle temas etmeyecek bile olsam, hücreden her çıkışımda ve girişimde hem elle, hem de el detektörüyle iki kez üstüm aranıyor, ayakkabılarım çıkarılıyor. Bütün koridor başlı sonlu kameralarla izlendiği, her adımımıza eşlik eden en az iki gardiyanla yürüdüğümüz halde “havadan” bir şey kapıp ayakkabımıza gizleyebileceğimizi zannediyorlar demek!

Ziyarete gelen arkadaşlara anlatmışımdır. Daha önce bana tebliğ edilen bir evrak tekrar tebliğ edildi.

“Müteveffa Ebru TİMTİK ten kalan 282,61 TL’yi teslim almayı kabul edip etmediğime ilişkin beyanının alınması… Terekenin hazineye teslim edileceğinin ihtar edilerek ve BİZZAT kendisine sorularak…

Ebru ve Barkın Timtik'e Ludovic Trarieux İnsan Hakları Ödülü - Gerçek Gündem

TEREKEYİ ALMAYI KABUL EDİYORUM:

TEREKEYİ ALMAYI KABUL ETMİYORUM:

Bu evrakı aldığım gün ve sonrası kalbimden mideme oturan ve beni aşağı doğru çeken ağırlığın, bir öfke ve acı çöreklenmesi mi olduğunu ayırt edemedim.

Duyguları tarif etmekte ve buna yol açan nedenleri geriye gidip bulmaya çalışmakta belki daha avantajlıyız, hapishanedeyiz çünkü. Basit bir tebligat mıydı bu elime tutuşturulan?

“Müteveffa” sözcüğünün çağırdığı onlarca düşünce ve bir rakam sıkıştırılan “tereke”yi almayı kabul edip etmediğimi BÜYÜK HARFLERLE soran o buyurucu sesi duymak.

“Hem suçlu hem güçlülerin” düzeninde, bir hapishane hücresine mikroskobik bir alana düşen adaletsizliğin gölgesiydi.

Arif Damar’ın dizeleri geliyor sıklıkla bu aralar dilime.

“Anadolu’yu sevmek cesaret ister

Adım başında yoksulluk

Adım başına keder…”

Böyle miydi şiir, tam olarak hatırlayamadım. Aklımda böyle kalmış. Vefat etmeden belki birkaç yıl önceydi. Onunla, göğsüne deniz kabuğu iliştirilmiş kırmızı renkli kolsuz tişörtü, yorgun, altı halkalanmış ıslak bakan gözleriyle ve sanırım 90’ına merdiven dayamışken tanışmıştık.

Tecride karşı ölüm orucu eylemi yapan direnişçilerin yanındaydı. O zaman şiirlerini bilmiyordum, hak ettiği değeri de göstermediğimi düşünüyorum bugün. Öfkeli hatırlıyorum yüzünü, belki yaşlılığın getirdiği bir aksilik de vardı sözlerinde. Bildiğim onun Arif Damar olduğu, bastonuna yaslanarak da olsa emperyalizm, tecrit ve direniş sözcüklerinin çağırdığı yere geldiğiydi. Nerden geldi bunu anlatmak? Dilime takılıp duran dizelerinden… Yine bir ölüm orucu eylem sürecinin içinde oluşumuzdan… Bu eylemin hepimize yüklediği sorumluluğun payıma düşen kısmını sıcak bir nefes gibi ensemde duyuşumdan.

İşin aslı, ben sizi duruşmaya çağıracaktım ama Sibel ve Gökhan’ın yüzlü günlere varan açlığı, hepimizin onurlu ve adaletli yaşam hakkımız için hayatlarından geçişleri her şeyden önemli geliyor bana.

Duruşmamıza gelin istiyorum; ama onların işaret ettikleri ve artık kanıksanmaya başlanmış hukuksuz yargı pratiklerinin çarpıcı bir örneği olarak izlemek için gelin duruşmamıza

İnsan öldürseniz, ceza yasasının en ağır ceza yaptırımıyla yüz yüze kalsanız bile en uzun süre tutuklu bulundurulabilecek 5 yıllık vadeyi çoktan doldurduk. Bizi yasaların gücüyle tutmuyorlar içerde! Sibel ve Gökhan işte bunun için, sonu ölüm olan bir eylemin içindelerken, onların canı hepimizin kıymetlisi olmaz mı?

Sibel’in mektubunun bir kısmını başucumda tutuyorum. Mektubu yazdığı kişi ben değilim tabi. Ölüm orucu eylemine başladığını öğrenince Nuriye, Sibel’in kendisine yazdığı mektubun satırlarından yararlanmıştı. Sibel’i bize anlatmak için;

“ … Ölüm en ucuz şey bu ülkede” diyor “ seç beğen al” “ … Azrail’in yakasına yapışıp neden halkımızın canını alıyorsun? Ölüm yoksula neden böyle ucuz …”

“ödenecek bedelleri seçilebilir korkular olarak insanların önüne koyup…”

“ömürler korkarak geçiyor. Sınav korkuları, işsiz kalma korkusu, aç kalma korkusu, çocuklara ekmek götürememe korkusu… “

Selde, yavrusu elinden kayıp giden bir annenin anlattıklarını dinlemiş, migren ağrısı tutmuş Sibel’in bunu anlatmış mektubunda. Böyle haberler acı ve adaletsizlik yüklü olaylar hapishanedeki bir insanı daha yüksek bir titremeyle çarpar. Bunu anlamak için o moda kelimenin ifade ettiği şeyi yapmak denenebilir; empati! Söylemesi yapmasından kolay tabii… Her zaman söylemesi kolaydır.

Bir gazeteci bozuntusu “6 yıl canım, yatsın çıksın, niye ölüm orucu yapıyor?” demiş Sibel için. İsmi lazım değil, cismini de ahkâm keserken izlemek oldukça zor. Bu gibi “ solcu, demokrat, aydın hatta sosyalist” sıfatlarını istismar için kullanan ismi lazım sayılmaz gazeteciyle rastlaşmak için de gün sayıyorum. 5N + 1K’dan bile habersizsin, gazeteci sıfatı çok fazla sana.

Aydın mı diyorlar böyleleri kendine? Kör geceden daha karanlıklar! Bilenin namus borcudur söylemek. Gerçeği söylemeyenler, zoru gördü mü eğilip bükülenler aydın olamazlar. Kazanların kendi kendilerine kaynadığını, çevre yanına ateş gerekmediğini sanıyorlar belki. Çeşmeler başında bekleyerek bardağını doldurabileceğini. Gökhan yazmış Yunus Emre’nin bu dizelerini;

“Çeşmeler başında bin yıl beklesen

Bardağın kendinden dolası değil…”

Sibel ve Gökhan’ın hepimizin onur ve adalet taleplerimizi içinde taşıyan eylemlerini, onların çağrılarında söyledikleri şeyi duymamakta ısrar edenlere, siz seslenir misiniz?

Onlar, “Adaletsizlikleri sessizce kabullenmek zorunda değiliz” diyorlar. “Kanıksatılanları, bir sessizlik örtüsü altında gizlenenleri gösterebiliriz, değiştirebiliriz”diyorlar.

Tek tek bölük pörçük kanlı karanlıklara karışan seslerimizin ayrı ayrı dağılıp gitmesine izin vermemek, sözümüzü ve eylemimizi aynı amaca bağlamak bizim elimizde.

Onların bunu sağlamak için cömertçe ortaya koydukları hayatları, adaletsizlikle boğulmaya çalışılan onurlu bir yaşamı korumak içindir.

Değerlerin yaşamdan daha önemli olduğu inancıyla…

*Tutuklu avukat, Silivri Kapalı Hapishanesi

Sosyal ağlarda paylaşın