Ebru Abla’yı yakından tanıdığım ilk yer yaz kampı olmuştu. O beş yılını doldurmuş bir avukat, ben üniversiteyi bitirmek üzere olan bir hukuk öğrencisiydim.
Hayatı tanımaya çalışıyordum. Kişiliğim şekilleniyordu, kendimi arıyordum, güvensizliklerim vardı. Onların yanında kendimi bilgisiz hissediyorum. Bu bir komplekse yol açıyor, pek konuşmamama neden oluyor. Daha çok dinliyorum.
Ebru abla ise konuşmamı istiyor. Düşüncelerimi merak ediyor. Yaz kampına katılan diğer avukatlarla birlikte toplantılar yapıyoruz. Topluluk içinde konuşmaya teşvik ediyor beni.
Ne yapmaya çalıştığını anlamıyorum. Deniyor mu beni? Çünkü o zamana kadar bizden topluluk önünde bir şey yapmamızı isteyen öğretmenler bizi sınava çektiler. Kimse bizim düşüncemizi merak etmedi.
Çıkarı nedir? Bunlar alışık olmadığımız şeyler. Çünkü biz en çok “Sus, konuşma, sorma, büyükler varken haddini bil.” sözlerine alışığız.
Sadece toplantılarda da değil birebir kaldığımız anlarda da benimle sohbet ediyor. Ama daha çok konuşmuyor soruyor. Sıkışmış hissediyorum bazen. Çünkü kendimi parlatacak, öne çıkartacak bir tanıtım yapmaya çalışıyorum. Fakat her soru gerçeğin kilidini açıyor. Maskeleri indiriyor.
“Şimdi ne yapmak istiyor acaba” Böyle düşünüyor o zamanki Aytaç. Çünkü anlama ve tanıma çabasına alışık değil. O zamana kadar Aytaç’ın karşısına çıkanlar hep konuşanlardı, dinleyenler değil. Ama karşısındaki kadın koca kara gözleriyle anlamaya çalışarak bakıyor. Bu gözlerde hükümler yok merak var. İçimi ısıtıyor bu sohbetler. Biraz da rahatsız ediyor. Gerçekle karşılaşmak henüz rahatsız edici geliyor.
Değişik bir insan. İçi dışında gibi. Doğal bir kendine güveni var. Topluluk içinde bir anda hadi size bir şiir okuyayım diye başlıyor. Ezberden şiir okuyor. Ben onun yerine utanıyorum. Elimi alnımın üstüne koyup gözlerimi kapatıyorum. Çünkü o dönemde böyle şiir okumak, rezil olmak gibi geliyor bana. Toyum henüz. Sanat normalde halkın hayatının her yerindedir. Biz yabancılaşmışız. Aslında utanacak olan benim rahatsız olmam.
Sonra bir anda Toyuk ( tavuk) adında Kars halk türküsü söylemeye başlıyor. Sanki tek başına müzikal gösterisi yapıyor. Bu nasıl performans? Herkesi büyülüyor. Bir tavuk gibi oradan oraya zıplıyor. Gülüyoruz, hayran hayran bakıyoruz.
Yaz tatilinde filmler izliyoruz. Kupkuru Bembeyaz Bir Yaz filmini hep birlikte izliyoruz. Marlon Brando demokrat bir avukatı canlandırıyor. Hayatımda izlediğim en güzel filmlerden biri. Filmin sonunda yine yanımda Ebru Timtik var.
– Nasıl buldun filmi ?
Yav arkadaş yine mi sen? diyorum içimden. İşin şakası tabi. Bu ilgiden memnunum aslında. İlgi emektir. Her emekte olduğu gibi değer yaratır.
Bazen deniz kıyısında serserice oturuyorum. Güneş, sohbet derken zaman öldürüyorum. Ebru Ablayla denk geldiğimizde bana bir kitabı tanıtıyor. Her an her yerde o var. Fakat öyle kendini her ortama kabul ettirmeye çalışan zorlama bir tavır değil bu. Hayatı ve insanları çok seviyor. Herkese dokunuyor.
Yaz tatili heybeme çok anı biriktirerek geçiyor. İzler bırakıyor bende,etkiliyor. İçimde devrimci avukat olmaya dair güçlü duygular uyandırıyor. Çünkü devrimci avukatları ilk kez yakından orda tanıyorum. Güzellikleri hissediyorum.
2011’in sonunda okulu güç bela bitirebildim. Halkla, hayatla hiçbir ilgisi olmayan hukuk fakültesinin kof ezberciliğini bende hiçbir karşılığı yok. Devrimci avukatlık geleneği ile tanışmasam fakülteyi bitirebilir miydim hiç emin değilim.
2012 yılı Ebru Ablanın avukatlığını yakından tanıdığım bir dönem oluyor.Üst üste eylemler yaşanıyor. Müvekkillerimiz halka adalet için ömürlerini veriyorlar.
İçinde yaşadığımız düzende tacirleşmiş bir avukat için müvekkili öldükten sonra yapacak bir şey kalmamış olabilir.
Fakat devlet bir devrimci ölse de ailesine karşı birçok zorluk çıkarır. Hukuki birçok sorun ortaya çıkar. Bazen cenaze aileye teslim edilmek istenmez. Otopsi işlemleri gizlenmeye çalışılır. Cenaze töreni yapılması engellenmek i
stenir. Devlet siyasi olarak seferber edilir. Siyasi şube tehditkar bir şekilde ailenin karşısına çıkar. Bir avukatın görevi burada ailenin temel haklarını korumak ve savunmaktır. Uygulaması içinde mücadele etmektir.
Ebru Ablayı bu mücadelenin içinde görüyordum. Adli Tıp Kurumu’nun önünde müvekkilinin otopsi işlemlerine katılmak için polis kalkanlarını zorluyordu.
Cenazeyi teslim almak için Adli Tıp Kurumu önünde gözü yaşlı analarla birlikte nöbet bekliyordu.
Çatışmada yaralanmış müvekkilinin hastanede katledilmemesi için hastane koridorlarını inletiyordu. Sultan Işıklı silahla yaralanmıştı ve yoğun bakımdaydı. Yanındaki arkadaşı Hasan Selim ambulans bekletilerek katledilmişti. Aynı tehdit Sultan için de söz konusuydu. Sultan’ı kimseyle görüştürmüyorlardı. Hastane odasında işkence yapıldığı söyleniyordu. Polis ordusu hastaneyi kuşatmıştı. Hastaneye girenler girerken tedirgin oluyordu. Sultan’ın kaldığı koridorda polisten duvar örmüşlerdi. Kimseyi almıyorlardı. Ebru Abla yanında bir avukat arkadaşla koridora dayandı. Avukatı olarak müvekkilinin soruşturmasının her aşamasında görme hakkı vardı. Sultan’ın annesi Cennet Ana gözleri yaşlı endişeyle kızından haber almayı bekliyordu. Fakat Ebru Ablaya izin vermediler. Yasadışı, hukuksuz bir şekilde “yok göremezsin ” diyorlardı. Bu “yoklar” hiçbir zaman Ebru Ablanın sınırları olmadı. Hakkı olanın peşinden gitmesini engelleyemedi.
“Çekil” diyordu polise. Net bir şekilde. “Önümden çekil.” Höt zötle sonuç almaya alışanlar karşılarında net bir hayır görünce şaşırırlar. Ne diyeceklerini bilemediler. Sonra Ebru Abla omzuyla itmeye başladı polisleri. Bunu hiç beklemedikleri için gözleri faltaşı gibi açılmaya başladı. “Ne yapıyorsunuz hanfendi, durun avukat hanım”. Avukat hanım durmaz, durmuyor. Hakkını alana kadar direnecektir artık.
Kendini sıkarak “çe- kk-iii-lll” demeye devam ediyor. Karşı tarafın şaşkınlığından da faydalanarak polis duvarında yarık açıyor. Sonra sağa sola savrulan polisleri görüyoruz. Ebru Ablanın kolundan tutuyorlar. Tutanı itiyor. Önüne çıkmaya çalışıyorlar. Omuzunu kullanarak yanlarından sıyrılıyor. Bir yandan da “çekilinnn” diye bağırıyor. Böylece hedefine ulaştı. Şimdi de kapının önünü kapatıyorlar. Odaya girmesine engel oluyorlar. Gitmeyeceğim, görüşene kadar oturacağım, diyor. Polisler telefon görüşmeleri yapıyor. Sonunda savcı görüşsün talimatını veriyor. Müvekkilini böyle savunuyor Ebru Timtik.
Kim yapabilir bunu? İnsan kendini böyle tehlikelere ne için, nasıl atabilir? Sevmeyen yapabilir mi? Mümkün mü? Bir anne baba çocuğu için her zaman bunu yapabiliyor mu? Ya da bir kardeş, kardeşi için?
Sevgi yönetir Ebru Timtik’i. Sevgiden alır talimatını. Gözaltında müvekkilini görebilmek için gece yarısı saatlerce İstanbul Emliyeti’nde bekleten güç burdan gelir.
Mahkemelerin karşısında halk kurtuluş mücadelesinin meşruluğunu hukuki ve siyasi yönden sonuna kadar savunabilir.
“Ama onlar terörist, teröristlerin hakkı olmaz. Teröristlere işkence yapmak onları öldürmek haktır.” düşüncelerinin hukuk dışılığı, geriliğini, ilkelliğini haykırıyordu. Yazıyordu, çiziyordu, anlatıyordu. Terör ne? Terörist kim? Durmaksızın yorulmaksızın mücadele ediyordu. Egemenlerin tekerine çomak sokuyordu. Polisler onun karşısında çaresizliklerini “İşimize taş koyuyorsun.” diyerek itiraf ediyorlardı.
Kinlerini de kusuyorlardı tabi. Sizin işinizi yakında bitireceğiz, diyorlardı.
Ne yapıyordu devrimci avukatlar, halkın haklarını savunuyorlardı. Halk için mücadele edenlerin avukatlıklarını yapıyorlardı. Kim kin duyardı onlara karşı? Örneğin Atçalı Kel Mehmet’e, Çakırcalı Efe’ye, Mahir Çayan’a, Halit Çelenk’e kim düşmanlık beslerdi? İşte devrimci avukatlara da onlar kin duyuyordu.