AYTAÇ ÜNSAL, EBRU TİMTİK’İ ANLATIYOR- 2

Ebru Abla’yı yakından tanıdığım ilk yer yaz kampı olmuştu. O beş yılını doldurmuş bir avukat, ben  üniversiteyi bitirmek  üzere olan bir hukuk  öğrencisiydim.

Hayatı tanımaya  çalışıyordum. Kişiliğim şekilleniyordu, kendimi arıyordum, güvensizliklerim vardı. Onların yanında kendimi bilgisiz hissediyorum. Bu bir komplekse yol açıyor, pek konuşmamama neden oluyor. Daha  çok dinliyorum.

Ebru abla ise konuşmamı istiyor. Düşüncelerimi merak ediyor. Yaz kampına katılan diğer avukatlarla birlikte toplantılar yapıyoruz. Topluluk içinde konuşmaya teşvik ediyor beni.

Ne yapmaya  çalıştığını anlamıyorum. Deniyor mu beni?  Çünkü  o zamana kadar bizden topluluk  önünde bir şey yapmamızı isteyen  öğretmenler bizi sınava  çektiler. Kimse bizim düşüncemizi merak etmedi.

Çıkarı nedir? Bunlar alışık olmadığımız şeyler.  Çünkü  biz en  çok “Sus, konuşma, sorma, büyükler varken haddini bil.” sözlerine alışığız.

Sadece toplantılarda da değil birebir kaldığımız anlarda da benimle sohbet ediyor. Ama daha  çok konuşmuyor soruyor. Sıkışmış hissediyorum bazen.  Çünkü  kendimi parlatacak,  öne  çıkartacak bir tanıtım yapmaya  çalışıyorum. Fakat her soru gerçeğin kilidini açıyor. Maskeleri indiriyor.

“Şimdi ne yapmak istiyor acaba” Böyle düşünüyor o zamanki Aytaç.  Çünkü  anlama ve tanıma  çabasına alışık değil. O zamana kadar Aytaç’ın karşısına  çıkanlar hep konuşanlardı, dinleyenler değil. Ama karşısındaki kadın koca kara gözleriyle anlamaya  çalışarak bakıyor. Bu gözlerde hükümler yok merak var. İçimi ısıtıyor bu sohbetler. Biraz da rahatsız ediyor. Gerçekle karşılaşmak henüz rahatsız edici geliyor.

Değişik bir insan. İçi dışında gibi. Doğal bir kendine güveni var. Topluluk içinde bir anda hadi size bir şiir okuyayım diye başlıyor. Ezberden şiir okuyor. Ben onun yerine utanıyorum. Elimi alnımın  üstüne koyup gözlerimi kapatıyorum.  Çünkü  o dönemde böyle şiir okumak, rezil olmak gibi geliyor bana. Toyum henüz. Sanat normalde halkın hayatının her yerindedir. Biz yabancılaşmışız. Aslında utanacak olan benim rahatsız olmam.

Sonra bir anda Toyuk ( tavuk) adında Kars halk türküsü  söylemeye başlıyor. Sanki tek başına müzikal gösterisi yapıyor. Bu nasıl performans? Herkesi büyülüyor. Bir tavuk gibi oradan oraya zıplıyor. Gülüyoruz, hayran hayran bakıyoruz.

Yaz tatilinde filmler izliyoruz. Kupkuru Bembeyaz Bir Yaz filmini hep birlikte izliyoruz. Marlon Brando demokrat bir avukatı canlandırıyor. Hayatımda izlediğim en güzel filmlerden biri. Filmin sonunda yine yanımda Ebru Timtik var.

–    Nasıl buldun filmi ?

Yav arkadaş yine mi sen? diyorum içimden. İşin şakası tabi. Bu ilgiden memnunum aslında. İlgi emektir. Her emekte olduğu gibi değer yaratır.

Bazen deniz kıyısında serserice oturuyorum. Güneş, sohbet derken zaman  öldürüyorum. Ebru Ablayla denk geldiğimizde bana bir kitabı tanıtıyor. Her an her yerde o var. Fakat  öyle kendini her ortama kabul ettirmeye  çalışan zorlama bir tavır değil bu. Hayatı ve insanları  çok seviyor. Herkese dokunuyor.

Yaz tatili heybeme  çok anı biriktirerek geçiyor. İzler bırakıyor bende,etkiliyor. İçimde devrimci avukat olmaya dair güçlü  duygular uyandırıyor.  Çünkü  devrimci avukatları ilk kez yakından orda tanıyorum. Güzellikleri hissediyorum.

  2011’in sonunda okulu güç  bela bitirebildim. Halkla, hayatla hiçbir ilgisi olmayan hukuk fakültesinin kof ezberciliğini bende hiçbir karşılığı yok. Devrimci avukatlık geleneği ile tanışmasam fakülteyi bitirebilir miydim hiç  emin değilim.

2012 yılı Ebru Ablanın avukatlığını yakından tanıdığım bir dönem oluyor.Üst  üste eylemler yaşanıyor. Müvekkillerimiz halka adalet için  ömürlerini veriyorlar.

İçinde yaşadığımız düzende tacirleşmiş bir avukat için müvekkili  öldükten sonra yapacak bir şey kalmamış olabilir.

Fakat devlet bir devrimci  ölse de ailesine karşı birçok zorluk  çıkarır. Hukuki birçok sorun ortaya  çıkar. Bazen cenaze aileye teslim edilmek istenmez. Otopsi işlemleri gizlenmeye  çalışılır. Cenaze töreni yapılması engellenmek i

stenir. Devlet siyasi olarak seferber edilir. Siyasi şube tehditkar bir şekilde ailenin karşısına  çıkar. Bir avukatın görevi burada ailenin temel haklarını korumak ve savunmaktır. Uygulaması içinde mücadele etmektir.

Ebru Ablayı bu mücadelenin içinde görüyordum. Adli Tıp Kurumu’nun  önünde müvekkilinin otopsi işlemlerine katılmak için polis kalkanlarını zorluyordu.

Cenazeyi teslim almak için Adli Tıp Kurumu  önünde gözü  yaşlı analarla birlikte nöbet bekliyordu.

Çatışmada yaralanmış müvekkilinin hastanede katledilmemesi için hastane koridorlarını inletiyordu. Sultan Işıklı silahla yaralanmıştı ve yoğun bakımdaydı. Yanındaki arkadaşı Hasan Selim ambulans bekletilerek katledilmişti. Aynı tehdit Sultan için de söz konusuydu. Sultan’ı kimseyle görüştürmüyorlardı. Hastane odasında işkence yapıldığı söyleniyordu. Polis ordusu hastaneyi kuşatmıştı. Hastaneye girenler girerken tedirgin oluyordu. Sultan’ın kaldığı koridorda polisten duvar  örmüşlerdi. Kimseyi almıyorlardı. Ebru Abla yanında bir avukat arkadaşla koridora dayandı. Avukatı olarak müvekkilinin soruşturmasının her aşamasında görme hakkı vardı. Sultan’ın annesi Cennet Ana gözleri yaşlı endişeyle kızından haber almayı bekliyordu. Fakat Ebru Ablaya izin vermediler. Yasadışı, hukuksuz bir şekilde “yok göremezsin ” diyorlardı. Bu “yoklar” hiçbir zaman Ebru Ablanın sınırları olmadı. Hakkı olanın peşinden gitmesini engelleyemedi.

Gözaltındaki avukat polis aracında konuştu: Önümüzdeki polisler bile her  KHK'da atıldık mı diye listelere bakıyor [VİDEO] - Tr724

“Çekil” diyordu polise. Net bir şekilde. “Önümden  çekil.” Höt zötle sonuç  almaya alışanlar karşılarında net bir hayır görünce şaşırırlar. Ne diyeceklerini bilemediler. Sonra Ebru Abla omzuyla itmeye başladı polisleri. Bunu hiç  beklemedikleri için gözleri faltaşı gibi açılmaya başladı. “Ne yapıyorsunuz hanfendi, durun avukat hanım”. Avukat hanım durmaz, durmuyor. Hakkını alana kadar direnecektir artık.

Kendini sıkarak “çe- kk-iii-lll” demeye devam ediyor. Karşı tarafın şaşkınlığından da faydalanarak polis duvarında yarık açıyor. Sonra sağa sola savrulan polisleri görüyoruz. Ebru Ablanın kolundan tutuyorlar. Tutanı itiyor.  Önüne  çıkmaya  çalışıyorlar. Omuzunu kullanarak yanlarından sıyrılıyor. Bir yandan da “çekilinnn” diye bağırıyor. Böylece hedefine ulaştı. Şimdi de kapının  önünü  kapatıyorlar. Odaya girmesine engel oluyorlar. Gitmeyeceğim, görüşene kadar oturacağım, diyor. Polisler telefon görüşmeleri yapıyor. Sonunda savcı görüşsün talimatını veriyor. Müvekkilini böyle savunuyor Ebru Timtik.

Kim yapabilir bunu? İnsan kendini böyle tehlikelere ne için, nasıl atabilir? Sevmeyen yapabilir mi? Mümkün mü? Bir anne baba  çocuğu için her zaman bunu yapabiliyor mu? Ya da bir kardeş, kardeşi için?

Sevgi yönetir Ebru Timtik’i. Sevgiden alır talimatını. Gözaltında müvekkilini görebilmek için gece yarısı saatlerce İstanbul Emliyeti’nde bekleten güç  burdan gelir.

Mahkemelerin karşısında halk kurtuluş mücadelesinin meşruluğunu hukuki ve siyasi yönden sonuna kadar savunabilir.

“Ama onlar terörist, teröristlerin hakkı olmaz. Teröristlere işkence yapmak onları  öldürmek haktır.” düşüncelerinin hukuk dışılığı, geriliğini, ilkelliğini haykırıyordu. Yazıyordu,  çiziyordu, anlatıyordu. Terör ne? Terörist kim? Durmaksızın yorulmaksızın mücadele ediyordu. Egemenlerin tekerine  çomak sokuyordu. Polisler onun karşısında  çaresizliklerini “İşimize taş koyuyorsun.” diyerek itiraf ediyorlardı.

Kinlerini de kusuyorlardı tabi. Sizin işinizi yakında bitireceğiz, diyorlardı.

Ne yapıyordu devrimci avukatlar, halkın haklarını savunuyorlardı. Halk için mücadele edenlerin avukatlıklarını yapıyorlardı. Kim kin duyardı onlara karşı?  Örneğin Atçalı Kel Mehmet’e,  Çakırcalı Efe’ye, Mahir  Çayan’a, Halit  Çelenk’e kim düşmanlık beslerdi? İşte devrimci avukatlara da onlar kin duyuyordu.

Sosyal ağlarda paylaşın