Avukat Yener Sözen: “Türkiye faşizmine karşı direniş terör değil, meşrudur. … Türkiye faşizmi de er ya da geç çökecektir.”

“Sevgili müvekkilim Özgül Emre, sayın İhsan Cibelik ve Serkan Küpeli, sevgili Avukat arkadaşlarım, sayın mahkeme heyeti, sayın iddia makamı ve değerli izleyiciler; Savunmam 2 temel bölümden oluşacaktır. Birinci bölüm davanın genel içeriğiyle ilgili, ikinci bölüm ise müvekkilimle ilgili kısıma değinecektir.

Antifaşist muhalefete karşı bir 129b davası daha sona eriyor. Yasalara saklanmış bir politik davadır bu. Politik çünkü dava hakkında tek karar mercii hükümettir. Altın anahtar ise ‘Davayı Açma Yetkisi’dir. Yargıçlar bu karara bağlıdır, alınan kararın içeriğini ve nedenini bile bilmezken. Onlar ancak infaz etmekle yükümlüler. Böylece bağımsız bir karar hakkı yargıçlara yasaklanmıştır. Siyasi hükümet davanın her aşamasını kendi elinde tutuyor. Şüphesiz; Mahkeme heyeti delilleri ve iddiaları gözden geçirip karar verebilir. Ancak siyasi iktidar bu kararı davanın her aşamasında bozabilir. Bunun için dava açma yetkisini geri çekmesi yeterlidir. Bu yüzden diyoruz ki 129b davalarına dahil olan ve Adalet Bakanlığına verilen ‘Dava açma yetkisi’ yasadışıdır. Onu ayakta tutmak ve uygulamak Anayasanın değerlerine aykırıdır. Güçler ayrımının temel anlayışına aykırıdır.

=== “Karşımızda azgınlaşmış faşist bir devlet, ve bu faşizme karşı her direnişi meşru gören bir halk vardır.” ===

Türkiye Cumhuriyeti en geç 2016 darbe girişiminden beri faşist bir devlettir. Erdoğan tek adam rejimi kurmuştur. Bunu avukat arkadaşlarım da, bilirkişi profesör de burada belirttiler. Karşımızda azgınlaşmış faşist bir devlet, ve bu faşizme karşı her direnişi meşru gören bir halk vardır.

=== “Almanya Anayasası faşizmin desteklenmesini yasaklıyor.” ===

DHKP’nin programına bakarsak, muhaliflerin ve azınlıkların ezilmediği, dışa yönelik savaş ve kışkırtma yoluna başvurulmayan bir toplum inşaa etmek istediğini görüyoruz. Bu ise Almanya hükümetinin ve mahkemelerinin kullandığı Terörizm kavramının tam tersidir. Ama DHKP’ye karşı mücadele eden Federal Almanya Hükümeti her şeye rağmen bu devletin yanında yer alıyor. Oysa özellikle Hitler dönemi ışığında Almanya Anayasası faşizmin desteklenmesini yasaklıyor. Eğer hükümet bu yasağı çiğnerse, yasalar ve yargıçlar bunu düzeltmelidir. Dediğimiz gibi; Bu dava da sona eriyor. Hem de varolan çelişkiler çözülmeden sona eriyor.

Peki DHKP-C ne demek? DHKP-C, DHKP ve DHKC’nin bütünüdür. Bu iki örgütlenmenin ise iki ayrı programı ve tüzüğü vardır. DHKP’de, DHKC’de üyeliğin şartlarını çok somut belirlemiştir. Bu şartları yerine getirmeyen veya getiremeyen kişiler ise üye olamazlar ve iç meselelerden uzak tutulurlar.

=== “Türkiye faşizmi de er ya da geç çökecektir.” ===

Almanya devleti 1998 yılında DHKP-C’yi değil, bir ideolojiyi yasaklamıştır. Oysa bu ideoloji, yani Türkiye faşizmine karşı direniş terör değil, meşrudur. Tayyip Erdoğan dedi ki; Yasa devletini ve adaleti sağlamayan devletler temeli çürük binalar gibi er ya da geç çökerler. Evet. Türkiye faşizmi de er ya da geç çökecektir.

Nasıl çökeceğine, yani direnişin şeklini belirleyen ülkedeki somut koşullar ve o ülkede yaşayan halklar belirler. Başka hiç kimse değil.

DHKP-C yeni bir toplum için mücadele ediyor. Bu yeni toplumu anlamak için eski toplumu da anlamak gerekiyor. Toplumlar tarihine bakmak gerekiyor. Kapitalizm nasıl gelişti? Sermayenin merkezileşmesi ve sanayileşme bunun en önemli etkenlerindendir. Bir avuç zenginin ve yoksul yığınların arasındaki giderek artan uçurumdan belli olur. Latin Amerika’da bu sömürü çok belirgindir. Sanayileşme ve sömürgeleştirme dönemi öncesinde Latin Amerika’da İnka, Maya, Aztek halklarının nüfusu 70 ve 90 milyon arasındaydı. Bu rakam sadece 100 yıl içerisinde 3,5 milyona düşürüldü. Bu kan bedeli batı Avrupalı sanayileşmenin temelini oluşturuyor. Burada oluşan zenginlikte halkların kanı vardır.

11 Eylül 2001 tarihindeki ikiz kule saldırılarını burada hepimiz hatırlarız. 2 binden fazla insan öldü, yine binlerce insan yaralandı. Ama hemen hemen hiç birimiz şu gerçeği bilmeyiz; Aynı gün, yani 11 Eylül 2001 tarihinde, sırf Latin Amerika’da onbinlerce çocuk açlıktan öldü.

Biliyoruz ki bu devlet komünist partileri yasaklamakta hayli sorunlar yaşıyor. KPD yasaklama kararında bu belli oluyor. O yüzden yasaklama aracı olarak Silahlı Mücadeleyi keşfettiler. Oysa biliyorlar ki kapitalizmin bu adaletsizliği sayesinde sermayeyi ellerinde biriktiren bir avuç zengin asalak iktidarı kendi elleriyle vermeyecek, her türlü silahlı şiddetle elinde tutmaya çalışacaktır.

Almanya’da demokratik haklar mevcut. O yüzden burada direniş demokratik alanla sınırlıdır. Türkiye’de ise bu haklar yoktur. Peki ne yapacak oradaki halk? Vatanını bırakıp Avrupa’ya mı kaçsın? Her gün duvarlarını daha da yükselten Avrupa’ya. Yoksa kalıp dirensinler mi? Peki ya nasıl direnecekler? Bu sorulara cevap istiyoruz!

Savcı Setton’un iddialarına gelirsek; Benim mahkeme önünde Eda Deniz Haydaroğlu için yapılan eylemdeki konuşmamda ‘Siyasi Davalar Salonlarda Değil Sokaklarda Kazanılır’ dediğimi tespit etmiş. Evet doğru. Bu dava siyasi bir davadır. Siyasi davaları değiştirmek istiyorsak siyaseti değiştirmeliyiz. Bunu da ancak demokratik kamuoyu yapabilir. Gerek kitlesel eylemlerle, gerek inisiyatiflerle, gerek farklı mücadele yöntemleriyle. Yani halk hareketleri siyaset üzerinde baskı kurup siyasete yön vermelidir.

Açlık Grevi Konusunda yaptığımız toplantıya gelirsek; Evet bu toplantıyı bizler savunma olarak talep ettik. Çünkü bizler; 3 gencin hayatlarını kaybetmemeleri için elimizden geleni yapmaya çalıştık. Onların canı için endişelendik. En geç şimdi anlaşılıyor ki; Bu canlar sizin için hiç bir şey ifade etmedi, etmiyor da.

Savcı Setton bu salonda faşizmi meşrulaştırdı, işkenceyi meşrulaştırdı, kendini AKP faşizmin önüne barikat yaptı. Neler duyduk savcılıktan, neler. Faşizmi tarif etmemize folklor dedi. Oysa biz faşizmi dosyadaki iddialar üzerinden değerlendirdik. Faşizmi inkar ederken aynısını Setton da yaptı. Bu durumda siz, savcı Setton, aynı folklorik yöntemlere başvurmuş olmuyor musunuz?

İkinci bölüme gelelim. Müvekkilim Özgül Emre hakkındaki iddialar. Ayşegül eşittir Emre 2003-2004 yılları

Bu tezi savcılık; Hollanda’da ele geçirilen belgelerle kanıtladığını iddia ediyor. Bunun için yabancılar polisiyle yapılan iş birliği sonucu sözde müvekkilimin randevuya çağrılması, bu randevu sonrası Ayşegül’ün aynı şube ve tarih için rapor vermesi. Hollanda’da ele geçirilen belgeler kullanılmamalı çünkü gerçekliği ve inanırlığı bugünün koşullarına göre tespit edilemez. Delil kabul edilenler Almanya’da hakimlerin kanaat yetkisine bırakılıyor. Biz ise bu belgelerin ele geçirilişinden değerlendirilmelerine kadar tüm sürecin hukuksuzluğunu defalarca belirttik. Hollanda operasyonunda işkencenin kullanılmış olma olasılığı çok yüksektir. Bir artı bir ikidir. Bilirkişi profesörün da dediği gibi işkence Türkiye’de devlet güvenlik meselelerinde sistematik şekilde kullanılıyor. O yüzden mahkeme heyeti bu konuda işkenceyi kabul etmek zorundadır.

İşkence ihtimali için Setton dedi ki; İşkence olsa bile önemli değil çünkü işkence Almanya’da yapılmamış oldu. Sayın Setton; Az önce bahsettiğimiz gibi işte işkenceyi böyle meşrulaştırdınız!

Federal Polis müvekkilimin kişisel bilgilerini yasadışı yollarla elde etmiştir. Yabancılar polisiyle oynadıkları oyunda yalan ve hileye başvurdular. Hakkında o dönem soruşturma bile olmayan müvekkilim hakkında ‘Türkiye’de bir terör eylemine karışacak, o yüzden vereceğiniz randevuda onu tutuklayacağız’ diyerek yabancılar polisine yalan gerekçelerle randevu verdirtmiştir. Tekrarlıyorum bunlar yapıldığında müvekkilim hakkında soruşturma yoktu. Dolayısıyla hem yöntemin yasadışılığı hem de müvekkilimin kişisel bilgi gizliliği haklarından dolayı, bu oyunla elde edilen bilgilerin değerlendirilmesi yasadışıdır!

Olcay-Ferda ve müvekkilimin aynı kişi olduğu iddiası
BKA memuru Seifner diyor ki 2003-2022 yılları arasında başka bir Olcay veya Ferda yoktur. Biz birçok Olcay ve Ferda’nın varlığını burada dilekçelerimizle kanıtaldık. Ayşegül ve Ferda var deniliyor. Peki Ayşegül müvekkilimin kod adıysa, Ayşegül ile aynı ortamda olduğu iddia edilen rapordaki Ferda kimdir?

Bahncard meselesine gelince. Seifner diyor ki müvekkilim o tarihlerde Bahncard temin etmiştir. Ama biz bunun yanlış bilgi olduğunu kanıtladık. Deutsche Bahn tarafından bunu teyit ettirdik. Setton diyor ki örgüt sahte kimlike almıştır Bahncard’ı.

Soruyoruz Savcı Setton’a; Bu durumda kimdir komplocu, kimdir komplo teorisi üreten?

Diyorsunuz ki Olcay isimli kişi benim müvekkilim ve telefonla bir aileyi arıyor. Oysa Federal Polis memuru Seifner diyor ki ben Özgül Emre’nin sesini görüşlerde dinledim ve aileyi arayan kişi o değildir.

İkinci bir olayda Olcay isimli bir kişi bir genç üniversiteli ile evlenerek onun Almanya’da oturum alacağını sağlayacakmış. Savcı Setton diyor ki bu kişi benim müvekkilimdir. Oysa Seifner diyor ki bu Olcay Özgül Emre değildir.

Savcılığın sunduğu belgelerin çoğunda Olcay ve Ferda isimli kişiler aynı mekanda bulunuyorlar. Halbuki savcılığın iddiasına göre Ferda da, Olcay da benim müvekkilimdir. Peki bu nasıl olacak?

2017 Murat Aşık belgelerine gelince;
Murat Aşık bu süreçte Verfassungsschutz için muhbirlik yapıyordu ve bu kuruma sözde DHKP-C’li kişiler hakkında bilgi satıyordu. Ayda yaklaşık 3000 Euro maaş alıyordu. Bu nerdeyse istihbarat elemanların maaşı kadardır. Ayrıca Murat Aşık isimli şahıs sahte belgecilikten ve dolandırıcılıktan ceza almış birisidir. Bu faaliyetlerinde Mafya ile yakın temasları söz konusudur. Bu koşullarda Murat Aşık isimli kişi güvenilir bir kişi veya kaynak değildir, olamaz.

Defalarca mahkeme huzuruna çıkmasını talep ettik, belgelerini inceleme talebinde bulunduk. İddia makamı buna can güvenliğini gerekçe ederek karşı çıktı. Dursun Karataş örgütün Genel Sekreteri olarak örgüte Avrupa ülkeleri için şiddet uygulama yasağı getirmiştir. Örgüt de buna o günden beri sıkıca bağlıdır. Bunu sizin belgeler de doğruluyor, Federal Polis de doğruluyor. Yani Murat Aşık hiç bir zaman hayati tehlike altında değildi.

Ayrıca Alaattin Ateş örneği de var, ki bu kişi BND ve MİT için yaptığı muhbirlik faaliyetiyle örgüte çok daha büyük zarar vermiştir. Birçok kişinini tutuklanmasına yol açmıştır. Bu kişi bile Düsseldorf halinde yıllardır elini kolunu sallayarak esnaflık yapabiliyor. Kimse bugüne kadar ona karışmadı. Peki hal böyleyken Murat Aşık’ı neden bu mahkemede göremiyoruz? Murat Aşık belgelerini neden okuyamıyoruz? Neden belgeleri incelememiz engelleniyor? Belgeleri inceleyemediğimiz sürece ve koşullar göz önünde bulundurularak Murat Aşık temalı deliller geçerli sayılamaz.

Müvekkilimin sözde örgüte sunulan sözde özgeçmişiyle ilgili; Bu belge bilgisayarla yazılmıştır. Müvekkilimin ismi belgede geçmiş olmasına rağmen bu belgenin kim tarafından yazıldığı tespit edilemez. O yüzden bu belge de aynı şekilde geçersiz sayılmalıdır. Bahsi geçen özgeçmişte ‘olası bir durumda vücudumdaki yanık izinden beni tespit edebilirsiniz’ bölümü var. Öyle bir yara izinin olmadığını mahkeme heyetine tıbbi raporlarla kanıtladık. Peki iddia makamı ne diyor? Yara iyileşmiş, solmuş olabilir diyor. Bu bir varsayımdır. Bunun tıbbi bir karşılığı yoktur. Yanık izleri öyle yok olabiliyor mu? Var mı bunu kanıtlayan bilgiler?

Sözde paravan şirketine gelince; İddia makamı bu şirketin örgüt üyeleri için sahte iş göstermek için kurulan bir şirket olduğunu söylüyor. Biz bu iddiayı kanıtlarla çürüttük. Mahkemeye çalışma sözleşmesini, maaş belgelerini ve sigorta ödeme faturalarını sunduk. Peki savcılık şirketin paravan şirket olduğunu kanıtlayabiliyor mu? Hayır, kanıtlayamıyor. Tam tersi biz öyle olmadığını delillerle kanıtlıyoruz. Savcılık ve Federal Polis zahmet edip şirkete bile gitmemiş. Özgül Emre ile aynı bölümde çalışan iş arkadaşlarını sorgulamamış. Kısası hiç bir araştırma yapmamış. Şirketin kapısından bile geçmeden ‘bu şirket paravan şirkettir’ diyor. Bu kadar. Peki neden? Çünkü savcılık mahkeme heyeti için ‘bunu zaten her türlü yutarlar’ diye düşünüyordu. Cepte keklik sandı. Ama öyle olmayacak.

İnternet kaynakları üzerinden çeşitli etkinliklerde tespit edilen müvekkilim; Bu etkinliklerin hemen hepsinde sıradan bir katılımcı olarak yer almıştır. Yönetici, lider ve hatta Almanya sorumlusu bir etkinliğe katılınca böyle mi katılır? Diğer seyircilerle aynı sırada oturup konuşma dinler mi? Bu sözde deliller de yorumdan ibarettir.

Son olarak tercüme edilen belgelere gelelim. Bu belgelere her seferinde itiraz ettik. O kadar itirazlar yaptık ki, artık bir noktadan sonra pes etmek zorunda kaldık. Çünkü bu itirazların hiç biri kabul edilmedi. Peki öyleyse bu yasal uygulamalar neden vardır? İkinci ve tarafsız Tercümanların onay verme zorunluluğu ne için var? Nedeni bu salonda o dili bilmeyen çoğunluğu hatalı ve kirli çevirilerden korumak için. Tercümanların yorum yapmasını engellemek için. Tercümanların görevi tarafsız olmaktır, yardımcı komiserlik yapmak değildir. Oysa görüyoruz ki federal polisin tercümanları yılların getirdiği alışkanlıktan dolayı kendilerini tarafsız tercümanlar olarak değil, polisin bir parçası olarak görüyorlar ve kendilerine yorum yapma vazifesi çıkarıyorlar. Bu belgelerin hiç biri bundan dolayı kabul edilemez.

Söyleyeceklerim bunlardır. Meslektaşlarım benden sonra devam edecekler. Yine müvekkillerimiz de elbette birçok şeyi söyleyeceklerdir. Ama bu dosyanın yetersizliği, delillerin geçersizliği, davanın siyasi niteliği ortadadır. Müvekkilimin örgüt üyeliğini ve hatta Almanya Sorumluluğunu kanıtlayan tek bir belge yoktur. Bundan dolayı müvekkilim Özgül Emre’nin beraatini, tutukluluğun ise derhal sonlandırılmasını talep ediyorum.”

Sosyal ağlarda paylaşın