Sibel Balaç Yazdı:
İNANÇSIZLIK ÇAĞINDA İNANCI DOKUMAK

Ve Aşığız, Ve inandık…

“(…) İnançsızlık çağındayız
Ve kahramanlık…
Zulüm çağındayız
Ve direniş…
Teslimiyet çağındayız
Ve taarruz…
Biliyorum şair,
İnancımızın nereden geldiğini (…)”

(İnancın Ve Aşkın Şiirleri, İleri Kızılaltun)

Biz direnmeye aşığız; çünkü biz sosyalizme aşığız. Bundandır elimizin değdiği her şeye aşkla bakmamız, inanmamız… Sırtlanıp bedelleri yollara düşmemiz. Bundandır kendini damar damar
köklere açan toprak gibi güvenle ömrümüzü açmamız ölüme.
Anne diyemeden ölüm diyen bebeklere, asırlık ama vedaya yetmez ömürlere, çalınan hayallere, umutlara, adalete açarız göğsümüzü yeniden can vermek için…

Bizde bir sihir yok, “var” diyenler, mahareti “sihre” yükleyenler kendilerine yalan söylüyorlar.
Biz inandık, inançsızlığın karşısında hücre hücre inancı dokuduk.
Bir sihirle değil; sosyalizme olan inancımızla, bir tuğla daha döşemek için devrime ve faşizmin canına bir taş daha atmak için korkularımızı, umutlarımızı, sevdalarımızı omuzlayıp düştük yollara…

DİRENİŞİN BEŞ DUYUSU…

“… bir servi sandık yollasa bana memleketim İstanbul
… işlemeli mermerşahi mendiller, Edirne sabunları,
tülbent torbalarda lavanta çiçeği ve
Sen çıksan içinden”
(Nazım Hikmet)

19 Aralık’ta yola çıkmak; teslim olmamanın gününde yola çıkmaktı… Yeniden “teslim olmadık” demek bir zaferdi ve zafer kapısından
çıktık yola.

Genzimizde bir yanık kokusu öfkemizi sarmalamış, altı kadının sesini fısıldayan en sağır kulaklara…
Artık direnişin beş duyusuyla donanmıştık.
Yoldaysanız bakmazsınız görürüsünüz, yoldaşlarınız ve halkınız ile olan bağları ve dokunursunuz bu bağlara, güç alırsınız…
Yaşamın yüreğini avucunuzda tutmak gibidir görmek… Direnmenin gücüyle yaşama akan temiz kanı ve yaşamdan akan kirli kanı görürsünüz.

Çiçekleri severim… Direnişimizin de sembollerinden biri oldu. Çiçekler baharı hatırlatırlar. Zafere yaklaşırken “bahar duvarları zorluyor” demiştim.
Bahar zafer demekti ve zafer duvarları yumrukluyordu. Direniş sürecinde baharı ve zaferi hücremizde hissetmek için çiçek fotoğraflarından bir köşe yapmıştık. “Melek Birsen Bahçesi” koyduk adını, bir tabelası bile vardı.
Melek Birsen Hoşver Büyük Ölüm Orucu Direnişi’nin kahramanlarından, yoldaşlarının “kırmızı kuşu”.
Tek başına tutulduğu hücrede bir direnç çiçeğiydi, hücreme de direncin kokusunu taşıdı. Onun Ölüm Orucu’nun ikiyüzlü günlerinde hastaneye kaçırılmadan ve zorla müdahale işkencesine maruz kalmadan önce hapishanedeki yoldaşlarına havalandırma camından söylediği “Açlığın Yürüyüşü” marşı bizim direnişimizin de marşı oldu…

“Mahcup oldu Helin. O da şakayla cevapladı arkadaşı. Sıcak, hoş bir hava oldu içeride. Toplamda bir saatten fazla kaldık yanında. Sonlara doğru gözleri kapanır gibi olmaya başladı. Biz anlatmaya devam ediyorduk. Birden, parmaklarını avuç içinde birleştirip burnuna götürdü, çiçeklerin kokusu burnuma geldi, dedi. Bambaşka bir şeyden bahsediyorduk. Birden uyanıp irkildi. Ben az önce çiçeklerden mi bahsettim, dedi. Sonra bir süre kendisiyle dalga geçti, hepimizi epeyi güldürdü.” (Nuriye Gülmen/4 Nisan 2020)

Çiçek sevgimi duyanlar, hapishanelerden ve dışarıdan onlarca çiçek fotoğrafı gönderdi. Çiğdemler, nergisler, sümbüller ve daha nicesi…
Bazıları fotoğraf olarak bile duvarları aşamadı, hapishanenin fotoğrafta sayı engeline takıldı ama ne gam!
Günler ilerledikçe artık hepsinin kokusunu alabiliyordum, en az gerçeği kadar dolu dolu.
Hayal mi?
Bir parça kağıttan baharın ve zaferin kokusunu ciğerlerimize dolduran hayal midir? Hayır değildir, inanmaktır… Fotoğrafları gönderen yoldaşlarımızın ve halkımızın inancı, zafere inancım.
Halk ve vatan sevgisi, yoldaş bağlılığı birer kelime mi? Öyle olduğuna inandırmak istiyorlar akıllı solcular… Öyle olsa direnilir mi? Onlar direnişe inanmıyorlar ve de halka…

DEĞMEZ Mİ?

“Aşk yoluna revân olmak istersen
dikkat O yolda
ezeli ahde vefâ isterler”

“Değer mi?” sorusu içi boş bir soru, peki ya değmez mi?
“Neden öğretmenlikten istifa ettin? Anan baban onca yıl okutmuş, onca emek vermişsin değer mi? Neden ölüm orucu, 6 yıl yatar çıkarsın ölmeye değer mi?” Dayatılan onursuzluğa ve adaletsizliğe karşı ana babalarımızın emeğini, emeğimizi, mesleğimizin onurunu savunmaya değmez mi?
Bebekler daha anne karnından damarlarında uyuşturucuyla doğarken, ağzınızdan çekirdeği tükürseniz yeşeren topraklarda açlıktan ölürken ve açlık, ölmeyenlerin kanından, boyundan çalmaya devam ediyorken, değmez mi?
Onlarca ton toprak altında can veren babalarının mezarları başında, anlamaya çalışan bakışlarla birer mezar taşı gibi bekleyen çocuklar için değmez mi?
Siz hiç gördünüz mü o bakışları? Öğretmenler bilirler, kimileri görür kimileri görmezler….
Eğer kantin katında nöbetçiyseniz her zaman şahit olduğunuz bir manzaradır. Zilin çalmasıyla tüm çocuklar kantin katına koşar neşeyle…
İlk aşamada hepsi neşelidir, teneffüs, oyun, tost kokuları…
Kimileri sıraya girer, parayı verir alır tostunu ve kimilerinin bakışı asılı kalır o teneffüste, sadece bakarlar o tosta… Hüzün mü denir şimdi o bakışa? Adaletsizliğe karşı ilk bakışımız mı?
Çocuklarımızın yüzünden o bakışı silmek için değmez mi?
Ve adalet için değmez mi?
Adalet olmasa nasıl yaşarız…
Vefasızlık en büyük korkumdur. Eksiğiz fazlayız, biraz ak biraz karayız ama en çok bize verilen emeklerin toplamıyız… Bu güzel halka ve güzel gülüşlü ölümsüz yoldaşlarımıza olan vefa borcumuzu ödemek için değmez mi?
Sosyalizm yolunda bu halk için revan olduk, ezeli vefa için değmez mi?

BİLİNCİMİZ VE ACILARIMIZ…

“(…)/acılara dayanmaktan vazgeçtik/ -ki dayanılmaz acılardır bizimkisi / acılardan aşk
acılardan direnç /
acılardan umut devşirmeyi öğrendik /
ve acılarımız kadar sevmeyi /
sevmeyi kavgada /
ölesiye sevmeyi öğrendik /
öle öle /yana yana öğrendik dayanmak yok acılara/-ki dayanılmaz acılardır bizimkisi/sevmek var /acılarımız kadar sevmek o zaman soru: /acılarımız kadar sevebilir misin?/(…)
(İnancın Ve Aşkın Şiirleri, İleri Kızılaltun)

Ölüm orucu sonrası vücudumuzda oluşan hastalığa polinöropati deniyor.
Uzun süreli açlığın bir sonucu olarak beyin ve omurilikten çıkan sinyalleri organlara, kaslara, el ve ayaklara taşıyan sinirlerin hasar görmesinden kaynaklanıyor. Belirtileri ise el ve ayaklarda yanma, bıçaklanma hissi ve elektriklenme, kramplar, uyuşma,
ağrılar, denge kaybı…
Bazıları zamanla yok olurken bazıları kalıcılaşıyor…
Böyle anlatınca belki korkunç geliyor, belki sadece tıbbi terimler…
Dayanılmaz gibi ama dayanılır, dayanmak bir mucize değil. Ödemeyi göze aldığımız bedellerin küçük bir parçası sadece…
Sevmesek ölesiye sevmesek bu halkı ve inanmasak dayanılmaz… Sosyalizm hayaliyle yanıp tutuşmasak dayanılmaz…

Ölüm orucunda hayatınızı kaybetmeden önce yaşadığınız son bilinç kaybından önce de zaman zaman bilinciniz gidip gelir son günlerde.
Fiziksel olarak dipsiz bir kuyuya düşmek gibi tanımlıyorum… Bilinç kaybı deniyor oysa ölüm orucu direnişçileri bilincini kaybetmiyor. O kuyunun ağzından gülen gözleri ile bakan ve ellerini uzatan bir Helin oluyor mutlaka… Bizler tarihin halatına tutunuyoruz, direnişin gücüne… En olmaz denilen anda bile zorla müdahale serumunu söküp attıran, zafere kilitleyen tüm duyularımızı ve düşüncelerimizle değerlerimize tutunuyoruz…

Direnişin faşizm nezdinde sınırsız bir yıkıcı gücü var. Bizler için ise değiştiren, dönüştüren bir güç… Bir keşfetme süreci… Bu durum ailelerimiz için de geçerli. Hiçbir anne baba evladının hücre hücre eriyerek ölüme gitmesini istemez ve çoğu zaman vazgeçirmenin yollarını arar ama zamanla görürler ve anlarlar; evlatlarının onurlarının yaşamlarından daha kıymetli olduğunu. Direnişin gücü onları da katar rüzgârına…
Hastane hücresinde bilincim gidip gelirken yağmur hasretimi benimle birlikte yaşayan, içeride yağmur yağdığını sandığımda benimle birlikte sevinen ve gözyaşları içinde “zaferi kazanacaksın ve dışarıda yüzümüze yağmur yağacak adını özgürlük yağmuru koyacağız” diyen anneme tüm bunları yaptıran, onu politikleştiren güçtür direniş…

ZAFERİMİZ VE CAN YOLDAŞIMIZ…

“Biz ki en sağır kulaklara sevdalar fısıldardık
Sabah serinliği taşırdı ezgilerimiz
(…)
O büyük sevdayı bu kadar umutlu,
-bu kadar namuslu taşımak için
tereddüt etmedik, eğilmedik.”
(İbrahim Karaca/Grup Yorum)

Biz bir zafer kazandık.
“Zaferi zaferin hayal bile edilemediği koşullarda”direnerek kazandık. Adaletsizliğe karşı direnilemeyeceği, zafer kazanılamayacağı düşüncesini yendik ve direnilebileceğinii zafer kazanılabileceğini gösterdik.

Faşizmin politika olarak yok saydığı adil yargılanma hakkını, hasta tutsaklar sorununu geniş kitleler tarafından tartışılır hale getirdik.
Siyasi zafer faşizme sorunları kabul ettirdi, adım atmak zorunda bıraktı ve bu sorunlar etrafında bir örgütlenme yarattı. Adaletsizliğe karşı direnme hakkımızı, örgütlenme hakkımızı savunduk ve kazandık.
Dün koşullar uygun değil direnilemez diyenler, bugün de siyasi zaferi anlamıyor, anlamak istemiyor.
Biz adil yargılanma hakkı için direnişleriyle ön açıcı olan Ebru ve Koçak Mustafa’nın ayak izlerinden yola düşen Sibel’dik, Gökhan’dık, İleri’ydik…
Sadece yapmamız gerekeni yaptık, daha fazlasını değil. Dün istifa edip Yüksel direnişine katılmam ile ölüm orucu direnişine başlamamın özü aynı; zulme ve adaletsizliğe karşı onursuzluğu kabul etmeyip direnmeyi seçmek.
Herkes direnişi seçmeli başka bir yolu yok ve herkes direnebilir, herkes ölüm orucu yapabilir. Tarihin ispatladığı gerçek bu… Bu gerçeği haykırdığımız için Gökhan’ı yeniden tutukladılar. Hakkında verilen infaz erteleme kararının süresi dolmadan ve yeni bir sağlık raporu düzenlenmeden uydurma iddialarla tutukladılar Gökhan’ı… Tedavi hakkını kullanamıyor ve tarifsiz acıları devam ediyor. Gözaltına alındığında işkenceci polisler “devlet size iyilik yaptı gidin tedavi olun diye siz gidip zafer kutlaması yapıyorsunuz. Sen ölüm orucunda ölmeyi hak etmiyordun seni biz öldüreceğiz”diyorlarmış. Gökhan’ı nasıl bir hazımsızlık ile tutukladıklarının kanıtı. Tüm bu yaşananlar ise direnişimizin ve taleplerimizin haklılığını bir kez daha gösterdi.

Peki, öyle mi? Gökhan’ı öldürebilirler mi? Çok iyi biliyorlar ki Gökhan’ı öldüremezler, Gökhan’ın direnişi ölümsüzdür artık, direnişimiz ölümsüzdür.

Gökhan’ı tekrar geri alabilir miyiz? İmkânsız mı? Tüm hukuki yollar tükendi mi?
Soruları almak istediğimiz cevaplara göre soramayız. Gökhan’ı geri alabiliriz. İmkânsız denen koşullarda kendi yolumuzu açıp kavuştuk özgürlüğümüze.
Faşizm ile yönetilen bir ülkede bir gecede her şey değişebilir.
Gökhan’ı geri almak bize bağlı, inanmamıza… Sınırsız bir güce sahibiz ancak inanarak bu gücü harekete geçirebiliriz.

Biz Sibel’iz, Gökhan’ız, İleri’yiz…
Bu halkın evlatlarıyız..
Ve aşığız ve inandık…

“biz bir parça acemi bir su yorumcusuyuz öteden beriden dayanıklılık taşırız durmadan ellerimiz bir türkü gibi öyle, kendiliğinden uzun bir gündüzü farkedenlerin en sonuncuyuz
(…)
eririz tükeniriz, toplanır yaratırız.
bu bize aşktır
biz belki de en uzun yaşamalı bir su’yuz”
(Turgut Uyar/Su Yorumcuları)

(Yukarıdaki Yazı Tavır Dergisi’nden alınmıştır.)

Sosyal ağlarda paylaşın