Konuk yazar: Halkın Tutsak Avukatı Aytaç Ünsal
“Düşününce inanası gelmiyor insanın, 9 yıl geçmiş aradan. Acaba bundan 9 yıl sonra ne olacak?”
“Ben biliyorum neler olacağını.”
“Neler olacak peki?”
“Ben 44 yaşında olacağım.”
“Bunu bende biliyorum. Sen bana iyi mi olacak, kötü mü onu söyle.”
“İyi.”
“İyi olan ne?” diye sordu Kiril, ‘Devrim mi olacak mesela?’
“Şuna bak ne kadar da kurnaz.” dedi.
Rogarin gülümseyerek, ‘Eğer sana olmayacağını söylersem, her şeyden vazgeçeceksin galiba?’
Kiril bir süre susarak, eline geçirdiği ince bir akçaağaç dalını çiğnemeye koyuldu. Çenesi öne çıkmış, başını havaya kaldırmıştı. Bakışları sabitti, sallanan yaprakların yeşili gözbebeklerine aksediyordu. Çatık kaşlarını usulca düzeltirken alnında yeni yeni oluşmaya başlayan kırışıklıklar belirdi. Çok hafif bir ses tonu ile konuştu.
“Ben yolumu seçtim. Bundan dönmem. Ne kadar sürerse sürsün hiç farketmez. 9 ya da 29 yıl, ne önemi var?”
Rogarin dirsekleri üzerinde doğruldu. Kiril yanaklarındaki ve burnundaki tek tek çillerle Rogarin’in gözünde her zamankinden genç görünüyordu. Delikanlının elini tuttu, kaba saba parmaklarıyla sıktı.
“Yapma.” dedi Kiril, elini kurtarmaya çalışarak.
Rogarin bırakmadı.
“Bırak dedim! Tamam anladık, benden güçlüsün.”
Rogarin Kiril’in tüm gücüyle karşı koyan bileğini sıkıştırmaya devam ediyordu gülümseyerek.
“Tamam acıdı, bıraksana artık daha ne istiyorsun?”
Elini onun elinden kopardı. Parmakların acısını atmak istercesene silkeledi.
“Zaman” dedi Ragarin,”Sevgili dostum, zaman büyük bir şeydir. Bir gün acı çekmek ayrı, yüz gün ayrıdır. Halk acı çekiyor, 9 ya da 29 onun için fark eder”
İlk Sevinçler (Kostantin Fedin Sayfa 93-94)
Nazım ustamız
“Boşlukta çürür kalem
Topraktan gelmemişse
Toprağa dolmamışsa
Kökünü salmamışsa”
diyor.
Alıntıdaki düşünceler hiç de boşlukta durmuyor. Hayatın her anında yaşanıyor. Hele bugün on binlerin beton tabutlarda gömüldüğü günlerde daha çok ete kemiğe bürünüyor.
Yaşamın yasaları vardır, bir ırmak akışı gibi kuralları. Kavganın da bir diyalektiği var. Beraber yürümesi gereken yasalar. Bir yandan yarın devrime ulaşabilecekmişiz gibi mücadele etmek, diğer yandan bu düzen on bin yıl değişmeyebilirmiş gibi hazır olmak.
Bir kuşun iki kanadı gibi: ikisi de olmak zorunda. Yoksa kuş çakılır, uzun soluklu uçamaz. Elimizde olanın sınırları var. Lenin “mümkün olanın sınırları” diyordu.
Koşullar: bugünden yarına değiştiremeyeceklerimiz, belli bir değişim ritmi içinde ilerleyenler.
Bunu kabullenmek bilimselliğin temelinde kavranmadığında inançsızlık uçurumu bekliyor bizi. Bilincimiz bozulduğunda inancın içi boşalıyor.Diğer tarafta bu gerçeği anlayıp da yarın devrim yapabilme ihtimalimizi hissetmediğimizde bunun zorunluluğuyla inanmadığımızda oradada ” mecbur insanı” ortaya çıkıyor. Yaşar Kemal’in mecbur insanı değil ama bu, zoraki yapmak gibi.
“Ya devrim olacağı yok da işte bu düzende yaşanmaz. Ne yapalım, şöyle namuslu kalmak için kıyıda köşede oyalanayım bari.” der gibi. Aslında bu durum bir süre sonra devrim hedefini de soyutlaştırıp, silikleştirmiyor mu? Amasız bir yaşam. Bu yaşamın içinde potansiyel olarak kuru, bayat, bıkkın bir ruh hali ve memurca hayat var. Devrimciliği çürütüyor.
Zaman çok önemli, her an 1,2,3,4,5 saniye bir çoçuk öldü. Şu satırları yazarken enkaz altında günlerdir yaşam savaşı veren insanlarımız var. Beş dakika önce gidilse kurtarılabilecekken ölenler var. Duvarlar altında aç, susuz, yalnız, en sevdiklerinin ölüsüyle yan yana duvara kısılmış bekliyorlar. Saat işliyor.
Enkaz haberlerinde dikkatinizi çekmiştir. Yaygın olmasa da bazı akrabalar, aileler yakınlarını bıraktılar gittiler. Bir de anneler vardı. Enkaz başında çocukları çıkana kadar gözlerini kırpmadılar. Çocukları çıkmadıkça saçlarını başlarını yoldular.
“Çıkarmalıyız, böyle duramayız!” diye seferber ettiler etraflarındaki insanları. Fark neydi? Bir tarafta “Artık kurtaramayız.” düşüncesi , diğer tarafta ‘’Kurtarmak zorundayız!” düşüncesi.
Bunu ne yaratıyor? Analık ilahi bir mertebe mi? Biyolojik, idealist bir statü mü? Hiçbiri.
Cevabı çok basit; sevgi ve emek.
Annenin çocuğu ile bütünleşmesini izlerken, aklımdaki soru şuydu; halkımızla, birbirimizle böyle bütünleşebiliyor muyuz? İşte ‘’Yarın devrim olmalı.’’ düşüncesinin temelini bu oluşturuyor. Marks ve Engels’i seferber eden de yönlendiren de buydu.
‘’Bu acılara son vermeliyiz.’’ dediler.”Kurtarmak zorundayız!’’ düşüncesiyle yola çıktılar. Hayat asla sıradan değildir.Geciken her bir yıl, yeni yeni katliamlar olacak. Evimizi yıktılar. Dünyaları da başımıza yıkacaklar. Hidayet Anne, beş gün enkaz altında emziriyor bebesini. 6. gün bitiyor sütü. Bileğini kesip kanını içiriyor ama bebe ölüyor. Bu acıları ne anlatabilir? Peşinde adalet mücadelesi verecek hiçbir aile üyesi kalmamış bir cenazeyi hangi kelimelerle betimleyebiliriz?
Genel anlamda düşündüğümüzde, halkımız her gün bu vahşeti yaşıyor. Sadece biz böyle toplu şekilde görmüyoruz. Yoksa bir yılda yaşanan trafik kazalarının hurdaları ve cenazeleri toplansa bir yerde, nasıl tablo çıkar? Yürek dayanır mı? Cinayetler, iş cinayetleri? Her yıl binlerce ölüyoruz.
Devrimcilik tam da bu acılar dinsin diye.
Zaman sadece acı biriktirmiyor elbette. Günlük, anlık çabalarımız, emeğimizi biriktiriyor. Nicel birikim yaratıyor. Çok bilindik bir düşünce tarzı vardır, ‘’Dünyada hep bir mücadele varmış ama hiçbir şey değişmiyor.”
Öyle değil oysaki… Dünyamız hala Bruno’nun yanan etinin acısıyla dönüyor. Bugün halkın avukatı, kürsüden cüret göstererek ifade edebiliyorsa; sözcüklerinde Sokrates yaşıyor. Bir devrimci, yükselen binanın terasıysa; temeli Mahirler’in üzerinde yükseliyor.
Her emek devrimi yakınlaştırıyor. Evet fidanın belli bir büyüme zamanı vardır ama uygun toprak, su, doğru bakımla kısalır bu zaman. Ezilmesin, kırılmasın diye kollayan, üzerine titreyeni varsa emekler boşa gitmez. Bizden öncekilerin emekleri, o yıllar sayesinde bugüne kadar ufkumuz var. Emeklerimizle o ufka yeni ufuklar katacağız en doğal haliyle. Her bir saniyenin önemini yüreğimizde hissetmeliyiz, ona sarılmalıyız.
Enkazın altında yavrusunun olduğunu bilen, duvarları tırnağıyla kazayan, belki duvarları kaldıramayan; o an gücü yetemeyeceğini anlayan ama çabasıyla o duvarları kaldırabileceğini bilen bir anne gibi.
O duvar kaldırılmak zorunda.