Mayıs ayı ülkemizin devrimci mücadele tarihinde devrimci mücadele geleneklerinin filizlendiği bir basamaktır. Devrimci atılıma uzanan yolun radikal, baş eğmez geleneklerinin yaratıldığı bu günler mücadele süreci içerisinde anlamlı bir yere sahiptirler.
6 Mayıs’ ta üç devrimcinin darağaçlarında yarattığı destan yaşamın son noktasında bile devrime, olan inancın, kararlılığın örneği oldu. Onlar devrimci mücadele tarihinde bir gelenek yarattılar, ufuk açtılar.
Devrime olan inancın, bağlılığın darağaçlarını hiçe sayışını gösterdiler. İdam sehpalarından haykırılan “Yaşasın Tam Bağımsız Türkiye, Kahrolsun Emperyalizm, Kahrolsun Faşizm” şiarları tarihe dalga dalga yayılırken devrimcilerin infaz meydanlarını bile mücadele alanına dönüştürmesinin bir örneği oluyordu. Denizler, Yusuflar, Hüseyinler mücadeleyi örgütlemenin bir kenara bırakıldığı, entelektüel tartışmaların baş tacı edildiği, revizyonist pasifist çizginin kafalarda örümcek ağı kurmaya çalıştığı bir dönemde devrimci mücadelenin yükseltilmesini öngören cephenin bir bölümünün önünü açıp, öncülüğünü üstlenmekle tarihsel süreçteki yerlerini aldılar.
Teorik ve ideolojik olarak içine düştükleri birçok yanlışa ve eksikliğe karşın kendi özgücüne ve halka güvenen bir çizgide dinamik bir sürecin uygulayıcıları oldular. Yıllardır saltanatını sürdüren uzlaşmacı anlayış, mücadelede niyetsizliği örgütlemeye çalışırken, onlar mücadelede duraksamamayı ve en zorlu koşullarda radikal bir şekilde karşı koymayı ilkeleştirdiler.
Bu kez uzlaşmacılığın yerini uzlaşmazlık almıştı. Oligarşi tehlikenin farkındaydı. 72’nin 6 Mayıs şafağı kendi yasalarını bile çiğnemeyi göze alarak “tehlike”nin önüne geçmeye çalıştı. Boş bir çabaydı. İdam sehpaları sınıflar mücadelesini yolundan alıkoyamamış, devrimci geleneklerin tohumları filizlenmeye başlamıştı bile.
6 Mayıs’dan 18 Mayıs’a, Üç Fidandan Kaypakkaya’ya Başeğmeme Geleneği
Darağaçları kurulalı henüz bir yıl olmuştu. Bu kez de İbrahim Kaypakkaya işkence tezgâhlarında direniş öğretmeni oluyordu.
Oligarşinin saçmak istediği yılgınlık tohumları sonuç vermemiş, Kaypakkaya, işkencecilerin kendi üslerinde direnişin destanını yazıyordu.
Kaypakkaya devrimle karşıdevrimin en keskin çatışma alanlarından biri olan işkence tezgahlarında devrime ve halkına olan bağlılığını kararlılığı ve coşkusuyla birleştiriyordu.
Cellatlar boş yere aradılar onun gözlerinde korkuyu.
Çatışma alanı devrimcilerin lehine zaferle noktalanmıştı. 18 Mayıs’tı o gün. Katletme kararı aldı cellatlar. Kaypakkaya’nın kararlılığı ve inancı “ser verip sır vermemeyi” sembolleştirdi işkence tezgâhlarının vahşeti karşısında.
Çaresizliği yaşadı oligarşi. 1973’ün 18 Mayıs’ı tarihe halkın yiğit evlatlarından birinin destanlar yaratarak katledildiği bir gün olarak geçmişti bile.
İbrahim’ler, Denizler, Yusuf’lar, Hüseyin’ler bir gelenek devrettiler bizlere. Görev bu devrimci gelenekleri yaşatmak ve yaygınlaştırmaktı, 12 Eylül sonrası süreçte başat görevlerden biri de bu olmalıydı.
Gelenekler böyle yaşatılıp kurumlaştırılabilinirdi. Ancak tercihler bu yönde olmadı. Ya sessiz sedasız siyasi arenadan çekilip kıyıda köşede bir yerlerde
kalmak yeğlendi ya da Avrupa’nın varoşlarının cazibesine kapılındı. Bugünlere sahip çıkmaya çalışanlar, onların ne kadar cesur, ne kadar kahraman olduklarını anlatıp durdular.
Bir çırpıda unutuverdiler cunta koşullarında sürdürülen mücadele geleneklerini.
Onlara sahip çıkmak, devrime olan inanca, mücadelede uzlaşmazlığa ve kararlılığa, başeğmezliğe sahip çıkmaktır.
Deniz’leri, Yusuf’ları, Hüseyin’leri, İbrahim’leri saygıyla anıyor, yarattıkları değerleri, mücadelemize katıyoruz.