12 Eylül Süren Bir Tarihtir

➮ 650 bin kişi gözaltına alındı.
➮ 1 milyon 683 bin kişi fişlendi.
➮ 7 bin kişi için idam cezası istendi. 517 kişiye idam verildi. 50 kişi asıldı.
➮ 230 bin kişi yargılandı. Onlarca yıl hapsedildi.
➮ 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu.
➮ 30 bin kişi ”sakıncalı” olduğu için işten atıldı.
➮ 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.
➮ 300 kişi infaz edildi.
➮ 171 kişi işkencede; 299 kişi hapishanelerde katledildi.

“Bizim çocuklar başardı…”
Amerikan Konsolosluğu’ndan bu haber Beyaz Saray’a ulaştığında, sokaklarımızda tanklar yürümeye başlamış, ülke onyıllarca sürecek bir karanlığın içine yuvarlanmıştı.
12 Eylül 1980 sabahı, oligarşinin Amerikancı ordusu yönetime el koymuş, yüzbinlerce insan işkencehanelere taşınıp, 1.5 milyon insan fişlenirken, her türlü örgütlenme yasaklanmış, burjuva parlamentosu dahi kapatılmıştı.
Peki neydi cuntayı ortaya çıkaran koşullar? Neden ihtiyaç duymuştu oligarşi böyle bir darbeye? Bu sorunun cevabı en başta Türkiye’nin bir yeni-sömürge olmasında düğümlenmektedir. Yeni-sömürge Türkiye’de emperyalizmin riske giren çıkarları sözkonusudur cunta öncesi.
Örneğin, 24 Ocak soygun kararları uygulanamamakta, anti-emperyalist, anti-oligarşik mücadele hızla gelişmektedir. “Askeri yönetim dışında başka bir çarenin kalmadığı” bizzat Amerikalılar tarafından dile getirilmekteydi o günlerde.
“Anarşi, terör” edebiyatı, “kardeş kanını durdurma” yalanı, bu gerçeğin üzerini örtmek için kullanılmıştır.
Amerikan emperyalizminin emriyle gerçekleşen darbe, 1983’te “askerin kışlasına çekilmesi” ile bitmedi, aksine her geçen gün katmerleşerek, her alanda kurumsallaşmasını sürdürdü. 12 Eylül; anayasası ile tüm bir toplumu cendereye hapsederken, YÖK ile üniversiteler, DGM ile hukuk, MGK ile siyasal iktidar 25 yıldır 12 Eylül mantığını temsil ediyorlar.

Burjuvazinin kalemşörleri, 12 Eylül’ü hep “geçmiş” bir zaman olarak ele alır ve “o günler geride kalmıştır, Allah bir daha o günleri göstermesin” düşüncesini empoze ederler. Bu bakış, “demokrasiye geçildiği” yanılgısı ya da bilinçli çarpıtması üzerinden hareket etmektedir.
Oysa, 12 Eylül bütün kurum, kuruluşları ve asıl olarak da politikaları ile sürmektedir. Zulümde,12 Eylül’ü kat be kat aşan bir zulüm düzeni kanıksatılmaya çalışılmaktadır.
1990’lardan bu yana infaz ve katliam politikaları sonucunda hayatını kaybedenlerin sayısı, 12 Eylül sürecinde katledilenlerle kıyaslanamaz bile. Sadece 19 Aralık 2000’deki hapishaneler katliamı bile, ne rakamsal ne de vahşetin uygulanış biçimi olarak cunta sürecinde görülmemiştir. “Kaybolan devlet otoritesini tesis etme” demagojisi ile ülke yönetimine el koyanlar, onlarca demokratikleşme paketini açtıktan sonra, bu kez de hapishanelerde “kaybolan devlet otoritesini tesis etmek için” katliamlar yapmaktadırlar. 120 insanın canına malolan bir hapishaneler politikasından sözedilemez cunta yılları için.

Düşünün ki, cunta 650 bin insanı gözaltına alırken, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün resmi rakamlarına göre; 1995-2003 yılları arasında tam 2 milyon 59 bin 25 kişi gözaltına, işkencelere taşındı. Tüm bu gerçekler bir yana bırakılmadan, elbette 12 Eylül geçmiş bir zaman olarak gösterilemez. Riyakarlıkta burada ortaya çıkmaktadır.
1983’te Özal İktidarı ile birlikte başlanmıştır bu oyuna. Demokrasiye geçildiği yalanı, 12 Eylül’e direnmeyen sol kesimlerden de destek bulurken, 12 Eylül’ün kurumsallaşmasına da siyasi ve psikolojik olarak destek olunmuştur.

Faşizm, 12 Eylül politikalarını “demokratikleşme” maskesi altında rahatça kurumsallaştırabilmiştir. 12 Eylül’ü, 12 Mart’tan ayıran temel özellik de buradaydı. 12 Mart faşizmin kurumsallaştırılmasında kayda değer bir gelişim sağlamazken, buradan ders çıkaran oligarşi, 12 Eylül’ü daha başından buna göre şekillendirmiştir. Böylece, açık faşizmin politikaları 25 yıldır bir cunta yönetimi sözkonusu olmadan yürürlükte kalabilmiştir. Cuntanın amacı da buydu; bir cuntaya ihtiyaç olmadan, devrimci mücadelenin, sınıflar mücadelesinin gelişimine paralel olarak -iktidarlar değişse de- 12 Eylül kurumları, yasaları ve politikaları ile sindirme, teslim alma ve zulüm politikaları sürdürülecekti. Bütün iktidarlar bu politikanın uygulayıcısı oldular.
Başta anayasa olmak üzere, cunta tarafından çıkarılan yasalar, oluşturulan kurumlar temelde bu amaca hizmet etmiş ve gelip geçen hiçbir iktidar tarafından bu yasa ve kurumlarda bir değişiklik yapılmamıştır. 12 Eylül Anayasası bu konuda çarpıcı bir örnektir. 1983’ten bu yana gelen iktidarlardan hiçbiri yoktur ki, bu anayasanın değişmesi gerektiğini söylememiş olsun. Ama yine hiçbir iktidar yoktur ki, değiştirmek için adım atsın. Yapılan rötuşlar da temelde hak ve özgürlüklerin geliştirilmesini değil, gelişen mücadeleye paralel olarak ortaya çıkan boşlukların doldurulup baskının koyulaştırılmasını hedeflemiştir.
Örneğin; sınıflar mücadelesinin yeniden gelişmeye başladığı 1980’lerin ikinci yarısından itibaren, terörle mücadele yasalarının çıkarıldığını, infazlarda, kaybetme ve katliam politikalarında, köy boşaltma ve yakmalarda, dışkı yedirmeye varan işkencelerde artış yaşandığını görmekteyiz.
Tüm bunların yetmediği yerde ise Susurluk’un kuralsız vahşetinin devreye sokulduğuna tanık olmaktayız. Gazi, Sivas, Lice gibi katliamlar cunta yıllarında değil, “demokrasiyle yönetildiğimiz” yıllarda yaşanmıştır.

Bu gerçekleri gizlemek için de, cunta anayasasında yapılan her değişiklik, çıkarılan her yeni yasa, bir devrim gibi sunulmuş, devrimlerin ardı arkası kesilmemesine karşın, değişen hiçbir şey olmamıştır. Şimdi aynı oyun AB yasalarıyla sürdürülen “demokratikleşme hamleleri” ile oynanmaktadır. 12 Eylül’ün ürünü olan MGK, YÖK gibi kurumlar halen üniversitelerin ve ülkenin yönetimini ellerinde bulundurmaktadırlar.
YÖK, tüm düzen kurumlarıyla işbirliği içinde, ilerici, devrimci-demokrat gençliği tasfiye etmek için bir kıyım makinası gibi çalışmaya devam etmektedir. Bütün sivilleştirme masallarına karşın iç, dış politikada belirleyici kararlar MGK’da alınmaktadır.

12 Eylül Cuntası emperyalizmin ve oligarşinin siyasi ve ekonomik çıkarları için gerçekleştirilmişti. Bu alanda tam bir dizginsizleşme yaşanmaktadır bugün. İşbirlikçilik politikaları ve sermayenin çıkarları için uygulanan politikalar 12 Eylül’ün “pabucunu dama atar” niteliktedir. Dünyadaki gelişmelerin de etkisiyle, bugün bağımsızlıktan sözetmek dahi büyük suçlar arasında sayılmakta, bağımsızlık isteyenler en ağır şekilde cezalandırılmakta, sesleri büyük bir yalan ve demagoji kampanyası eşliğinde boğulmak istenmekte, Amerikan politikalarına tam uyum, “dünya gerçekleri” kamuşajı ile pazarlanmaktadır. 24 Ocak Kararları ile başlayan IMF’li süreç ise daha sonra yapılan onlarca stand-by anlaşması ile katlanmış, burjuvazi o günden bu yana “gülmeye devam etmiştir.”
Gençliğin teslim alınması cuntanın temel hedeşerinden biriydi. YÖK üniversitelerde bu görevi yerine getirirken, yozlaştırma ve tüm halka dayatılan ama en çok da gençliği hedeşeyen apolitikleştirme politikaları kesintisiz bir şekilde sürmektedir. Politik gençliğe karşı “terörizm” demagojisiyle yaklaşan oligarşi, apolitik bir gençlik yaratmayı büyük oranda da başarmıştır. Hatta öyle ki, kendi yarattıkları bu sonuç zaman zaman, (özellikle gerici politikalarına gençliğin desteğini alma ihtiyacı duyduklarında) kendilerini de rahatsız edebilmektedir.
Örgütsüzleştirme saldırısı, bütün halk kesimleri nezdinde çeşitli biçimlerde sürdürülmektedir. Yasalarda örgütlenme özgürlüğünden sözedilmesinin pratik politikada hiçbir önemi yoktur. Demokratik kitle örgütlerinin her türlü kirli yöntemle terörize edilmesi, fiili olarak baskı altında tutma, çalışmalarına engel olma gibi uygulamalar günlük vakalar durumundadır. Halkın hiçbir örgütlenmesine tahammülü yoktur oligarşinin.
Hak arayan herkes, cunta yıllarından daha fazla, terörist olarak nitelenmektedir. Gözaltı sayıları bile bunu söylemektedir. Elbette 12 Eylül askeri faşist cuntası, büyük bir zulmün adıdır. Cunta şefinin, burjuva medya tarafından hayasızca “tonton dede” haline getirilmesi çabalarına karşın, Türkiye halkının belleğinde zulmün adıdır. Ancak, 12 Eylül’ün nasıl bir zulüm olduğunu anlamak da, bugün hangi politikalar ve kurumlarla nasıl sürdürüldüğünü görmekle mümkündür.
Bugüne demokrasi diyerek, cuntanın zulmünü tarif etmeye çalışanlar, halkı yanıltmaktan başka hiçbir şey yapmıyorlar demektir.
12 Eylül biten bir tarih değil, süren bir tarihtir.

Sosyal ağlarda paylaşın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.