“Yedinci ve otuz yedinci” – Selçuk Kozağaçlı

Biz, yani ”en genel anlamda” avukatlar. Her halde o 5 Nisan gününü aklıma kazıyan bu soruydu; nasıl yeniden halkın avukatı olacağız? Kendimize, birbirimize ve mesleğimize saygımızı nasıl yeniden kuracağız. Bu güzel mesleği nasıl onurlandırırız?


Dün pazardı. Pazar gününü severim. ”Bir Son Duygusu”nun Tony Webster’ı ; ”Burada Hergün Pazar! iyi bir mezar taşı kitabesi olurdu” diye düşünür.(1) Biz de ara sıra gardiyanlara takılıyoruz ” bize her gün pazar” diyerek. Ama dün o sakin pazarlardan değildi.

Hapishanedeki mecburi iskânımın beş yüzüncü gününü, yerel yönetim seçimlerinin sonucunu izleyerek ve İstanbul Otuzyedinci Ağır Ceza Mahkemesi’nin tarafımıza ”kestiği” hapis cezalarının tutanağını okuyarak geçirdim. Haliyle hücrenin her yanında rakamlar uçuşuyor.

İşin aslında bir ”5 Nisan” öyküsü anlatmak üzere oturmuştum masaya ama izin verirseniz önce uçuşanları aradan çıkaralım. Meselâ beş yüz gayet yuvarlak bir rakam.”Yaklaşık” anlamında değil de ”balıketi” anlamında yuvarlak. Herhalde sonundaki iki tombul sıfırın etkisidir. Oysa on bir yıl üç ay nispeten zayıf ve asabi duruyor; bu da baştaki cılız birler yüzünden olabilir. Elimizde bir de kırk yedi virgül yetmiş dokuz var ki bunlarla kıyaslanınca, mazbata fotoğrafı için poz vermiş gibi afili bir dolgunlukta. Yüzdelik dilimde temsil ettiği söylenen dört milyon yüz yetmiş bin yüz on altı hemşehrimin gülümsemesindeki sıralı altın diş gibi göz alıcı bir ışıltıya sahip.

Unutmadan, Ankaralılar gücenmeyecekse, hem Silivri ”iskânım” hem de cezayı İstanbul mahkemesinden yemem nedeniyle artık buralı sayılırım. Bundan böyle hemşehrilerimin her hali beni ilgilendiriyor anlayacağınız. Zaten ”iskân” kelimesi sadece ”boş bir yere insan yerleştirmek” anlamına değil, ”ev sahibi yapma, yurtlandırma” anlamına da geliyor. Kısmet burasıymış diyelim.

Hayatım boyunca ne parlamento ne de belediye seçimlerine siyasal ilgi duydum. ”Seçimle bir şey değiştirebilmek mümkün olsaydı zaten çoktan yasaklanmış olurdu” tespitini hafife almayın. Ama eğer sadece Emma Goldman tarzında anarşist kalmakla yetinmeyip sosyalist olmaya da niyetlenecekseniz, halkın her türlü ilgi alanınıza girmek zorunda. Seçimlerle ilgilenmiyorum deyip işin içinden sıyrılamazsınız. Ayrıca fark ettim ki, şimdilik sandıkla sınırlı olsa bile, bu güzel şehrin faşizme ”gıcık vermeye” başlamış olması beni heyecanlandırıyor. Siz isterseniz hemşehricilik olarak kabul edebilirsiniz.

Ha, bir de otuz yedi var elbette hayatımızda. Pek etkileyici bir rakam olmadığının farkındayım. Vasatlığının yanı sıra sanki biraz sinsi ve sevimsiz duruyor bile denilebilir.Haydi ”üçe” mahkeme heyetini sayıp huylandım diyelim ; oysa yediyi oldum olası, pazar günleri gibi sevmişimdir.

”Canını kurtarmak için dövüşeceksen
Karşısında yedi kişi görmeli düşmanın” der Atilla Jozsef ”Yedinci” şiirinde:
”Biri pazar günü dinlenen bir işçi olmalı
biri, pazartesi sabahı işe başlayan…” (2)

Belâgatta ”rakamla konuşmak” diye iddialı bir üslûp vardır. İyi kullanıldığında kesin, etkili ve ikna edicidir. Benim kelimelerle aram her zaman rakamlarla olduğundan daha iyiydi maalesef. Bu güzel şiiri fırsat bilip söze kaçayım o yüzden.

Yeni meskenim İstanbul’un yargı çevresinde, kanunla öngörülmüş bir Ağır Ceza Mahkemesi’ne sahibiz. İşte onun da Hâkimler ve Savcılar Kurulu kararıyla oluşturulmuş otuz yedinci dairesi var. Hakkımızdaki tatsız düşüncesini açıklamış olan, eski ve mütevazi bir adlandırma ile bu ”Bidayet Mahkemesi’. Antika sıfatı hatırlama nedenim, barındırdığı tevazunun; ”Küçük mahkemeleri ben yarattım, büyükleri babamdan kaldı” edâlı genç mahkeme başkanımızın canını sıkma ihtimalinin hoşuma gitmesi. ”Başlangıç Mahkemesi” anlamına geliyor. Her ne kadar ”Bu daha başlangıç, mücadeleye devam” gibi bir tınısı da olsa; gerçekte kast edilen, Bölge Adliye Mahkemesi’nde, Yargıtay ilgili temyiz dairesinde, Anayasa Mahkemesi bireysel başvurusu incelemesinde ve nihayet Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde istihdam edilmiş yaklaşık bir buçuk düzine kadar yüksek hâkimin, bu kararı çeşitli yönlerden göz atmasını isteme hakkımız olduğu.

Yani eğer sırasıyla hepsine başvurursak, yürünmesi birkaç yıl alacak uzun bir yolun henüz başındayız. Bu gerçeğe işaret etmek üzere, cezayı verene ”yerel”, ” ilk derece” veya ”başlangıç” mahkemesi deniyor.

Sadece bizim değil, hakkımızda karar verirken gereksiz bir telaşa kapılmış genç adamın da düşmanca eğilimini sağlam kazığa bağlayabilmek için aynı meslek erbabının onayına ihtiyacı var.
Yeri gelmişken, kulağınızı tırmaladığını tahmin ettiğim şu ”genç adam” tamlamasını da açıvereyim. Hiç şüphesiz genç olmak ayıp değil, hatta ileride değineceğim bazı gösteri sanatlarında sahne performansı açısından avantaj bile yaratır. Ayrıca otuzlu yaşların başı bir yargıç açısından hiç de ”gençlik çağı” sayılmaz. Meseleyi kavramak için Flann O’Brein’in İrlanda edebiyatının şaheserlerinden sayılması gereken ”Ağaca Tüneyen Sweeny” romanına bir göz atmalısınız. Bu fantastik romanın bazı karakterleri; “cüsse ve izlerine (façalarına) uygun deneyimleri olmadan yaşama başlamak” üzere, annelerinin karnından yelekli takım elbiseleri içinde, yetişkin görünümünde doğarlar. Meselenin takım elbise ve tıraşlı suratta değil, yaş alırken yılları taşıyıp, cüssemizde buna uyan izleri barındırmakta olduğunu biz biliriz. Roman kahramanları ise bu bilgiden yoksundur. “Genç adam” sıfat tamlaması ile kastettiğim bundan ibaret (3).

Aklınıza gelebilecek bir diğer sorunun; “Hakkınızdaki kararı üç kişilik mahkeme vermedi mi? Sen niye sadece bu adamcağıza sardırdın?” olduğunu tahmin ediyorum. İşte bunun cevabı biraz karışık. Avukatlarımız arasında derin görüş ayrılığı olduğunu size “sızdırmam” gerekiyor; kusuruma bakmasınlar artık. İlk grup, hiçbir kararda, kaşını gözünü oynatacak bile olsa, tepki vermeye fırsat bulamamış iki gariban üyenin sonuçtan sorumlu tutulabilmeleri için önce “farik-mümeyyiz” olup olmadıklarının anlaşılması gerektiğini savunuyor. Tezin Türkçesi şöyle ifade edilebilir; “Mahkemede olduklarının farkındalar mı? Farklı rey verseler sonucun değişeceğini ayırt edebiliyorlar mı?” Ben de yıllarca suça sürüklenen çocuklar üzerinde çalıştığım için, yarı tıbbi yarı hukuki bir “adli tıp” uygulaması olan “farik-mümeyyiz” raporlarına ilgi duyarım. Peşinen ihtiyaç yok desem yanlış olur.

İkinci grup ise “iş’ari rey” tezini savunuyor. Bu iki üyenin yargılama boyunca belden yukarıdaki kaslarından birisiyle jest yahut mimik anlamına gelecek bir tepki vermediğini kabul etmekle birlikte; göremediğimiz kürsü altından, örneğin tekme atarak oylarını belli etmelerine bir engel olmadığını savunuyor. Hukukumuzda belli durumlarda “işaretle” oy vermek geçerli sayılıyor biliyorsunuz. Böyle olduysa, genç başkanımızın tek başına verdiğini zannettiğimiz otuza yakın ara kararda (o da evet oyu tek tük ise) yaygın ekimoz yaratacak kadar tekme yediği anlamına gelir. Benim felsefeme göre bedeli ödeyen onuru hak eder, bu nedenle her iki seçenekte de kararın mülkiyetini ve sorumluluğunu başkana tescil ettim.

Hani bizim “5 Nisan” hikayemiz? Aklımda; onunla bitireceğim. Ama hazır mesele hukuk-tıp ilişkisine gelmişken, sevimsiz otuz yedi rakamı bir analiz hak ediyor.

Herhangi bir yargı çevresinde, dikkate değer bir coğrafi genişleme yahut anlamlı nüfus artışı bulunmaksızın daire sayısının otuz yediye kadar tırmanmasının sebebi nedir?

İşte bu sorunun cevabında adli teşkilat hukukundan çok tıbbi onkoloji bilim dalını ilgilendirdiğini söyleyebiliriz. Nerede bir tıkanma (stasis) varsa; orada bir çoğalma, yayılma (metastaz) vardır. Hastalık vücut hücresi için geçerli olan, hastalıklı mahkeme dairesi için de geçerlidir. Hele bir de bu daireler arasında, dava seçip, doğal yargıcı eleyip, iş bitirici “başkan” sıçratırsanız, metastaz en uygun açıklamadır.

Hastalığın bilgisi nasıl hekimde ve hastada farklı niteliklere sahipse, hukukun bilgisi de meslekten hukukçuda ve “tesadüfi” özne olan sanıkta farklıdır. Mesleki kısa devre yüzünden hep avukat ağzına çalarak değerlendirme yaptığımın farkındayım. Oysa ben sanığım. Sanık hakları açısından zorunlu gördüğüm bir “uzmanlık” değerlendirmesiyle bitireyim ki şu 5 Nisan hikayemiz gürültüye gitmesin.

Bir grup insan belli bir yerde, günde, saatte toplanmış konuşmuşlar ve sözler sergiliyorlar. Biz de izliyor olalım. Hatta kayıt alıp, tutanağa da bağlayalım. Bunun yargısal bir işlem olup olmadığına ban geçtim, hukukla bir ilgisi bulunup bulunmadığına karar verebilmek için uzmanlık gerekir mi? Sandığımız kadar dolaylı bir cevap yok. Uzmandan ne anladığınıza bağlı.

Roman de Fauvel’in Chalivali’sinde tarif edilen şu soytarılıklara bir bakın:

“Li un montret soncul au vent
Li autre rampen n auvent…” (4)

“Biri kıçını yele gösterdi
Öteki çatıyı yere indirdi
Biri pencereyi ve kapıyı kırdı
Öteki kuyulara tuz attı
Biri yüzlerine pislik fırlattı
Gerçekten korkunç idiler ve vahşi”

Bir festival anlatılıyor. Festival soytarılıkları için antropolojideki yaygın görüş, bunların hasat sonrası şenliklerine, tarımsal döngü kutlamalarına yahut dönemsel arınma törenlerine dayandığı yönündedir. Burjuva eserlerinde bu tezlere sıkça rastlamak mümkündür. (5)

Oysa Giorgio Agamben bakın burada bir bakışta neyi tanır:

Olup biten; Germen “barışı bozma” (Friedlosigkeit) yani yasağı çiğneyen kişinin cezalandırılması veya İngiliz “eşkiya-haydut” yahut “kurtadam” (Wargus) infazı sahneleridir. Suçlu, yargılanmakta, utandırılıp korkutularak toplumdan dışlanmakta, evi tahrip edilerek meskeninden kovulmakta, kuyusu tuzlanarak cezalandırılmaktadır. Yani bu kadim hukuktur. (6)
Bunların bize, kökleri tarımsal kutlamalara dayanan masum festival curcunaları gibi gelmesinin nedeni; soytarının, icra ettiği eylemle, eylemin kökenini oluşturan hukuksal evrenin bağını hiç hatırlamıyor; çünkü görmemiş, tanımıyor, bilmiyor olmasıdır. Soytarı dans etmektedir. Yaptığı şeyi yapmayı eğitimle, seyrederek veya usta-çırak ilişkisi içinde öğrenmiş olabilir. Asla bilemeyeceği şey bütün bu figüratif bütünün aslında ne anlama geldiğidir.

Şiir gerçekten çok hoş. Sizi utandırmak için “kıçını açan” kişinin yirmi birinci yüzyıl sanat standartlarındaki değeri elbette tartışmaya açık. Yine de hayatında hiç gerçek mahkeme görmemiş bir soytarının, muhakeme usulü kurallarını festival curcunası sandığı için, hukuki anlamlarını ve bağlayıcılıklarını hayal bile etmeden sahne performansı havasında canlandırması herhalde bundan daha güzel anlatılamazdı. Daha iyisi ancak bizzat görmekle mümkün olur.

Görmek yahut daha doğru bir tanımla “maruz kalmak” sizi gerçekten endişelendiriyor, eğlendiriyor ve utandırıyor. Eh, festival ruhu da bu değil midir zaten? Ama sorunumuz böylece çözülmüş olmuyor. Sanıkların “susma hakkı” olduğu gibi “antropoloji bilmeme hakkı” da var. Bu temel haklarımıza saygı bekliyoruz. Karşısında meydana gelen curcunanın, hukuk eğretilemesi yapan bir festival kumpanyası mı yoksa duruşma yapan bir mahkeme heyeti mi olduğunu sanığın daha kolay ve hızlı ayırt edebileceği yollar bulmak üzere çalışmalı bana sorarsanız.

Neyse ki olup bitenlerin geçirildiği tutanakların üzerine künye yazma alışkanlığı sayesinde etkinlik bitince, olup bitenlerin niteliği konusundaki belirsizlik azaltılmış oluyor.

Geldik “5 Nisan” hikayesine. Sona bıraktığıma bakmayın, çok kıymetli. Dünyanın en büyük ve köklü avukat örgütlerinden birisi olan İstanbul Barosu’nun kuruluş yıl dönümü. Avukatların sorunlarına ve mesleklerine adanmış bir güne dönüştürmek haklı ve isabetli bir çabadır. Hem kutlu olsun, hem de yas tutup dövüşelim.

Ben de neredeyse çeyrek yüzyıldır bu çabanın bir parçası oldum, törenlere, direnişlere, balolara katıldım; dinledim ve zaman zaman da kürsüden konuştum.

İçlerinden sadece birisinden, bana ”cüsseme uygun” derin izler bağışlamış 5 Nisan 2006 öğleden sonrasından söz ederek bitirmeme izin verin. Bugün yaşadıklarımı tam hissettiğim gibi anlatabilmek için ”izi” size tarif etmeliyim. Hayatımı, taş bir plağa önce bir ağıt, sonra bir şiir ve nihayet güçlü bir marş kaydeder gibi çizen derin ve ahenkli bir iz oldu bu. Avukat Behiç Aşçı’nın müvekkillerinin ölümünü durdurabilmek için bedenini açlığa yatırdığı ve tam iki yüz doksan dört gün sonra bize avukatlık mesleğinin elde edebileceği en büyük onuru bağışlayacağı 5 Nisan 2006. Behiç bugün hücre komşum, hapishane arkadaşım. On üç yıl sonra bile her hafta heyecanla, onun bir Adalet Bakanı’na canını ortaya koyarak imzalattığı ”Sohbet Genelgesi”nin bize sağladığı sohbet hakkını iple çekiyoruz. Yaşamını bu uğurda yitirmiş yüz yirmi iki müvekkilimizin anısı ve arkadaşlıkları hücrelerimizi dolduruyor.

İşte bütün bunların başladığı gün, benden bir konuşma yapmam istenmişti. Ben daha genç bir adamdım, günler daha heyecanlı, daha hüzünlüydü. Konuşmaya başlarken kurduğum bir cümle nedeniyle dostlarım uzun yıllar bana takıldılar ve bu konuşmayı unutmamı engellediler. Bilmem nasıl bir telaştan konuşmaya şöyle başlamıştım: ”Biz… Yani genel anlamda avukatlar…” Hep sordular, şakalaştılar, ben hâlâ düşünüyorum: Ne demek istiyordum? Ne demek ” en genel anlamda avukatlar”? Kimiz yani? John Gay, sonraları Bertolt Brecht’in ünlü ” Üç Kuruşluk Opera” adlı eserinde ilk kez sahneyi sıradan insanlara sunar:

”Bir askerle denizcinin söylediği şarkıdaki gibi:
Tilki tavukları çalar, bir orospu kalbinle paranı
Kızın sandığını soyar, karın da geri kalanı,
Ama bıraktın mı avukatın elini boşta
Alır senin bütün mülkünü malını…” (7)

İşte Behiç’in bizi, mesleğimizi, geleceğimizi, meslek onurumuzu üç yüz yıllık kirden, pasaktan arındırmayı başarıp; sıradan insanların gözünde bizi yeniden saygın hale getirmeyi başaran mücadeleye katkısı. Bizi malın mülkün düşmanından can dostuna çeviren yıllar, yollar ve izler…

Biz siyasi ceza davası avukatları, biz devrimci avukatlar değil, daha büyük, daha çeşitli bir kocaman biz.

Biz, yani ”en genel anlamda” avukatlar. Her halde o 5 Nisan gününü aklıma kazıyan bu soruydu; nasıl yeniden halkın avukatı olacağız? Kendimize, birbirimize ve mesleğimize saygımızı nasıl yeniden kuracağız. Bu güzel mesleği nasıl onurlandırırız?

Nedense bugünden bakınca ”adalet” ve ”hürriyet” hakkında konuşmak istemiştim diye hatırlıyorum. Behiç’i ziyarete gelmiş olan Yaşar Kemal’in, bana çok takıldıklarını görünce ”siz de önceden söyleseydiniz konuşturacağınızı, yazardı; böyle zamanlarda gençler kelimelerin anlamı üzerinde öyle derin düşünemez” dediğini hatırlıyorum beni teselli etmek için. Nedense hep güzel günlerdi diye hatırlıyorum.

”Hür” kelimesini Arapçadan alırken anlamını daraltmışız. Meyvenin artık olgunlaşıp, nihayetine erip, kendisini toplatmasına ”Meyve hür oldu” diyor Araplar. ”Adalet” de öyle, alırken önemli ama tek bir anlama sıkıştırmışız. Havanın ne sıcak ne soğuk olduğu ılıman bahar günlerine de ”adil günler” dediklerini öğrendiğimde nasıl mutlu olmuştum; işte tam bizim adaletimizmiş bu diye…

Artık genç değilim.

Cüssem façalarımı onurla taşıyor. İzlerim derin.

Artık kelimelerin anlamı üzerine düşünecek vaktim var. Kendimi bu 5 Nisan’da ”hür” hissediyorum.”Adil günler”in yakın olduğunu biliyorum.

Biz, yani en genel anlamda avukatlar… Biz kazanacağız!

Yeter ki soytarılığa tahammülümüz olmasın. Mücadele etmeyi asla bırakmayalım.

Bunlar da heyecanlı, güzel günler. İzin verin cüsseniz yaşamınıza uygun izleri sevgiyle taşısın. İzler pahasına dövüşün, dövüşelim.

Şimdiden kazandık sayın.

(1) Bir Son Duygusu, Julian Barnes, Çev. Serdar Rifat Kırkoğlu, Ayrıntı yayınları, 2 Basım, 2015, syf. 65

(2) Yedinci, Atilla Jozsef, Çev. Cevat Çapan, “Yedinci Adam” içinde John Berger-Jean Mohr, Metis Yayınları, 2018

Şiir şöyle sona erer:

“Ve her şey yazıldığı gibi olursa

Yedi kişi için öleceksin

(…)

Bir kazansın diye yoksula omuz veren

Bir yıkılıncaya dek çalışan

Bir sadece durup aya bakan kişi için”

(3) Ağaca Tüneyen Sweeny, Flann O’Brien, Çev. Gülden Hatipoğlu, Everest Yayınları, 1. Basım, 2014

(4) İstisna Hali, Giorgio Agamben, Çev. Kemal Atakay, Ayrıntı yayınları, 2018, syf. 90

(5) Altın Dal, James George Frazer, “Dinin ve Folklorun Kökenleri”,  Çev. Mehmet H. Doğan, 1. Cilt, 2. Baskı, 2014

(6) İstisna Hali, syf. 91

(7) Edebiyat ve Suç, Vincenzo Ruggiero, Çev. Berna Kılınçer , Everets Yayınları, 2009, syf. 41

(Bu yazı Gazete Duvar’dan alınmıştır)

Sosyal ağlarda paylaşın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.