1984’ün soğuk bir mart gününde, Diyarbakır Cezaevi’ndeki ölüm orucunda hayatını kaybeden Orhan Keskin’in babası, oğlunun insanlık dışı işkencelerden ve uzun ölüm oruçlarından arta kalan cansız bedenini teslim aldıktan sonra cenazeyi camiye bırakmaz hemen. “Yıllardır eve gelmiyordu. Bir gece de beraber kalalım oğlumla!” der.
O gece tüm keder ve yorgunluğuna rağmen oğluyla yanyana, aynı çatı altında, başlarından geçen onca şeyden azade ve kâbus dolu gecelerden çok daha huzurlu bir uyku uyuduğuna eminim. Oğlu yanındadır ya artık!
Ne yazık! Bellek acının evi ve hatırlandıkça keder veren şeyler saklı içinde.
Benzer hikâyelerle dolu ülkemin yakın tarihinin izini süren yazılar yazdım hep. Kendimi bazen Orhan’ın annesine de benzetiyorum. Orhan’ın annesi ölüm orucundaki çocuğunun ve arkadaşlarının artık yaralar çıkmış gövdelerini pamukla silmeye çalışırken hemşirenin ona yaptığı uyarıyı duyarız: “Silme anne! Sen iyilik yaptığını zannediyorsun ama daha çok acıtıyorsun onları.”
Yazdıklarım daha mı çoğaltıyor yoksa acılarımızı?
Birkaç gün önce, uykusuz gece yarılarımın birinde kıymetli bir arkadaşımın epey önce gönderdiği bir mektubu okuyordum yeniden. Peri Gazozu ve Cin Aynası’ndaki hikâyelerimden söz ediyordu mektupta. Anlattığım hikâyelerdeki dayanılmaz acıların şahidi olmamdan, bunlara nasıl katlandığımdan…
Sonra da şöyle diyordu:
“Size özgü bir “varlıkta kalma stratejisi” geliştirdiğinizi düşünmek güzel… İşte bu noktada da, sizin bu kederle mücadeleden “sağlam” çıkmanızı sağlayan sevincin (mutlaka bir sevinçle dengelenmeli bu keder, yoksa yaşayamayız…) bir diğer muhtemel kaynağına gidebiliriz diye düşünüyorum: siz tüm kederli deneyimleri, hatırlayarak, unutmayarak ve hep hatırlanması için yazıya dökerek aslında bir tür sevinci de kuruyorsunuz, hem okurlarınızda hem kendinizde hem de bu kayıpları yaşayan ailelerde, insanlarda…’’
Arkadaşım haklıydı.
Geçmişe dair hatırladıklarım özlemden daha çok kederdi. Keder, yanı sıra sevinçleri de hatırlatmıyorsa altında ezilip yok olabilirdim. Hatırladıklarımla, başımdan geçenlerle, ölümlerle, ayrılıklarla, ya da faili meçhullerle ilgili yazmaya başladığımda aynı zamanda sevinçlerimi ve o ana dair ümitlerimi de kurabiliyor muydum gerçekten?
Mektubun bir yerinde Sessizliğin Bakışı filmini seyredip seyretmediğimi soruyordu arkadaşım. Mektup bitti. Filmi buldum bir yerlerden ve seyretmeye başladım.
Joshua Oppenhaimer 2012 yılında bir belgesel çekmiş.
1965-66 yıllında Endonezya’da yaşanan komünist katliamını konu alan ve bir milyona yakın insanın hayatını kaybetmesine yol açan olayları katillerin gözünden yeniden canlandıran bir film: Öldürme Eylemi.
Yönetmen bir çeşit devam filmi gibi ele alınabilecek Sessizliğin Bakışı filminde ise bu kez kurbanların hikâyesini anlatmış.
Abisi Ramli’nin, ABD işbirlikçisi hükümetin komandoları tarafından öldürüldüğünü bilen gözlük teknisyeni Adi, Öldürme Eylemi’ndeki görüntüler sayesinde katilleri teşhis ediyor, sonra da abisinin katilleri ile birebir görüşerek katillerin nasıl bir ruh halini yaşadıklarını gösteriyordu bizlere.
Filmin bir yerlerinde telefonum çaldı. Tanımadığım bir numaraydı.
Hastalarının herhangi bir saatte özgürce ve daha çok çaresizce arayabileceği hekimlik mesleğinin bir ferdi olarak açtım telefonumu.
Adımı sordu bir ses.
Ama; nasıl kederli bir ses!
Ercan Kesal’la mı görüşüyorum?
Evet, benim… Buyurun.
Beyfendi, uygun musunuz acaba? Kusura bakmayın gece yarısı aradım telefonunuzdan!
Hiç sorun değil. Tabii ki uygunum, buyurun.
Ben Aytaç’ın babasıyım. Aytaç… Ölüm orucundaki Aytaç’ın babası.
(Çok kısa bir sessizlik.)
Aytaç ve arkadaşı iyi değiller efendim. Ölüyorlar!
(Bundan sonrası uğultu)
Sonra uzun uzun konuştu Aytaç’ın babası. Başından geçen bir hikâyeyi çok uzun zamandır tanıdığı bir dostuna ilk kez anlatıyormuş gibi… Gece yarısı aklına gelen tuhaf ve çetrefilli bir konuyu benzer mevzular yaşamış yakın bir ahbabına yeniden ve şaşırarak izah ediyor gibi.
Mutlaka anlatması gereken bir meseleyi sabahı beklemeye tahammülü olmayan bir duyguyla…
Mutlak ve keskin bir acıyla…
Kederle…
Oğlunun ve diğer avukat arkadaşının yaşadıklarını. Oğlunu en son gördüğünde artık iyice takatten düştüğünü, hapishanedeki halinden daha kötü gördüğünü, hiçbir yetkilinin onları dinlemediğini, adeta taş duvar kesildiklerini, ne yapacaklarını, nereye gideceklerini bilemez halde olduklarını… Anlattı…
Dinledim…
Ne söyleyeceğimi bilemediğimden belki de…
Özür dilerim, ben adınızı bilmiyorum, adınızı söyleyebilir misiniz dedim.
Zaten önemsiz ve unutulmasında da hiçbir sakınca yokmuş gibi çıktı ismi ağzından.
Ha, kusura bakmayın, söylemedim değil mi, adım Nihat.
Ben mühendisim, emekli mühendis. Eşim de avukat ve ceza hâkimidir. O da emekli. Aytaç bizim oğlumuz.
(Durdu biraz) Aytaç ölüyor…
(Uzun bir sessizlik daha)
Nihat Bey, konuya vakıfım, izliyor ve okuyorum. Ama… Ama beni niye aradınız, ne yapabilirim sizin için?
“Bilmiyorum” dedi, Aytaç’ın babası. Gerçekten bilmiyorum. Bir arkadaşımdan buldum telefonunuzu. Siz tanınan, sevilen birisiniz, sanatçısınız… Belki bir şeyler yapabilirsiniz diye düşündüm.
Ne tuhaf…! Nedense aklıma Ritsos’un ölen kızkardeşinin ardından yazdıkları geldi o an:
“Susuyorum… Dinliyorum… Kimseler geçmiyor gecemizin karanlık sokağından…”
Şimdi…
Siz hiç biricik evladınızın yavaş yavaş ölümünü seyretmek zorunda kaldınız mı?
Onun hiçbir şey yemediğini bildiğiniz bir dünyada karnınızı doyurmaya kalkıştınız mı?
Siz hiç tanımadığınız birinden en son ne zaman yardım istediniz?
Ne zaman, ölmek üzere olan oğlunuz için yüzünü daha önce hiç görmediğiniz, neye benzediğini, size ne söyleyeceğini, nasıl davranacağını bilmediğiniz birinden bir çare aradınız?
Yine arkadaşımın mektubundan:
“Nasıl derseniz: tüm unutturmaya çalışanlara rağmen, gözaltında, işkencede kaybedilenleri, hiç beklenmedik bir anda patlayan bombayla uzuvlarını, hayatlarını kaybedenleri, tek bir kurşunla arkadan vurulanları unutmamanın, hatırlamanın, anlatmaya devam etmenin adalet duygusuyla bir ilgisi var ve mağdurların, mağdur yakınlarının unutulmamaktan doğan bir tür “sevinç” yaşadığına gönülden inanıyorum… her ne kadar bu türden kayıpların yarattığı kederle baş edebilecek büyüklükte olmasa da, bu kayıpları yaşayan insanlarda ve bu kayıpları hatırlamanın bir tür adalet duygusuyla mutlaka ilgisi olduğuna inanlarda bir tür derin sevince yol açıyorsunuz eminim…’’
Umarım arkadaşım haklıdır.
Umarım, bir işe yarar yazdıklarımız.
Umarım, çocuklarının ölümünü seyretmek zorunda bırakılan babaların geceyarıları hiç tanımadıkları ve bilmedikleri birilerinden çaresizce derman arayıp yardım istedikleri telefon zillerinin çalmadığı bir sabaha uyanırız bir gün!
Umarım.