“Şiirlerimizle, Şarkılarımızla Tecrit İşkencesine Karşı Savaştık.”

Halk Okulu Dergisi’nin Grup Yorum üyesi Ali Aracı ile yaptiği röportajı yayımlıyoruz:

Tutsaklık koşullarınızdan bahseder misiniz? Bu koşullarda halkın sanatçısı olarak neler yaşadınız?

Silivri Hapishanesi’nde tutsak kaldım. Silivri hapishanesi tam bir tecrit ve işkence hapishanesidir. Ben tutuklanmadan önce hapishanenin adını sıklıkla duyardım. Devrimci tutsaklara sürekli saldırıyorlardı. Saldırılar ve direniş iç içe geçmişti bu hapishanede. Birçok devrimcinin kolunu kırmışlar, yüzlerce yıla varan görüş, iletişim cezaları vermişlerdi tutsaklara.

Silivri Hapishanesi’ne ilk girdiğimde bu baskıları ben de yaşadım. Öncelikle tek başıma bir hücrede günlerce tuttular. Bu süre içinde hemen yan hücredeki özgür tutsaklar birçok ihtiyacımı karşıladılar. Yüksek duvarlar, gökyüzünü örten tel kafesler olsa da çok yaratıcıydı özgür tutsaklar. Tek başıma hücrede tutulsam da hem gerekli ihtiyaçlarımı karşıladılar hem de gazete, haber paylaşımını sürekli yaparak tecriti kırmayı sağladılar.

Bir süre sonra, birlikte tutuklandığımız arkadaşlarla beni aynı hücreye koydular. İki üç hafta geçmemişti ki, yer değişikliği yapacaklarını söylediler. Koridorda, beyaz gömleğiyle duran müdürün gözetiminde onlarca gardiyan karga tulumba bizi başka hücrelere götürdüler. Sözde sadece koridoru boşaltacaklarmış. Ama bunu da bize saldırarak yaptılar, her birimizi tek tek hapishanenin birçok yerine dağıttılar. Eşyalarımızı da ayıramadığımız için, üçümüzde de malzemeler eksik oldu. Örneğin, beni koydukları hücreye herhalde aylarca kimseyi koymamışlar. Yemek kaplarının içinde aylar öncesinden kalan yemekler küflenmişti. Hücrenin içi kir toz içindeydi. Ama hiçbir temizlik maddesi yoktu elimde. İstediğimde ise getirmediler. Fiziki olarak bir işkence yapmamışlardı, ama günlerce bu kirli hücrede tek başıma tutarak işkence yaptılar. Elbette bu durumu protesto ettik, birbirimizin seslerini uzaktan da olsa duyabiliyorduk.

Dört beş gün sonrasında, arkadaşlarımızın olduğu koridora götürüldük.

Bir gün ailelerimizle açık görüş yapıyorduk. Koronavirüs’ten önceki süreçteydi. Biz ailelerimizle yüz yüze görüşmenin mutluluğu içindeydik. Görüş alanından tek tek çıkarılıyorduk. En son ben kalmıştım, çıktım, koridorda yine onlarca gardiyan vardı. Daha ağzımı açmadan, ne olduğunu anlamadan, arkadan kollarımı büktüler, ağzımı kapattılar, zor nefes alabiliyordum. Bu durumdan kurtulmaya çalışırken, “direnme kolunu kırarım” diye tehdit ediyordu gardiyan. Hücreye kadar götürüp içeri attılar. Meğer tüm arkadaşlara aynı şekilde saldırmışlar. “Bundan sonra slogan atmak yasak” dediler. Sonraki hafta yine görüş sonrasında saldırdılar, aynı şekilde saldırdılar. Yan hücrede kalan Grup Yorum’dan Barış Yüksel’i yere yatırıp yakası açılmamış küfürlerle işkence yaptılar. Sloganlarla, kapıları döverek karşılık verdik.

“Slogan attırmayacağız” diyorlardı. Biz devam ettik slogan atmaya. Ve elbette, faşizmin sürekli saldırısına karşı sürekli bir direniş var hapishanede.

Gökyüzünü örten tel kafesler işkencedir. Kitap sınırlaması işkencedir. Sürgün sevkler işkencedir. Bu saldırılara karşı 2016’dan beri, OHAL süreci başlamadan önce bir direniş başlamıştı. Devrimci Tutsaklar ülkedeki tüm hapishanelerde Sürekli Faşizme Karşı Sürekli Direniş eylemlerine başlamışlardı. Hapishane idareleri ise hazmedemiyor bu direnişleri. Her hücreden çıktığımızda koridorda sloganlar atıyoruz. Gün içinde defalarca demir kapıları döverek protesto eylemi yapıyoruz. Hücreden her çıktığımızda, geri dönerken, oturma eylemi yapıyoruz. Gardiyanlar yerde sürükleyerek hücremize kadar getiriyorlar. Bu eylem onları çok zorluyor. Bu eylem gardiyanlara kişisel bir garez nedeniyle yapılmıyor. Bakanlığı zorlayın, hakkımızı versinler diyoruz. Hapishane idaresi ise gardiyanları bize karşı kışkırtıyor, saldırganlaştırıyor. Biz gardiyanlara da sürekli anlatıyoruz, bize yapılanlar insanlık suçudur. Kitap vermemek insanlık suçudur. Tecrit insanlık suçudur.

Son süreçte bizim bulunduğumuz Silivri Hapishanesi’nde, koronavirüs bulaşmaması için, gardiyanlarla fiziksel temasımızı mümkün olduğunca kısıtlamak için oturma eylemlerine ara vermiştik. Diğer eylemler ise devam ediyor.

Açlık grevinde yüzüncü günlere yaklaştığımda, üst araması yapan gardiyanlar ellerini dokunup, ürküp geri çekiliyordu, utanıyordu. Direniş gardiyanları da etkiliyor. “size yazık olacak, yapmayın” diyenler oluyordu. Bunu insani bir duyarlılıkla yapanlar da vardı, saldırganlaşanlar da vardı.

Silivri’nin en saldırgan, işkenceci başgardiyanı çok pişkin, “öleceksiniz” diyordu sürekli. Bizim açlık grevi direnişimiz gardiyanları da etkiliyordu.

İbrahim bir deri bir kemik kalmıştı ve mahkeme tahliye etmemişti. Gardiyanlardan bu duruma üzülenler çok oldu. Bin bir güçlükle İbrahim tahliye edildiğinde, gardiyanlardan bir tanesinin gözyaşını tutamadığını görmüştük.

İbrahim şehit düştüğünde, onu tanıyan, gören gardiyanlar başsağlığı dilediler.

Birçok gardiyan ise, robotlaşmış gibiydi sanki. İnsanlıktan çıkarılmış gibiydi. Bir selam dahi vermiyordu. İdarenin sürekli kışkırttığını anlıyorduk.

Müzik aletiniz var mıydı? Sanatsal üretimlerinize devam edebildiniz mi?

Tutuklandığımda kardeşim kaval yatırdı. Ancak aylarca kavalımı bana vermediler. Herhangi bir gerekçe de sunmadılar. Her tutuklunun bir enstrüman alma hakkı vardır. Buna rağmen başgardiyanın, müdürün keyfi tutumuna göre değişebiliyor bu kararlar. Kavalımı almam da yine direnişin sayesinde oldu. Hepimiz açlık grevindeydik, İbrahim, Helin ölüm orucundalardı. Benim de açlık grevindeki günlerim ilerliyordu. Öncesinde defalarca savcılığa, infaz hakimliğine yazmama rağmen kaval verilmedi. TBMM İnsan Hakları Komisyonu’na dilekçe verdim yine sonuç çıkmadı. Direniş ilerleyince kavalımı aylar sonra verdiler. Çok sevindim tabii ki. Düşünün, bir enstrümanı dahi vermeyerek nasıl bir psikolojik baskı kuruyorlar. Ama kavalımı daha alamadığım zamanlarda da müzik çalışmalarına başlamıştık. Biz üç Grup Yorum üyesi yakın hücrelerdeydik. Barış ve ben yan yana hücrelerdeydik. Hemen arka koridorda İbrahim vardı. Haftanın belli günleri beste çalışmaları yapıyorduk. Ayrı hücrelerde, yüksek duvarların, demir kapıların arkasından sadece seslerimiz birbirine ulaşıyordu. Buna rağmen ortak çalışmaya hiç ara vermedik. Hasan Hüseyin Korkmazgil’in Kızılırmak destanını bestelemeye başlamıştık. Ayrıca, ayrı ayrı beste, şiir çalışmalarımız da oluyordu. Beste üretimi konusunda İbrahim daha yoğun çalışıyordu.

Hücreden hücreye İbrahim’le nota çalışması dahi yaptık. Birbirimize seslenerek, ezgileri söyleyip, bunların notasını kağıda geçiriyorduk.

Sanatsal çalışmalarımızı yürütmemizi engelleyen birçok engel vardı. Buna rağmen çalışmalarımızı sürdürdük, yaratıcılığımızı kullandık. Örneğin arka koridordaki genç bir tutsak arkadaşla flüt çalışması yaptık. Flüt öğrenmek istemişti. Sıfırdan flüt öğretmeye başladı. Nota yerlerini kağıda çizerek, havalandırmadan havalandırmaya, tel kafeslerin arasından fırlatıp ulaştırdık. Kısa süre içinde epey ilerledi arkadaşımız. Birbirimizin yüzünü görmeden derslerimize, ben tahliye oluncaya kadar devam ettik. Şimdi ona nota göndereceğim. Ayrıca başka hapishanelerden şarkı notası isteyenler oluyordu, onlara bildiğim şarkıların notasını yazıp gönderdim. Beste çalışması yapan tutsaklar notalarını yazıp iletmişlerdi, mektupla da bazı teknik düzeltmeler yaparak müzik çalışmasını sürdürdük. Mektubun gitmesi gelmesi ayları buluyordu. Yine de çalışmamızı sürdürüyorduk. Beste, nota konusunda birçok özgür tutsağın kendisini oldukça geliştirmiş olduğunu fark ettim. Sürekli üretiyorlardı.

Ben ayrıca bir roman çalışmasına başladım. Hayatımda hiç roman yazmadım, nasıl yazılır bilmiyorum. Yaşadığımız yılları anlatmaya ihtiyaç var, buna inandım. Öncelikle bazı romanları sırf bu gözle okudum, neyi nasıl anlatmış. Bazı öykü kitaplarını okudum. Bu gözle okuyunca, yazarların bazı teknikleri kullandıklarını fark ettim. Bunları not aldım. Bazı öyküleri okuduktan sonra, “Bizim yaşadığımız, birbirimize anlattıklarımız bu öykülerden çok daha etkili ve anlamlı” diye içimden geçirdim. Bu düşüncemi başka tutsak arkadaşlara da örnekler vererek mektupla yazdım. Elbette yazarlarımızın değerini küçümsemek değildi amacım. Tersine, özgür tutsakların yazdıklarının, anlattıklarının en az bu yazarlarımız kadar değerli olduklarını anlatmaya çalışmıştım.

Romanı yazmaya her oturduğumda, ayağım geri geri gidiyordu. Ben de yapamayacağımı düşünüyordum. Düzenli çalıştıkça, başka romanları öyküleri okudukça, onlardan teknik notlar çıkardıkça, hem yazma isteğim arttı, hem de yapabileceğime inanmaya başladım. Birlikte hücreyi paylaştığımız ilkokul mezunu bir arkadaş da yazmaya başladı, onun yazdıkları da çok güzeldi. Kendi yaşamını anı roman biçiminde anlatmaya başladı. Halkımız için faydalı olacağına inanıyorum bu çalışmaların. Birçok özgür tutsak roman yazmaya başlamış, bu çalışmalar çok güzel olacak.

Yeni bir çalışmaya başlamıştım, bir sanat kitabı çalışması. İlkel toplumdan bu güne, toplumsal mücadelede sanatı anlatmayı hedefliyoruz. Çok kapsamlı bir çalışma olacaktı. Ülkemizin öbür ucundan hapishaneden arkadaşlar, sağ olsunlar çok yardımcı oldular. Okudukları kitaplardan birçok alıntı yolladılar. Sayfalarca yazıyı elle yazıp mektupla ilettiler. Tek başıma böyle bir çalışmanın altından kalkmam mümkün değildi. Birçok hapishaneden arkadaşlar mektuplar, yazılar yolladılar. Kısa sürede yüzlerce sayfa not toparlandı. Yani aslında Grup Yorum’un kolektif çalışmasının çok canlı bir pratiğini yaşadım içeride. Gerçekten, Grup Yorum’un ürettiği her şarkı, her kitap onlarca, yüzlerce insanın emeğiyle ortaya çıkıyor. Bu nedenle Grup Yorum’u hiçbir güç yok edemez. Her özgür tutsak bir Grup Yorum emekçisidir.

Nazım Hikmet biyografisi çalışmamız da var. Nazım’a dair yüzlerce kitap var. Nazım’ı yalan yanlış anlatıyorlar. Halkımıza Nazım’ın devrimci yaşamını anlatmaya ihtiyaç olduğunu düşündük. Biyografi için birçok kitap okudum, notlar çıkardım. Ve elbette, diğer hapishaneden arkadaşlar da zaten başlamışlar böyle bir çalışmaya. Onlar da birçok alıntı yolladılar.

Kolektivizmin yaratıcı, üretken gücünü çok canlı yaşadığım bir süreç oldu. Tüm sansür, mektup engellemelerine rağmen kolektif çalışmayı sağlayabildik.

Hapishanede bir sanatçı olmanın bir zorluğu da şu, güncel birçok sanat olayı yaşanıyor. Ama bunlara dair bizim düşüncelerimizi halkımıza anlatmamız tecritle, mektupların engellenmesiyle engelleniyor. Gazetelerde, televizyonlarda birçok haber çıkıyor, kısa, uzun mektuplar yazarak düşüncelerimi ilettim. Bunlar dışarıya ulaştı mı, ulaşmadı mı bir türlü bilemiyordum. Ama ben sürekli yazmaya devam ettim. Örneğin, genç bir yetenekli müzisyen röportaj yapmış. Yetenekli olsan da şans lazım diyor. Yani binde bir ihtimalle iyi para kazanabilir. Aslında tüm bu röportajlar, halkın sanatını yapmanın ne kadar doğru olduğunu anlatıyor. Piyasaya sanat yapmanın, müzisyenlerin ruhunu çürüttüğünü gösteriyor. Hapishanede olsak da gazete eklerinde yer alan “ünlü sanatçıların” bunalımlı ruh hallerine, çürümüşlüklerine karşı yazarak, üreterek mücadele etmeye devam ettik.

İçeride ayrıca, sanat ve mücadele iç içe geçmişti. Örneğin Şiir ezberleme çalışması yaptık. Aslında amaç “şiir” ezberlemek gibi genel bir “kültür etkinliği” değildi. Özellikle Nazım Hikmet’in şiirleri devrimci tutsaklar için tam bir ideolojik cephanelik gibidir. Ve içeride, dört duvar arasında, üç kişinin yirmi dört saat birlikte yaşadığını düşündüğümüzde haliyle küçük sorunlar çıkabiliyor. Oysa faşizm var, oysa tecrit var. Tecrit hücrelerinin bizi küçük sorunlara boğmasına izin vermedik. Örneğin Nazım Hikmet’in “Ses” şiiri güçlüdür. “Çeneni avuçlarının içine alıp, duvara dalıp kalma / Çeneni avuçlarının içine alma, kalk pencereye gel…” tek başına tutulan bir özgür tutsağa, uzaktan uzağa bağırarak bu şiiri okuduğumuzda birbirimize güç oluyoruz. Ya da okuma yazmayı pek bilmeyen bir özgür tutsak, kendisini “cahil” gibi görebiliyor. Oysa değil. Çünkü ekmeği, adaleti,kavgayı biliyor. Bunun için mücadele etmiş, tutsak düşmüş. Ama kendisini ifade edemediği için, ilkokul mezunu olduğu için, ya da ilkokulu bile bitiremediği için, üniversite mezunları kadar teorik cümleler kuramayabiliyor. Bu durumda, yine Nazım’dan şiirle kendi annesi, babası üzerinden, kendi gücünü göstermeye çalıştık. “Türk Köylüsü, Topraktan öğrenip, kitapsız bilendir, / …”

Ve sanatın gücü, şiirin gücü özgür tutsak cephesinde, faşizmin tecrit hücrelerine karşı bir cephanelik gibiydi.

İki arkadaş her gün bir saat, yüzlerini havalandırmanın pis kokan rögarına dayayıp, karşılıklı defalarca bunun gibi şiirleri birbirlerine ezbere okumaya başladılar. Nazım usta yıllar önce şöyle demişti şiirinde, “Şarkılarımız varoşlarda sokaklara çıkmalıdır /… … … / Şarkılarımız ön safta, en önde saldırmalıdır düşmana / ve bizden önce boyanmalıdır şarkılarımızın yüzü kana”

Şiirlerimizle, şarkılarımızla tecrit işkencesine karşı savaştık. Faşizme karşı direniş ruhunu şiirle, marşla ayakta tuttuk. Ve tabi, tarihsel halklılığımızı sürekli tekrarlıyorduk. Tarihsel olarak, sınıfsal olarak biz haklıyız.

Siz grup olarak bireysel değil kolektif üretimle yaratılan bir tarihe sahipsiniz? Hapishane koşullarında bu konuda yaşadığınız zorluklar oldu mu? Nasıl aştınız?

Bu sorunuza az önce kısaca cevap verdim. Biraz daha devam edebilirim. Hapishane koşullarında, kolektif üretime dair, 15 aylık tutsaklığım sürecinde yaşadıklarımı tek başına anlatsam herhalde bir kitap çıkar. Çünkü tek başına benim yaşadığım bir şey değil. Sorunuzda sorduğunuz gibi, kolektif üretime dayalı bir tarihe sahibiz. Ki Grup Yorum ilk günlerinden beri hapishanelerde devrimci tutsaklarla sürekli bir kolektif paylaşım yapıyor.

Hapishanede kolektif üretimin önündeki en temel engeller; iletişim yasakları, tecrit hücreleri, ülkenin her tarafına dağıtılmış tutsaklar, sürgün sevkler, kitap yasakları, ziyaret yasakları…

Bunlar arttırılabilir. Çünkü bir anda öyle bir engel çıkıyor ki, hiçbir akla mantığa sığmıyor. Hapishane yönetimlerinin en sevdiği kelime; “Yasak!”

Örneğin, kitap sınırlaması olduğu için, on kitaptan fazlasını çıkarmamız gerekiyor. Hasan Hüseyin’in Kızılırmak destanı kitabının tümünü, aynı kitaptaki gibi birebir kopyasını elle kendimize yazdık. Böylece kitabı çıkarıp başka kitap aldık ve Kızılırmak destanı için beste çalışmasına başlayabildik. Yan tarafta Barış gitarının akordunu yapmak istedi, akort aleti hücreye verilmiyor. Her hapishane farklı bir uygulama yapıyor. Akort yapamadığı için gitarı çalamadığı zamanlar oldu. Biz de besteleri ağzımızla söyleyerek, ezgileri ağzımızla çalarak devam ettik. Çalıştığım sanat kitabına dair, İbo’ya başlıkları ilettim. İbrahim konu başlıkları için, içerikleri için önerilerini iletti. İbrahim’in yaptığı besteye dair, nakaratları, inişleri çıkışları vs çalıştık. Bütün bunları birbirimizin yüzünü görmeden, sadece seslerimizi duyarak yapıyorduk.

İbo ve Helin’in şehitlik haberini aldığınızda aklınıza ilk gelen anılarınızı anlatabilir misiniz?

Helin’in İbo’nun şehitliği çok canımı yaktı. Kardeşten öte bir bağlılığımız vardı. Helin’le ilk olarak Haziran Ayaklanması döneminde tanışmıştım. Etrafında arkadaşlarını toparlıyordu, yerinde durmuyordu. Ne kendi nefsini korur, ne düşmanı kayırır, aynen böyleydi. Onu, Grup Yorum’da aramızda görmek isteğimizi söylediğimizde çok şaşırmıştı. Enstrüman çalmayı bilmiyordu, böyle bir şeyi aklının ucundan dahi geçirmediğini söylemişti. Önce itiraz etti, gençlerle iç içe olmak istiyordu. Sanat alanında hareketsiz kalmak istemediğini söylemişti. Halk çocuklarını halk sanatçısı yapmak istediğimizi anlatmıştık. Gençlerle yapacağımız hedeflerimizi anlatmıştık. Bunun ardından ikna oldu, çünkü uzun süre hareketsiz kalamazdı. İdil’e geldiği anında belli olurdu, girer girmez kahkahaları, koridorun bir ucundan öbür ucuna birbirleriyle kovalamacalar, ortalık çocuk yuvasına dönüyordu neredeyse. Helin’in olduğu yerde cansıkıntısı diye bir şey olmazdı.


Konserimiz yasaklanmıştı. Çatı konseri yapmaya karar vermiştik. Kısmen daha örgütsüz olan Örnektepe’de konseri yapmaya gönüllü oldu. Günlerce gidip çalıştı. Bir defasında yüzü kıpkırmızı, öfkesinden burnundan soluyarak geldi. “Bulduğumuz konser yerini polis tehdit emiş, iptal oldu” dedi. Öfkesinden ağlayacaktı neredeyse. Vazgeçmedi, tekrar gitti, mahallede korocularla kapı kapı konser çağrılarını dağıtmaya devam etti. Konser günü en son fotoğraf Helin’in olduğu mahalleden düşmüştü internete. Beş, altı katlı binanın tepesinde, çatı aralığında elinde megafonuyla, yanında diğer Yorumcularla konser veriyordu.

Hapishanede önceki tutukluluğumuzda, sürgün sevklere karşı hücreyi tutuşturmuştu. Bunun için dava açıldı, savcı sözde sahiplenmeye çalışmış, “sen zaten az yatıp çıkacaksın, niye sen yaktın ki, diğerleri yaksaydı”. Helin çok kararlı, çok köşeli cevap vermişti “Elbette ben yakmalıydım, sürgün sevkleri durdurun.” demişti.

Her zaman en zor işleri üstlenirdi. Bunu da gönül rahatlığıyla yapardı Helin. Özellikle müzisyenlik, sanat çalışmalarında ilk başlarda neredeyse hiç bilgisi yoktu. “Bilmiyorum, ama öğrenirim” deyip dalıyordu işlerin içine.

Helin’in ölüm orucuna gönüllü olması, bir efsane haline gelmesi asla tesadüf değildi.

İbrahim’le çok daha uzun süre birlikte çalıştık. En büyük özelliği öfkesini tüm çıplaklığıyla göstermesiydi. Polis saldırılarında, televizyondan izlediğimiz bir haberde ilk tepkileri her zaman İbo verirdi. Hatta televizyonun karşısında sağa sola volta atıp, o televizyondaki karşısındaymış gibi içindekileri sayıp dökerdi. Çok güçlü bir gözlemcidir İbrahim. Tiyatroda oyuncu olarak da oynadı ve o kocaman cüssesiyle yaptığı taklitler, benim diyen tiyatroculara taş çıkartırdı.

Hiç unutmadığım bir anısı, Edirne’de gençliğe yönelik linç saldırısı yapılmıştı. İstanbul’dan otobüslerle desteğe gidildi, İbo en öndeki otobüsteydi. Yolda durdurdular, gaz sıktılar, işkence yaptılar kimse geri adım atmadı. İbrahim’in hastalıkları da vardı, karaciğer yağlanması vardı. O gaz saldırısında çok yoğun gaza maruz kaldığı için baygın düştü. Onu İstanbul’a geri göndermek istediler, kendisine geldiğinde “hayır” dedi “burada kalacağım” kimse onu ikna edip geri yollayamadı.

Tahliye edildikten sonra İdil Kültür Merkezi’ne yeniden geldiğinizde kapıdan girerken yaşadığınız duygu ve anıları anlatabilir misiniz?

Şimdiye kadar sayısını hatırlamadığım kadar gözaltına alındım, İdil’e döndüm. Yıllar içinde dört defa tutuklandım, tahliye edildim. Bunların hiçbirinde şimdi yaşadığım duyguların hiçbirini yaşamamıştım. Bu defa bambaşka bir duyguyla çıktım. Hapishaneden çıkarken, Helin ve İbrahim elimden tutup çıkarmış gibi hissettim. Biz kardeşten de öte yoldaştık. Helin’in annesi, İbrahim’in babası, annesi, benim babam, kardeşim. Aramızda çok güçlü bir bağ vardı. Bir dönem her hafta bir araya gelirdik. Bizim annemiz, babamız değil, yoldaşımız gibiydiler. Yorum’un büyük, geniş bir ailesi gibiydik. Hala öyleyiz. Kardeşim şehit düştüğünde yaşadığım acının, öfkenin aynısını yaşadım. Emin olun en az onun kadar içimi yaktı. Kardeşimle paylaşımım azdı, onlar küçüktü, ben üniversiteye gitmiştim, sonra İstanbul’a gelmiştim, yoldaş olduk ama çok az birlikte çalışabildik. Ama İbo’ya, Helin’le bir ömür birlikte geçirdik. Ahmet Amca’yla, Aygül Teyze’yle anne babadan daha öte bir sevgi bağı kurduk. Etimden, kanımdan bir parça oldular yıllar içinde. İşte Helin’i, İbo’yu kaybetmenin acısıyla, onları katledenlere duyduğum öfkenin keskinliğiyle çıktım. Hiçbir yere uğramadan Silivri’den doğrudan İdil’e gittim. Genç Yorumcular, korocular kapıdaydılar. Karşıdan esnafler, apartmanımızdan komşularımız pencereden selam verdiler. Evime gelmiştim. Yaklaşık on gündür dışarıdayım, ve bu süre içinde, neredeyse her gittiğim yerde, evine davet eden, İdil’e gelen her insanın bakışlarında çok farklı bir anlam görüyorum. Gözlerimin çok derinlerine bakıyorlar. Ve ben Helin ve İbo’ya baktıklarını görüyorum, hissediyorum. Şimdi üç yürek taşıdığımı hissediyorum. Onları sürekli yanımda hissediyorum.

Ve en önemlisi, genç korocular, Grup Yorum’un genç üyeleri karşıladı kapıda. Biz tutukluyduk. Ama son dört, beş yıldır onlarca baskını, saldırıyı bu genç arkadaşlar göğüslediler. Konserler yaptılar. Hapishanede, dışarıda aynı anda atıyordu yüreğimiz. İdil’e geldiğimde bunu çok daha canlı gördüm. Onlar da çok heyecanlıydılar, ben de.

Helin ve İbo’nun dünya halkları üzerinde yarattığı etkiyi hapishaneden takip edebildiniz mi?

Helin ve İbo’nun dünya halkları üzerinde yarattığı etkiyi esas olarak derginiz aracılığıyla takip edebildik. Silivri hapishanesine derginizi vermiyorlardı. Ama yine de birçok yol, yöntemle derginizin belli başlı yazılarını okuma fırsatımız oldu. Örneğin, dünyada İkinci Paylaşım savaşından sonraki en büyük anti-emperyalist dayanışma örgütlenmiş. Grup Yorum’la dayanışma için 4 kıtada, 32 ülkede eylemler yapılmış. Bunu derginiz aracılığıyla öğrendik. İçeride bizim gücümüze güç kattı. Siyasi zaferi kazandığımızı o zamandan görmüştük. Ayrıca şuradan da anlıyorduk, AKP faşizminin yalanlarını sıralayan televizyon kanallarında çok yoğun bir saldırı yapılıyordu. Doğrudan Grup Yorum’a, Helin’e saldırıyorlardı, yalan haber yapıyorlardı. İktidarın en yüksek makamları doğrudan açıklama yapıyorlardı. Sıkıştıklarını görüyorduk. Sevgili avukatımız Ebru’nun şehitliğinde bunu çok daha açık gördük. En yüksek yargı organlarının olduğu, adli yıl açılış toplantısı Ebru ile açıldı. Halkın avukatlarının adalet mücadelesi damgasını vurdu adli yıl açılışına. Dünyanın en güçlü avukat dayanışmasını, sahiplenmeyi gördük. Gazetelerde boy boy ilanlar çıktı. Yani bizi en koyu sansürle bilgisiz, etkisiz bırakmaya çalışsalar da, özgür tutsak cephesinde, ölüm orucu direnişinin etkisini tüm hücrelerimizde hissediyorduk. Bizi tecrit etmeye çalışmışlardı. Oysa tecrit olan AKP faşizmi oldu. Halkımızı birleştirdi direnişçilerimiz, solu birleştirdi, aydınları birleştirdi.

Bu etki ve sahiplenmenin altında sizce yatan nedenler nelerdi?

Çünkü biz haklıyız. Ekmek istiyoruz, adalet istiyoruz. Çünkü dünyanın her tarafında emperyalizm saldırıyor, işgal ediyor. Ama sadece biz Marksizm Leninizm bayrağı altında yürüyoruz. Çünkü sadece biz emperyalizme boyun eğmiyoruz. Bize çok doğal geliyor; Amerika Defol! Diyoruz. Oysa dünyada bu sloganı söyleyen ve mücadele eden kimse kalmadı. Grup Yorum’un Bağımsız Türkiye konserleri bu yanıyla çok önemlidir. Bu konserlerimizi gören izleyenler, dünyadaki dostlarımız. Bugün, Grup Yorum’un ölüm orucu direnişini izliyor. İzlemekle kalmıyor, harekete geçmek için kendisini mecbur hissediyor.

Ülkemizde de, dünyada da “sol” büyük bir çıkmaz içinde. Çünkü emperyalizmin karşısına çıkabilecek ideolojiye sahip değiller. Emperyalizm, Sovyetler Birliğinin dağıldığı 1990’lardan Marksizme karşı büyük bir savaş açtı. İdeolojik, politik, kültürel savaşı her alanda yürütmeye devam ediyor. Tecrit, imha, devrimcilerin başına ödül koyma, uzlaşma vb… birçok politikayı hayata geçirdi. Bugün birçoğunu aynı anda uygulamaya devam ediyor. Koca koca örgütler teslim oldu, beyaz gömlekler giyerek silahlarını betona gömdü. Oysa dünyanın her yerinde yoksul halklar kan ağlıyor. Dünyanın her yerinde mülteci göçmenler vatanlarını terk ediyor. Büyük adaletsizlik ve açlık sorununa karşı Amerikancı, oportünist solun diyebileceği hiçbir şey yoktur. Biz ise Marksist Leninist ideolojiye sımsıkı sarılmaya devam ediyoruz. Biz yoksul halkımızın çocuklarıyız. Halkımızın sanatını yapmaya devam ediyoruz. Bu uğurda verilecek her mücadeleyi veriyoruz. İki canımızı şehit verdik, Konser yapabilmek için şehitler verdik. Dünyada bunun örneği yoktur. Şili’de darbe olduğunda Allende elinde silahla çatıştı, şehit düştü. İnti İllimani örneği verilirdi şimdiye kadar. Ama bu grup mülteci olarak ülke dışında kaldı ve artık sadece nostalji müziği yapıyor. Kendi bestelerini dahi söylemekten uzaklaştılar.

Oysa biz, vatanımızda kaldık. Faşizmin en koyu, en saldırgan olduğu süreçte Kültür Merkezimizi koruduk. Yeni öğrenciler yetiştirdik. Gizli, açık konserler yaptık. Besteler yaptık. Başımıza ödül koydular.

Sosyal ağlarda paylaşın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.