Şeyh Bedrettin Ayaklanması Sömürü düzeninden ‘Ortaklar’a…

BÖLÜM 1:

“Bin yıllık isyanımız” ne Selçuklu’nun Babaileri katletmesiyle, ne de zulüm ve sömürüye dayalı Selçuklu’nun yıkılmasıyla son bulmadı. Çünkü Anadolu’da halka zulmetmenin, sömürmenin adı Osmanlı olmuş, isyanın adı ise Şeyh Bedrettin olmuştu bu kez. 15. yy. başlarındaki Bedrettin ayaklanması diğerlerinden farklı olarak baştan sona adım adım örgütlenen bir ayaklanmadır. Şeyh Bedrettin ve onun önderliğinde savaşanlar salt yaşadıkları dönemin değil, bugün bile egemenlerin korkulu rüyası olmaya devam etmektedirler.

“Yarin yanağından gayri her şeyde, her yerde, hep beraber” diyebilmenin düşüncesidir onları korkutan. Yüzyıllar sonra dahi Bedrettin’in adını anarak ölümü yenenlerin, yolundan yürüyenlerin olması bu korkuyu daha da büyütür, Bedrettin adı kitaplardan silinmek istenir.

Ama bu çaba beyhudedir, çünkü “düşman ormanına” korkusuzca dalanlar vardır hala. Beyhudedir, çünkü ortakça, hakça bir düzen için dövüşenler vardır hala. Beyhudedir, çünkü Bedrettin yiğitleri gibi, son anlarında düşüncesinden, inancından vazgeçmeyenler var hala… Bedrettin’in yaşadığı yıllar Osmanlı Beyliğinin, beylikten çıkıp da devlet olmaya çalıştığı yıllardır. Egemenliklerin kılıçla kurulduğu, kılıçla yıkıldığı bir devirdir. Osmanlı da dönemin bu kuralını elde kılıç topraklar zaptederek yerine getirir, sınırlarını genişletir. Yağma ve talan beyliğin asıl gelir kaynağı
durumundadır. Beylikten çıkıp, devletleşmeyle birlikte Osmanoğulları giderek gücü elinde toplamaya, halktan uzaklaşmaya, saraylarda zevk-ü sefa içerisinde yaşamaya başlamıştır.

Osmanlı egemenleri arasında yağma ve talandan pay kapma savaşı sürerken, hem askerlik görevini, hem de üretimi yapan halka tanınan tek hak, sömürülme hakkıdır. Adımbaşı toplanan vergiler, zaanatkarların yani ahilerin belini bükmektedir. Köylü ise beyin elinde köleden farksız çalıştırılmaktadır. Buna bir de savaşlar, yıkımlar eklenince yoksulluk ve sefalet hiç bırakmaz olur peşlerini.

Halk örgütsüzlüğün acısını yaşarken, örgütlü olan Ahiler de baskıyla susturulur, Ahi Ocaklarının başına devlet yanlısı Pirler getirilir. Egemenler her dönem olduğu gibi, halkın örgütlenmesinden korkmakta, her başkaldırışta kanla boğmaktadırlar. Halk örgütsüzlüğüyle birlikte cahil de bırakılmıştır. Bilgi saraylara, saltanatlara hizmet eden, sömürünün katmerleşmesine yarayan bir araç olarak kullanılır. Körü körüne inanan, sadece itaat eden bir halk istemektedir egemenler. Özellikle bu konuda halkın dini inançlarını kullanırlar. Dini yorumlayan, halka anlatan, öğreten ulemalardır. Ulemalar da bu konudaki güçlerini kendi sınıf çıkarları için
kullanırlar. Bu çıkarlar içinde halka yer yoktur. Çekilen çilelere, zulme, sömürüye, “kader” denilir. Ve boyun eğmesi istenir. Boyun eğmediğinde, o boyun gövdeden ayrılmış demektir.

Kısacası Anadolu halkları bir yandan açlığa, yoksulluğa karşı yaşam savaşı verirken, diğer yandan da kendisini beylerin, ağaların, sultanların kan dökücülüğünden, kıyımından kurtarmaya çalışmaktadırlar. Tabii günü gelir bunca zulmün, işkencenin hesabını sormaktan da geri kalmazlar. Saraylar, konaklar basılır, ağalardan, beylerden hesap sorulur. Tüm örgütsüzlüklerine rağmen büyük bir güç haline gelirler ve ordular yenerler. Ama örgütsüzlük en büyük düşmanlarından olur.

HALKI ÖRGÜTLENMEYE ÇAĞIRAN BİR ÖNDER DOĞUYOR


Halkın örgütsüzlüğüne son verecek olan Şeyh Bedrettin, 1364 veya 1365’te (kimi kaynaklara göre ise 1458-1459) Simavma Kadısı İsrail Bey’in oğlu olarak doğar, ilk adı Mahmut’tur. Bedrettin’in babası İsrail
Bey bürokrasi içinde, anası ise bey kızıdır. Bedrettin de devlete hizmet eden bir bilim adamı olması için eğitilir. Bedrettin egemen sınıfın içinde büyüdüğü için onların yaşamına, sömürüye tanık olur. Kendisini bilime adayan Bedrettin, egemenlerin gerçekte bilimin düşmanı olduğunu görür. Çünkü bilim insan sevgisinden, haktan, adaletten geçmektedir. Çünkü bilim baskıyı, sömürüyü varlık koşulu sayan egemenin sonunu hazırlayan gelişimin müjdecisidir. Ve bilim egemenlerin kanlı sofrasına yüz
çevirip, Anadolu halklarının yoksul bağrında şenlikler donatan Şeyh Bedrettin’in en büyük silahı olmuştur.

Bilgi için, gerçeğe ulaşmak için kentleri, ülkeleri dolaşır, bilginlerle tanışır. İşte bu gezileri çağının en büyük hükümdarlarıyla da tanışmasına neden olur. Egemenlere karşı düşüncelerinin olgunlaşmaya başladığı yer Bursa’dır. Bursa’da öğrenimini sürdürdüğü sırada Yıldırım Beyazıt ile Germiyan Beyinin kızı Devlet Hatun’un düğünü yapılır. Yağmadan, çapuldan kazanılanın binbir gösterişle sunulduğu bir düğün olur. Düğün öncesi Şeyh Bedrettin de çağrılır. Ama O “egemenin israfını görmek için mi çağırırsınız beni” yanıtını verir. “Kötü… Böylesi şenlik belli ki, düşmanın gözünü kamaştırmak amacıyla düzenleniyor. Ama beyliğin hazinesine girip halkın gelişimine harcanması gereken değerler, bir kibir ve gözboyama aracı olarak çarçur edilecektir…” diyerek beylerin zevki için harcanan halkın parasına üzülür. Bedrettin Şam’da bulunduğu sırada ise, dönemin en kan dökücü, ülkeler fetheden, istilalar düzenleyen hükümdarı Timur ile karşılaşır.

TİMUR VE BEDRETTİN
Anadolu’yu yerlebir eden Timur’un ordusu Şam önlerine dayanmıştır. Şam halkı korku ve panik içerisinde beklerken şehrin bilginlerine yalvarırlar, kendilerini Timur’un hışmından kurtarsınlar diye. Şeyh Bedrettin de bu bilginlerin arasındadır… Bilginler varır Timur’un karargahına. Timur bu; egemenliği kan deryasının üzerine kurulmuştur. Nice kelleler uçurtmuş, nice canlar almış kanlı bir katil… Ama yine de bilir; savaşta elde edilemeyen, parayla satın alınamayan tek şeyin bilgi olduğunu.
“Demek sizinle tanışabilmek için böyle bir zafer kazanmaklığım gerekmekteymiş. Bilseydim daha önce ve daha görkemlilerini sererdim ayaklarınıza…” diyerek bilgiye ve bilgine duyduğu saygıyı
belirtmek ister. Ama Bedrettin “bizimle tanışmak için bunca insanın öldürülmesi gerekmezdi.” diyerek Timur’un kan dökücülüğünü suratına çarpar. Birden ortalık sessizleşiverir… Herkes şaşırmıştır… Nasıl
olur da, öfkesinden dünyanın titrediği Timur’un karşısında böylesine korkusuz olunabilir? Nasıl olur da, koskoca bir hakan bir çocukmuş gibi azarlanabilir? Yoksa bilmez mi ki canının Timur’un iki dudağı
arasında olduğunu? Bilir elbet Bedrettin de bütün bunları. Bilir ama o, ölümünün asıl olarak gerçeklerden yüz çevirdiğinde olacağını düşünmektedir. Ve sürdürür konuşmasını:

“… Ama, şimdi bizi buraya getiren suçsuz kitlenin korkusudur…”

Timur yeniden şaşırır:

– Suçsuz kitle?

– Evet suçsuz kitle… Şam halkı örneğin…

– Suçsuzluğuna nereden karar veriyorsunuz?

– Karar vermiyoruz, biliyoruz.

– Nerden?

– Şundan ki, aslında sürdürülen kavga, yaşama kavgası değil. Öyle olsa, Asya size yeter, Önasya Söğütlüye (Osmanlı), Arabistan da buradaki sultanlara… Kavga egemenlik kavgasıdır. Bir kez kendi döngüsüne girdiğinde duraksamasız yeni alanlar arayan egemenliğin kavgası… Ve durmaksızın köleleşen insanlar için başındaki efendinin değişmesi bir anlam taşımaz… Onlar için önemli olan efendinin sömürüsünü azap çektirerek sürdürmesi ile, bağışlayarak devam ettirmesidir. Bugünün anlayışı buna zulüm ya da adalet demektedir… Bizce, sömürü oldukça şeklinin önemi yoktur.

Şeyh Bedrettin’in bu konuşmasıyla şaşkına dönen Timur, ondan bir süre yanında kalmasını ister. Böylece onun eşsiz bilgisinden yararlanmak diler. Timur’un bu dileğini kabul eden Bedrettin uzun bir süre orada kalır. Ve o günlerde süren konuşmalarında Şeyh Bedrettin hep, Timur’u tarih önünde yargılayan yargıç olur. Ve asla doğru bildiğini söylemekten geri durmaz.

Yine Timur’un karargahında olduğu sıralardır… Timur, Yıldırım Beyazıt’a karşı savaş kazanmış, Yıldırım Beyazıt da tutsak edilmiştir. Bir gün Bedrettin, Yıldırım’a ihanet eden askerlerle karşılaşır. Ve duraksamaksızın başlar hainleri azarlamaya. Onlara ihanetin ne kadar büyük bir suç olduğunu anlatarak gerçekleri görmelerini sağlar. Timur, Şeyh Bedrettin’i çağırarak sorar; “Askeri kışkırtmak büyük suçtur. Cezalandırılabileceğinizi hiç düşünmediniz mi?” Ve Bedrettin cevaplar; “Cezanın doğruyu engellediğini ne duyduk ne işittik…”

Askeri azarlayarak beylerine karşı kışkırtıyorsun, cezasının ağır olduğunu bilmeniz gerekir.

Biz doğru bildiğimizi işlemekteyiz. Cezayı vermek de egemen adına hüküm kesenlerin görevidir. Bir kişinin kendi kendine yasak koyup, kendi kendine bunu uygulaması yeryüzünün en büyük yanlışıdır. Yasağı koyan uygulasın cezayı. Nasılsa uygulamak üzere görevlileri vardır. Bizim görevimiz ise, doğruyu insanlara anlatmaktır. Eğer o asker beyine bağlı bulunsaydı, onunla bile vuruşur, bir başka beyin buyruğuna girmezdi. Yanlış olan hıyanet üstüne hıyanet mi? Onun yanlışlığını söylemek mi?

Şeyh Bedrettin işte bu doğrulardan hiç ayrılmamıştır. Hep egemenlerin karşısında saf tutarak, ezilen halkların savunucusu olmuştur. Timur’un, kızıyla evlendirip, Şeyhülislam yani adalet sisteminin başı olmasını isteğini geri çeviren Bedrettin devlet yönetimi içinde yeralmak istemez. Taa ki Musa Çelebi’nin isteğine kadar.

“BAŞINDA BİZ DAHİ OLSAK, BU DEVLET
SÖMÜRÜ ÜZERİNE KURULMUŞTUR”

Musa Çelebi, Yıldırım Beyazıt’ın oğludur. Taht sevdasıyla birbirine düşen Yıldırım Beyazıt’ın oğulları Anadolu’yu kana bularlar. Ve bu kavgada iktidara bir ara Musa Çelebi geçer. Musa Çelebi diğer kardeşlere göre daha adaletli bir düzeni savunmaktadır. Musa Çelebi’nin görev alması istemi geldiğinde Şeyh Bedrettin bunları da düşünür. Ama; “başında Musa Çelebi, hatta biz bile bulunsak, bu devlet sömürü üzerine kurulmuştur… Örneğin, bir şekillendirelim devleti… En altta yoksul vardır… Üreten kitle… Terini, bilgisini ve dahi canını ortaya koymuş olanlar, bunların üstünde mansıplılar (orta sınıflar) gelmektedir… En üstte de beylerbeyi ile vezirler ve sultan… Şimdi biz bunlardan birinin yerine geçeceğiz… Ortağı olacağız ilkin sömürü düzeninin. Sonra bunu adaletle yapmaya uğraşacağız. Yapacağımız nedir? Sömürüyü yitirmek mi? Tam tersine azaltıp biraz yavaşlatmak mı… Ama bunun karşılığında da tüm sömürülenlerin düzenden kıvanmasını sağlamak… Sömürüyü ortadan kaldıralım diye yola çıkarken onu büsbütün güçlendirmek durumundayız… İşte korkumuz budur…”

Şeyh Bedreddin bunları düşünür. Düşünür ama sonunda Musa Çelebi’nin kazaskeri yani adaleti uygulayan kadıların başı olmayı kabul eder. Çünkü tüm bu gerçeklerin yanında halkın iktidarı alabilecek yeteri örgütü yoktur. Zulüm düzeninin ortadan kalkması içinse bir an önce halkın örgütlenmesi ve egemenlere karşı savaşması gerekmektedir. İşte Şeyh Bedreddin bunu sağlamak için görev almayı kabul eder. Musa Çelebi’nin Çelebi Mehmet’e yenilmesinin ardından görevinden alınarak İznik’e sürgüne gönderilir.

İZNİK SÜRGÜNÜ BEDRETTİN AYAKLANMAYI ÖRGÜTLÜYOR


Bedrettin en büyük gücün örgütlülük olduğunu bilir. Bundan dolayı, Kazaskerliği döneminde müridlerini halkı örgütlemeleri, hakça bir düzeninin propagandasını yapmaları için Anadolu’nun bir çok
yöresine gönderir. Börklüce Mustafa Ege kıyılarına, İzmir, Urla, Karaburun ve Aydın yöresinde; Torlak Kemal ise Manisa’da aylar boyu halkı örgütlemek için çalışma yaparlar. Bu faaliyetler sürgün yıllarında
da devam eder.

Öncelikli olarak da değişik milliyetlerden, dinlerden halkın birleştirilmesi gerekmektedir. Bu o kadar kolay olacak bir şey değildir. Çünkü egemenler yüzyıllardır bu düşmanlıkları körükleyip, bunun üzerinde tahtlarını kurmuşlardır. Buna rağmen halkların ortak değerleri, ortak acıları onların biraya gelişinde önemli bir mayadır. Bedrettin Anadolu topraklarında bu mayayı tutturan, biraraya getiren, yaşatan olur. Türkü, Rumu, Ermenisi, Müslümanı, Hrıstiyanı Bedreddin’in görüşlerini benimser. Bedrettin’in örgütlenme faaliyeti tek başına hakikat kelamını anlatmayla sınırlı kalmaz. Aynı zamanda hakikat kelamını hayata geçirme zorunluluğu vardır:

“Bu ortam, artık eyleme geçme zamanın geldiğini göstermektedir. Yoksulun ensesine binen asalakların, Bizans ve Avrupa saraylarını gölgede bırakacak davranışlarına son verilmelidir. Sömürü çarkı, bir vuruşta tuzla buz edilmeli, yoksul kendi ürettiğince pay sahibi olmalıdır. O zaman göreceksiniz ki, insan güzel, iyi ve temizdir. Şimdiye değin biz neki öğrendik, tüm size ve sizin yolunuzla insanlara verdik. Her biriniz insan topluluğunun mutluluğuna nice ulaşacağının bizim ölçümüzde biliyor, bizim yüreğimizle inanıyorsunuz bildiğinize…”


Bedrettin’in, yıllara varan uğraşlar sonucunda yetiştirdiği müridleri savaşa önderlik edeceklerdir artık…


(devam edecek)

Sosyal ağlarda paylaşın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.