Onurlu Aydın… RUHİ SU…(Bölüm 2)

Ruhi Su’nun opera yaşamı 1935-36 yıllarında başlar. Ankara’da yeni açılan Riyaseti Cumhur Orkestrası opera bölümüne seçilir. Müzik öğretmenliğini de devam ettirir. Pop Hindemit, Karl Elbert, Pol Lohman gibi dünyaca ünlü kişilerden eğitim alır. Bu yüzden kendini çok şanslı görür.

Bu eğitimin sonraki müzik yaşamında ona çok faydası olacaktır. 1942 yılında okuldan mezun olur. 1942-52 yılları arasında Devlet Operası’na girer. Madam Butterfl, Sevda İksiri, Maskeli Balo, Figaro’nun Düğünü, Satılmış Nişanlı, Fidelio gibi operalarda irili ufaklı birçok rol alır.

Ruhi Su’nun bu yıllarda türkülere olan ilgisi artar. Müzikte geliştikçe türkülerin yüceliğini görür ve dört elle sarılır.

1943-45 yılları arasında Ankara radyosunda bir türkü programı yapar. Radyo programında söylediği türkülerin halk türküleri olmadığını iddia ederek işine son verirler. Onun programına son verilmesine sebep olan, Aşık Ali İzzet’e ait olan şu türküdür:

Musa Tevrat’a hak dedi

Firavun aslı yok dedi                   

Habil Kabili öldürdü                 

Sonra gelen Kuran nedir.

İşine son verilmesi Ruhi Su’ya geri adım attırmaz. Çünkü türküleri doğuran hayat şartlarrdır. Var olan bu kötü düzen sürdükçe o da söylemeye devam edecektir.

Operadan Halk Türkülerine Geçiş:

Ruhi Su çocukluğundan beri hoşuna giden ama bilinçsizce söylediği türküleri ciddi bir biçimde ele alışını şöyle özetler:

 “Halk türkülerine meraklıydım. Kaçkaçtan, Toroslar’daki İndereci ve Mansurlu civarındaki köylerden bazı türküler öğrenmiştim. Söyler dururdum. Bunlar çocukluk hevesi. Zamanla müzik kültürüm sistemli bir şekilde geliştikçe, çocukluğumdan kafamda kalan türküleri bilinçli bir şekilde tetkik etmeye başladım. O zamanlar anladım ki, türkülerimizi bize devredildiği gibi aynen kopya etmek kafi değil. Batı müziği tipinde türkünün tamamlayıcı bir müziğe ihtiyacı vardır.”

Ruhi Su, batılı olmayı, batıyı taklit etmek, batr hayranlığı içinde yaşamak şeklinde ele almamıştır. Batılılaşmak adına halkın özlemlerini, sevinçlerini, acılarım, umutlarını ifade eden içeriğinin ve özünün bozulmasına da karşı çıkar.

Müziğin batılı olmasını, kendi tadını yitirmeden, yabancılaşmadan, zenginleştirilmesi biçiminde değerlendirir. Müziğimizin zenginleşmesi için ilerici bilim ve teknolojinin nimetlerinden yararlanmasından yanadır. Böylece müziğin gelişeceğini güçleneceğini ifade eder.

Ona göre müziğe gücünü kazandıran etkenlerden biri de armoni yani çok sesliliktir.

Senede bir gün görmediğim

dostlar merhaba merhaba.         

Deste deste dermediğim

güller merhaba merhaba…

Eşe dosta duyulan özlemle dolu olan bir türküdür. Ozanın bu türküdeki özlemi ilk önce kalbinde duyması gerekir. Eğer duyuyorsa geriye kalan halka duyurmaktır.

Sorun da en güzel biçimiyle sunabilmektedir. Ruhi Su bunu duyurabilecek en iyi biçimin çok seslilik olduğunu söyler. Ruhi Su, bu türkünün batı tekniği ile armonize edilmiş yani çok sesli hali ve bağlamayla söylenmiş hali göz önüne alındığında çok sesli olanın tercih edileceğini savunur. Çünkü, batı tekniğiyle çok sesli hale getirilmiş bir türkü duygulara daha iyi seslenecektir. Daha doyurucu ve zenginleşmiş olacaktır.

Ayrıca çok sesliliğin müziğe kişiliğini ve beraberinde kişiliğin kurallarını da kazandıracağını belirtir. Kişilik müziğin öz haliyle birleşince çok sesliliğin vazgeçilmez bir tarza sahip olacağını söyler.

Edebiyat alanında bize ait bir halk öyküsünün bu tarzından yararlanılarak biçimlendirilmiş halinde nasıl ki öyküyü okurken bize yabancı gelen bir unsur olmuyorsa armonize edilmiş yani çok sesli hale getirilmiş bir türküyü dinlerken de kulağınızı tırmalayan bir yan olmayacaktır. Tüm bunlarla beraber Ruhi Su çok sesli müzikte kendi yaşantımıza ve kendi dilimize ait olan şeylere zarar gelmediğini gördükçe çok sesliliğin tadına varacağımızı ve vazgeçemeyeceğimizi belirtir.

Ruhi Su aynı zamanda türkülerin yerel ağız ve şive ile söylenmesinden yana değildir. Ona göre yerel ağız veya şive müziğin ulusal dilinin oluşmasını engeller.

Bir türkünün öz itibariyle korunması için şiveyi taklit etmek veya illa da o bölgenin yerel ağzını kullanmak gerekmediği düşüncesindedir.

Karadenizli olmayan birinin Karadeniz türküsünü yöreye has şiveyle söylemesinin iyi olmayacağını, türkünün karikatürüze olacağını ve özelliğini yitireceğini savunur.

Bu yüzden şehir diliyle türkü söyleyen birinin şive ve ağız kullanmasını doğru bulmaz; kendisinin de böyle bir çalışması olmamıştır.

Şive ve ağız konusunda, bir türkünün içinde geçen bazı kelimelerin yöreye has şive ve ağızla söylenmesine karşı değildir. Aksine bunun türküye ayrı bir tat katacağım söyler. Ayrıca yukarıda da belirttiğimiz gibi, şive ve ağızın müzikte ulusal bir dilin yakalanmasını engelleyeceği gibi müziğimizin evrenselleşmesini de geciktireceğini ifade eder.

Ruhi Su’nun bu düşünceleri sonucunda “Ruhi Su türküleri halk gibi söylemiyor” şeklinde bir yaklaşımla karşılaşmıştır. Ruhi Su, bu konu hakkında, halkın belirli bir kişiden oluşmadığını bunun için de belirli bir söyleyiş tarzının olamayacağını belirtir.

Karacaoğlan, Aşık Veysel, Yunus Emre, Mahsuni ve Anadolu’ya nam salmış birçok ozanın halktan biri olduğunu hatırlatır ve onları ozan yapan özelliğin kendilerine has söyleyiş tarzından kaynaklandığını söyler. Halk türkülerinin ortak bir sanat olduğunu kabul eder fakat, bunun beraberinde ortak bir söyleyiş tarzına sahip olmayı gerektirmediğini düşünür. Çünkü herkesin aynı müzik eğitimini ve kültürünü almadığını belirtir.

Var olan müziği çok daha ileriye taşıyacak bilgiye sahipken bunu yapmayanların müziğe haksızlık ettikleri düşüncesindedir.

Gelenekçilik adına yapılan bu yaklaşımı kör bir taklitçiliğin ötesinde değerlendirmez. Bunu piyasa türkülerinin yaptığını söyler.

Ruhi Su’ya göre müzik eğitimi almış, müzik kültürüne sahip olan bir sanatçının söyleyişinde ister istemez farklılıklar olacaktır.

Ruhi Su’yu türkülerin söylenmesinde farklı kılan bir yanı da sesini çok iyi kullanmasıdır. Ona göre iyi bir sanatçı kullandığı enstrümanların tüm imkanlarına sahip olmalıdır.

Bir sanatçı için en büyük enstrüman olarak “ses” i kabul eder. Onun için iyi bir sesin yanısıra, ses tekniğine sahip olmak ve türkçeyi en duru haliyle kullanabilmek de olmazsa olmaz bir şarttır. Gereksiz süslemelerden, yersiz iniş-çıkışlardan, abartıdan kaçınır. Çünkü bunu acemi türkücülerin yapacağı bir yöntem olarak kabul eder.

Kendi sözleriyle “Türkü söylemek benim için bir aşk halidir. En güzel aşklarımı türkü söylerken yaşadım. Ne onlar beni aldattı, ne de ben onları. Türkü söyledikçe yeşeriyor, çiçekleniyorum. Ben türkü söylerken sazım ne benimle yarışır ne de türkülerle bize yalnızca eşlik eder bizi tamamlar. Halkımızın büyük ustalarında da saz, böyle saygılı bir uyum içindedir. Bu açıdan bakınca, türküleri bir besteci gibi ele aldığım daha iyi anlaşılır. Yani asıl amacım, güzel saz çalmak değil. Benden daha güzel saz çalanlar var. Virtüözler var. Benim asıl işim sesimle türkü söylemek…

Ruhi Su, batılı olmaktan, çok sesliliğe, dilin kullanımından sesle ilgili olan düşüncelerine kadar her attığı adımda halk kültürünü korumayı bu kültüre ilerici ve devrimci öz kazandırmayı düşünmüştür. Bunun için çabalamıştır.

Müziği geliştirmenin temelinde halk sevgisinin yattığını ve onun derdine tercüman olabileceğini, savunur çalışmalarında. Düzen kültürüne ait hastalıklı unsurlara karşı savaşır. Kültürel yozlaşmayı yaratmaya çalışan düzene karşı halk kültürü ile tavır alır. Düzenin çizdiği sınırlara karşı kendi doğru bildiğinden vazgeçmez.

Halk kültürünü yaşatmaya çalışması, gün görmemiş türküleri halka tanıtması sonucunda devlet onu

tutuklayarak “ödüllendirir.”

1952 yılında 141. maddeden, TKP üyesi olduğu gerekçesiyle beş yıl hapis, yirmi ay gözetim cezasına çarptırılır. Egemenler kültürel mirası yok etmeye çalışarak insanların kendi kültürüne yabancılaşmasını ve değerlerinin yok saymasını istemektedirler. İnsanı insan yapan değerleri unutturmak tek istekleridir. Yoz kültürün temellerini güçlendirmek için uğraşırlar.

Ruhi Su bunlara karşı çıkar. Halkını sevdiğinden, halkı ve onun kültürü için çalışır. Tarihin tozlu raflarında yok edilmek istenen türküleri binbir zorlukla derleyip toplar. Etliye sütlüye karışmayan türküler yerine inadına halk türkülerini söyler. Halk türküleri isyandır. Her söylendiğinde bir defa daha vurur egemeni. Bu da egemenlerin korkulu rüyasını büyütür. Ruhi Su da bu rüyayı büyütenlerdendir.

Küçük burjuva sanatçılar tarafından, insanı yaşadığı çağa, topluma yabancılaştıran ve halktan kopuk kişiler haline getiren bireyciliğin ve örgütsüzlüğün yayıldığı dönemdir. Ruhi Su bu dönemde örgütlülüğü savunur. Toplumsal gelişmeyi sağlayacak örgütlülüklerin gerektiğini ve bu örgütlülükler içinde yer almak istediğini söyler. Onu tutuklattıran işte bu sahip olduğu düşünce ve çalışmalarıdır. Oysa Ruhi Su, düzen içinde çalışsa, etliye sütlüye karışmayan türküler söylese en gözde sanatçı olabilecekti. En iyi konservatu-varların dekanı, hocası olabilecek düzeydeydi. Ama o halkın sesi olmayı tercih etti.

Beş yıl boyunca sürgünler sevkler içinde yaşadı. Tutukluluğunun en mutlu yanı Sıdıka Hanımla hayatını birleştirmesiydi. Tahliyesinden sonra eşi Ankara’ya tayin edildi. Kendisi de yirmi ay gözetim cezası için Konya’nın Çumra ilçesine gönderildi. Gözetim süresi bitince eşiyle İstanbul’a geldi.

Tarihe mal olmuş bu ozan İstanbul da işsiz günler geçirdi. Şaşılacak bir olay değildir tabiki ülkemizde bu durum. Bir süre sonra Taksim Belediye Gazinosu’nda çalışmaya başladı. Ardından da bir bankanın düzenlediği halk oyunları şenliklerinin müziklerini derledi. Bitmeyen Yol filminde “Kısa çöp uzun çöpten hakkını alacak elbette” türküsünü söyledi diye işten atıldı.

Ruhi Su, halk klasiklerinden oluşan bir albüm serisi hazırlamak için çalışır. Bu çalışmasında halk ozanlarına ve halk türkülerinin çeşitli türlerine yer verir.

Dadaloğlu, çalışmasını hazırlarken ellerinde kireçlenme oluşur. Çalışmaları yavaşlar ama vazgeçmez.

Yıl 1974’e gelir dayanır.

Ezgi dolu bir ırmaktır Anadolu. Pir Sultan olur, Yunus Emre olur, Karacaoğlan, Köroğlu olur. Şiir ve türkü olur köpük köpük dalgalarla akar ezgili yüreğin bağlamasına. O usta parmaklar tınılı tellerde süzülür. O vurdukça Yunus Emre bir daha sevdalanır.

“Aşkın ile avunurum

Bana Seni gerek seni deyi…”

Karacaoğlan sazına sığmaz, kendinden geçer ve Elif’e varır türkülerin

“Yüce dağdan bir yel eser Eser elif Elif deyi…”

Pir Sultan Kızı canlanır, kanlı yaş akıtır Banaz’da

“Koç babamı astılar kanlı Sıvasta Dar ağacı ağlar Pir Sultan deyi”

Köroğlu kalkar kabrinden kır atına kavuşur meydan okur namerde

“Mert dayanır namert kaçar Meydan gümbür gümbürdenir…”

Nazımın destanından Şeyh Bedreddin ezgilenir.

“Bir bakırcı dükkanının karşısında Bedrettinim ağaca asılı”

Bunu gören Serez yanar yanar ağlar, Serez kül olur, Serez kör.

Çalışmalarını kaset haline getirir.

İsmi Yunus Emre… İsmi Karacaoğlan, ismi Pir sultan Abdal… ismi Köroğlu… ismi şiirler ve türküler olur. Kendi gidemez ama kasetleri kilometreleri arşınlayıp dünyaya ulaşır.

Dünya tanır da bizim sanat düşmanları tanımaz.

Anadolu, Nuh’un gemisi gibi zengindir 73 millet… 73 Kültür… kınalı parmakların işlediği bin bir renkte bin-bir motifli bir kilimdir.

Ruhi su dünyası, eserleri ise kilimin motifleridir. Sivas’ta, Tokat’ta tahtacıların arasındadır. 12 hizmet denilen ödevler denilen semahı izler. Tevhid söylenir;

Benim Kabem insandır

Hele nenni nenni dost nenni…

Canlanır hu diye selam çekip semah döner. Öğütler verir;

Dostlarım, kardeşlerim,canlarım, Kaldırın başlarınızı suçlular gibi yüzünüz yerde özünüz darda durup dururuz… Kaldırın başlarınızı yukarı…

Semahın sonunda gelecek için iyilik mutluluk dileklerinde bulunulur.

Gülbenk (Dua) çekilir.

Allah Allah Allah Üçlerin Beşlerin Gerçek erenlerin ve şehitlerin yüzü suyu hürmetine akşamlar hayrola Şerler de def ola Yiğitler saf ola Yardımcımız halk ola varlığımıza birliğimize, dir olmamıza merhaba merhaba…

Motif tamamlanır son düğüm atılır adı semahlardır.

Dolaşır rengarenk ipler parmaklara yeni motif işlemeye başlar. Ruhi Su bu kez efeler diyarındadır. Dağlarda eşkıyaların yanında. Bir bakarsın Yörük Ali Efe olur, bir bakmışsın Demirci Mehmet Efe… türküleri ezgilendirip dilden dile söyler. Bir motif daha biter adı zeybekler olur. Anadolu öyle bir sevdadır ki bitmez tükenmez. Ana kucağı gibidir. Sardıkça sarmalar. İpler dolanır yeni bir motif için parmağa. Başlar cenge… Hey hat…

Seferberlik ilan olanda düşler yola Çanakkaleye varır. Çanakkale içindedir Aynalı Çarşı’da vurur vuruşur. Çanakkale’den, Sarıkamış’a giderken ayın altında Akşehir üstünden Afyon’a giden savaş kadınlarına rastlar. Bir olup oradan da kovarlar düşmanı ve savaş kadınlarıyla yine ayın ışığı altında sürerler kağnılarını cepheden cepheye. Oltu’dan gelip Sarıkamışa varırlar. Sarıkamış’ta gonca gülün tazeleri kırılır da of demezler.

Duyar ki Karayılan’la Antep’liler namus için vuruşurlarmış. Durulur mu? Durulmaz tabi ki, varır Karayılan’ın yanına tutuşurlar, harbe. Kilis yollarından kelle getirene kadar durmazlar. Sonunda Antep’in namusu da kurtulur. Sabah sabahı kovalar, sigara sigarayı.

Dumandan gözlerini zor açar. Büyük taaruz sürmektedir hala dağlarda yanan ateşi görür. Yıldızlar öyle pırıltılı öyle ferahtır ki süvarinin türküsünü söyler dağlara. Dört nala gelip uzak Asya’dan/ Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu dağları ardına almış O’na doğru gelir. Duman durulup toz dinende görür ki Kiziroğlu başlar savaşa. Hay eden de haya tepeler huy edende huya tepeler. Düşmanı suya seperler, birde bakarlar ki usta, ortaya Seferberlik Türküleri ve Kuvai Milliye Destanı çıkmış. Bir motifi daha düğümler. Kilimin diğer motiflerini, Çocuklar=Göçler-Balıklar, Sabahın Sahibi Var, El kapıları ve diğerleri tamamlar.

80’li yıllara gelindiğinde bir hastalık sarar bedenini ve pasaport serüveni başlar, 12 Eylül’ün faşist generalleri pasaport vermeyerek hastalığını arttırırlar. Yurtdışından davetiyeler gelir ama devlet onun ölümüne çoktan davetiye çıkarmıştır.

Halkı sevmek halk için yaşamı beraberinde ölümü de getirir. Ölümsüzlüğü de…

Eylül’le güz gelir. Eylül hüzünlenir. Koca bir çınar yorgun düşer bereketli toprağa. Savurur sarı gevrek yaprakların serin güz rüzgarları göğe. Kara mavi gecede feryat…

Yıldızlar söndürür parıltısını. Gök yarılır yer sarsılır. Türküler inim inim inler. Banaz’dan Pir Sultan gelir. Ege diyarından Kamalı Zeybek cepkenlerini savurarak gelip diz kırar. Toroslar’ın yücesinden Karacaoğlan… Koca Yunus… Dadaloğlu… Akın akın gelirler. Başlarlar söylemeye, saz sazlanır, dil dillenir. Cem tutulur. Ruhi Su ağıtlanır gecede.

Sıdıka Hanım yaşlı bedenine rağmen canından çok sevdiği hayat arkadaşına yaraşır bir mezar yaptırmak için koşturur durur. Camdan, üzerinde Ruhi Su yazan bir anıt mezar yaptırır. Duru temiz bir mezar.

Dirisine tahammül edemeyen ölüsüne tahammül eder mi hiç? Mezar kurşunlanır.

Türkü dostu Sıdıka Hanım durmaz, Eşinin “En güzel ölünecek yer” dediği, Bin Pınarlı İda Dağı’ndan işlenmemiş saf İda mermeri getirtir. Yeni yaptırdığı cam mezarı ida mermeri ile bezetir. Ozan Bin Pınarlı İda Dağı’nda ölmemiştir ama eşi sayesinde O’nunla mezarda buluşur. Sıdıka Hanım mezarın yanı sıra Dostlar Korosu’nu yeniden kurar ve Ruhi Su Kültür Vakfı’nı da oluşturarak eşini yaşatmaya çalışır. •

(*) Bu Yazı, Tavır Yayınları tarafından yayınlanan Onurlu Aydın Biyografileri kitabından alınmıştır.

Sosyal ağlarda paylaşın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.