“Akşam öten kuştan kork, sabah solundan uyanmaktan kork, dostluktan, türkülerden kork.
Bir düzen türkülerinden korkmaya başladı mı, artık o düzeni kimse ayakta tutamaz.
Nesimi‘nin derisi yüzülmüş, Pir Sultan Abdal asılmış, fakat bütün asmalara kesmelere rağmen, ne o düzen kalmış, nede o debdebeli sultanlardan kimse kalmış.”
Ruhi Su, türkülere sevdalı, yasaklı bir sanatçıdır. Ömrü boyunca baskı görür, zulüm içinde yaşar. Türkü dostu olmak mahpusluğu da göze almaktır. Bunu bilir ozan, bilir de söyler.
Birgün tutuklanarak Ankara’ya gönderilir. Susmaz. Bu seferde mahpusun beton duvarlarına asılı soğuk yüzüne haykırır sıcak türkülerini. Kimi gün hüzün, kimi gün isyan yankılanır duvarlarda. Sevkler, sürgünler yaşamının ayrılmaz parçası olur. Adana’ya sevki çıkar. Tutukluların hepsini zincirlerle birbirine bağlayarak bir otobüse bindirirler.
Ve Anadolu’nun yoksul yüzünü seyreyleyerek Koçhisar üzerinden Bor’a doğru yol alırlar. Bileklerindeki zincir öyle sıkılmıştır ki neredeyse damarlarındaki kan parmak uçlarından fırlayacak. Başında jandarmalar, yüreğinde özgürlük aşkı, giderler. Reva mıdır bu? Suç mudur halkın türkülerini sevmek? Suç mudur Karacaoğlan’ı, Köroğlu’yu.. ozanları yaşatmak? Anlayamaz. Dilinde yine türküler başı dumanlıdır herhal…
Niğde ovasından geçmektedirler. Önlerine Anadolu’nun dehşet verici güzellik içerisindeki bozkırları yayılır. Bozkırların ortasından Hasan Dağı yükselir. Vakit gecedir. Ayın sedef rengi ışıkları altında Hasan Dağı pırıl pırıl yanar. Tüm haşmetiyle merhabalar onları.
Öyle mi merhabalayacaktın onları Hasan Dağı? Böyle hüzünlü bir merhaba mı olacaktı? Sıyrılır gider oradan. Uzakları, dağları, özgürlüğü okşar gözleriyle. Hasan Dağı’na uzanmak ister de zincirler izin vermez.Birden coşar ozan;
Hasan Dağı Hasan Dağı
Eğil eğil bir bak
sıkıyor zincir bileği
Jandarmada din iman yok
Uyanmış toprak kokusu doldurur içlerini, dayanamazlar. Tuvalet için otobüsü durdurtup aşağıya inerler. Hepsi birbirlerine zincirle bağlı olduklarından biri bir yana kımıldasa diğeri de o yana gider. Halleri kötüdür. Ey insanoğlu sen bunları da mı görecektin? Boşuna jandarmada din iman yok demiyor ozan, ölür de zincirlerini çözmez. Ilık yaz gecesinde efil efil esen rüzgarda ekinler salınırken aceleyle otobüse bindirilirler. Ozanın yüreği boşalır;
Gidiyor kalktı göçümüz
Gülmez ağlamaz içimiz
İnsan olmaktı suçumuz
Hasan Dağı insan olmak
Otobüs yola devam eder. Hasan Dağı bile dayanamaz gördüklerine. Yıllardır bağrında sakladığı ateşlerini zalimin üstüne salmak ister. Hasan Dağı susar, Suskun Dağ olur. Gülek’e varırlar. Gülek karanlık bir deredir. Karanlığı boğar adamı. Hiç bitmeyecekmiş gibi uzun gelir Gülek. Dereden çıkınca sıra sıra dağlar karşılar onları.
Kenardaki köyde oynaşan çocukların bağırışları, cıvıltıları dağı sarar. Gözleri onlara kayar. Belki, köşede büzüşmüş oturan çocukta öksüz günlerini hatırlar. Kimbilir, belki de şu yaz ikindisinde sedir altlarında oturan insanlarda, kör pınarları bile sulandıran sesiyle komşularına türkü söylediği günleri görür.
Belki de bozkırın inanılmaz kokusuna karışan tezek kokusunun genzini yaktığı günler hatırında-dır. Bilinmez… Önlerine upuzun, bereketli anaç toprak Çukurova serilir.
Ah der ah. Şimdi Çukurova’da pamuk tarlalarında olacaktı, oradan Toroslar’a uzanacaktı ki… Sonra Toroslar’da yankılanan ezgileriyle anaç toprağı kucaklayacaktı. Tutamaz kendini, ezgilerini yüreğinden diline sürer;
Koçhisar üstünden Bor’a
Gülek bir karanlık dere
Sıra dağlar sıra sıra
Çukurova ana toprak
Hasan Dağı, Ankara’dan Adana’ya uzanan bu yolculuk öyküsü de işte böyle doğar.
Bu öyküden sonra biraz gerilere dönüp büyük ustanın yaşamını inceleyelim.
Urartular’a, Persler’e, Medler’e ve onlarca uygarlığa beşiklik etmiştir Van. Anadolu kültürüne hediyeleri çoktur. Ahlat, Adilcevaz, Erciş, Van Gölü, Tendürek… Nice sevdaya, acıya, gülüşe, savaşa tanıklık etmiştir. Yaşananlar öykü olmuş, bize ulaşmıştır.
En çok da halk öyküleri anlatılır olmuştur. Emrah ile Selvihan, Zaloğlu Rüstem, Şah İsmail, Erciş’li Emrah ozanlarındandır.
Anadolu’nun en büyük ozanlarından Ruhi Su da bu kültür beşiğinde doğar. Van’da Mehmet’le başlayıp, Ruhi Su ile Adana, Ankara, Konya ve İstanbul’a uzanan yaşam öyküsünü dile getirelim.
Birinci paylaşım savaşı sırasında Anadolu toprakları düşman çizmesi altında esirdi. Her karış toprak işgal altındaydı. Yüzlerce çocuk, anasız babasız kalmıştı. Yüzlerce ana, baba, evlatsız… Yakılmış, yıkılmıştır her yan. Fotoğrafın karelerinde sadece zulüm hakimdir;
Hangi taşı kaldırsam / Anam, babam,
Hangi dala uzansam / Hısım akrabam
1912 yılında Van’da dünyaya gelen bir savaş öksüzüne ait bu özlem dolu dizeler. Mehmet’ e… Mehmet, ana-babasını yeni yeni tanımaya başladığı yıllarda kaybetmiştir.
Savaşın öksüz bıraktığı bir yetimdir. 1915’lerde sokakta bulunur Mehmet. Adana’ya bir ailenin yanına gönderilir. Yoksul evin babasına amca der, öyle bilir. Daha sonra amcası olmadığını öğrenir ama üzülmez. Çünkü onlarca çocuk vardır anasız, babasız.
Dizelerdeki gibi savaş onu herkesi anası, babası, herkesi akrabası görecek kadar olgunlaştırmıştır. Mehmet altı yaşma geldiğinde bir savaş daha başlar. Halk artık düşman postallarının eziyetine dayanamaz olur. Kurtuluş Savaşı yıllarıdır. Ada-na’yı İngilizler ve Fransızlar kuşatmışlardır.
Kaçkaç diye bilinen olay yaşanır. Halk zulümden dolayı Toroslara çıkar.
Amcası ailesi ve Mehmet’i alarak Toroslar’ın yolunu tutar. Toroslar’da oradan oraya konup göçen bir hayat yaşanır. Savaş bitiminde Adana’ya geri gelirler. Mehmet’in yaşı ilerlemiştir. Savaşlı yıllar ona çocukluğunu yaşatmadığı gibi okumasını da geciktirir.
“Adana’ya döndüğümüzde on yaşımdaydım. Hüseyin adında bir mahalle arkadaşım vardı. Annesi beni çok severdi. Bir-gün, ‘Gel oğlum seni de Hüseyin’in okuluna yatırayım, daha rahat edersin dedi” diye anlatır o yılları.
Ve Adana’da zamanın nüfuz sahibi Suphi Paşa’sına giderler. Durumu anlatırlar. Suphi Paşa “Köyden geldi kimsesizdir.” yazılı bir pusulayla Mehmet’i, Öksüz Yurdu; Dar-ül Etyam‘ın müdürüne gönderir. Yurda kabul edilir. Dar-ül Etyamlı yıllar başlar.
O günden sonra hayatının büyük bir bölümü yatılı okullar ve yurtlarda geçer. Çocukluğunu ancak Dar-ül Etyam’da yaşayabilir. Oyun diye bir şey olduğunu görür. İlk kez burada oyun oynar.
Çok güzel bir sesi vardır Mehmet’in. Bir başladı mı türkü söylemeye en duygusuzu bile duygulanırdı. Yurttaki hocaları Mehmet’in sesinin farkına varır. Bundan sonra her törende, korolarda ve yürüyüş taburlarının önünde türkü söylemeye başlar.
Kendisi konuyu şöyle dile getirir:
“Önce sesimin farkına vardılar. Marşlar, türküler söyleyerek taburun önünde yürüyen gruba aldılar beni. Zaten önceden konu komşu hep beni çağırtıp türkü söyletirlerdi bana.”
Müzik öğretmeni Mehmet Tahir yurda bir keman aldırır. Mehmet kemanı öğrenip çalmaya başlar. Bu onun yaşamındaki ilk müzik adımıdır. Gittiği sinemalarda sahnenin önünde filme müzik yapan orkestralarda batı müziğini tanır.
1925 yılında Türkiye’deki tüm öksüz yurtlarına bir bildiri yollanır. Gelen bildiri Ankara Müzik Öğretmen Okulu’na ilişkindir. “Müziğe hevesli istidaplı çocukları bize yollayın.”
Arkadaşı Şaban’la birlikte sınava girer. İkisi de sınavı kazanır. Şaban son sınıftadır. Dost canlısı Mehmet, açıkta kalmasın diye kayıt hakkını ona verir. Bir yıl sonra tekrar girer. Yeniden kazanır. Bu yılda Ankara’dan öksüz yurtlarına dönemin Savunma Bakanı Recep Peker imzalı bir tamim yollanır: “Okulu bitiren tüm çocuklar zorunlu olarak askeri okullara gidecek.”
Yayınlanan tamimle birlikte sınavı iptal olur. Ama bu durum onun müzik okuluna girme isteğini azaltmaz. Aksine körükler. İşi biraz zorlaşacaktır ve engebeli bir yol onu beklemektedir.
Okulu biten arkadaşlarıyla birlikte İstanbul Halıcıoğlu Askeri Lisesi’ne girerler. Bu liseyle birlikte Mehmet’in soyadı Ruhi olur.
“Adana’dan ayrılmadan önce bizi muayene eden askeri doktorlar, isimlerimizi duydukça gülüyorlardı. Ökkeş, Cumali, Merdan, Durmuş vb. Sonunda dediler ki; ‘çocuklar, siz bu isimlerinizin yanına bir kibar, güzel isimler koyun. Sonra İstanbul’da size gülerler’ biz de öyle yaptık.
Cumali, Ali Ulvi oldu. Suphi, Suphi Nejat oldu. Bende Mehmet Ruhi oldum. Ruhi’yi ekledim adıma? Böylece yola çıktık, kibar isimlerimizle.”
İstanbul rüyalar alemi gibidir. Hayrete düşerler gördükleri karşısında. Onları İstanbul Öksüzler Yurdu öğrencileri karşılar. İlk önce yurdun müzik hocası Ahmet Muhtar Bey’le tanışır. Her akşam yurdun kantinine gidip onlara keman çalar. “Hadi Ruhi çal!” dedikçe müziğin aşkıyla, kemanı dile getirir. Diyar diyar gezerler. Mehmet adı yavaş yavaş unutulmaya başlanır. Ruhi diye hitap edilir. Ruhi yine bir akşam okulunun kantininde kemanını coşturmaktadır. İçeri okulun komutanı girer. Ruhi’nin elinden kemanı kapmasıyla kırması bir olur. Ona göre keman çalmak rezalet birşeydir. Daha sonra kemanın parasını vermek ister ama Ruhi almaz.
“Çok ağırıma gitmişti, çok üzülmüştüm askeri liseden ayrılma yolları arıyordum. Aklım fikrim müzik okuluna gitmekti. Bir gün Ahmet Muhtar Bey, ‘Ankara’ya gelebilirsen iyi olur, gelebilir misin? ‘ dediğinde hiç düşünmeden evet dedim.”
Ne yapıp ne edip Ankara’ya gitmenin yollarını bulmalıdır. Bu olay bardağı taşıran son damla olur. Arkadaşlarıyla hemen bir plan hazırlarlar. Bir arkadaşının fazla olan kimliğini alır. Arkadaşları topladıkları parayı da ona verirler. Ve soluğu doğruca tren istasyonunda alır. Umut, heyecan, sabırsızlık dolu bir yolculuktan sonra Ankara’ya varır.
Müzik Öğretmen Okulu’na gidip doğruca Ahmet Muhtar Bey’i bulur. Ahmet Muhtar Bey kaçtığını öğrenince afallar. Askeri Liseler Müdürlüğü’ne yollar. Ruhi derdini ağlayarak anlatır. Ama derman olmazlar. Sahte kimlik, bir bavul ve cebindeki parayla gittiği Ankara’dan yanında iki inzibatla döner. Umudu sağlamdır hala vazgeçmez.
Ankara Müzik Öğretmen okulu sarp bir dağ, Ruhi de eteklerinden tırmanan bir dağcı misali hedefine varmak için her yolu dener.
Öksüz yurdundan gelenlere yapılan bir sağlık taramasına zorla o da girer. Göz muayenesinde bilerek harfleri yanlış okur. Doktor, geleceği kararmasın diye düşünür ve sağlam raporu verir. Oradan çıkıp hemen kulak muayenesine girer. Dolu dolu gözlerle durumu doktora anlatır.
Doktor anlayışlı çıkar ve “iltiha-ı uzeniyesinden dolayı mektebe devam edemez.” diye rapor verir. Doğruca Ankara’nın yolunu tutar. Sınava başvurur. Eline bir konçerto verirler, buna çalış gel derler. Adını ilk kez duyduğu Vivaldi Konçertosu’na gece gündüz çalışır. Azmi sayesinde konçerto da kurtulmaz elinden. Sonunda sınavın gündüz bölümünü kazanır. Bu seferde yer ve yemek sorunuyla karşılaşır. Onunda Teslim Terbiye Dairesi Üyesi Kazım Nami Duru çözümler. Bir yıl sonra başarısından dolayı yatılı bölümüne geçer. Okula girdiği yıl çok sevdiği “Su” soyadını alır. Bundan sonra kendisine Ruhi Su diye hitap edilmeye başlanır.
- devam edecek –
(*) Bu yazı, Tavır Yayınları tarafından yayınlanan Onurlu Aydın Biyografileri kitabından alınmıştır.