Avrupa ve Kuzey Amerika’da ana-akım politika giderek keskinleşen iki düşman kampa ayrılıyor:
Bir tarafta emperyalizmi yücelten ve yeniden canlandırmak isteyen muhafazakâr gericiler, öte yanda geçmişten değişen derecelerde utanç duyan ancak emperyalizmin zengin ve fakir ülkeler arasındaki ilişkileri anlamlı bir şekilde tanımlamaya devam ettiğini inkâr ederek kendilerini ilerici olarak tanımlayan liberaller ve sosyalistler. Köleliğin ve sömürgeciliğin tazmini tartışmaları bile geçmişteki hataları düzeltme çerçevesinde ele alınıyor, bu şekilde emperyalist doğa ve emek yağmasının modern post-kolonyal dünyada süratle devam ettiği fikri dışlanıyor.
Bu miyopluğun bir sebebi de emperyalizmle sömürgeci işgalin karıştırılması. İrlanda’nın kuzeyi ve işgal altındaki Filistin dışında sömürgeler geçmişte kaldı, dolayısıyla bu emperyalizm için de geçerli. Ancak sömürge yönetimi emperyalizmin çeşitli muhtemel formlarından yalnızca bir tanesi; değişmeyen özü ise insanın ve doğal zenginliğin yağması. Kapitalizm, yoksul ülkeleri soymak için ordu yollamak ve insanları doğramaktan çok daha etkili yeni yağma yöntemleri geliştirmiştir. Tıpkı köleliğin, işçilerin emeklerini sermayedarlara “özgürce” sattığı ücretli köleliğin sessiz baskısıyla yer değiştirmesi gibi sömürgeci yağma yerini örtülü adıyla “serbest ticaret”e bıraktı.
Kahvenin Maliyetleri
Örneğin, zincirlerden birinden satın alınan 2,50 sterlinlik bir kahveyi düşünün. Bunun yalnızca 1 pennysi kahveyi eken biçen çiftçiye gitmektedir. Geçtiğimiz yıllarda yeşil kahve çekirdeklerinin piyasa fiyatı kilosu 2 sterline düşerek reel oranlarla tarihteki en düşük fiyatına yaklaştı. Dünyadaki kahvenin yüzde 94’ünü üreten 25 milyon küçük çiftçi için bu üretim maliyetinin çok daha altında bir fiyat. Örneğin, Orta Amerika’daki kahve üreticileri yalnızca maliyetlerini karşılamak için kilo başına 3.30 ila 4.10 sterline ihtiyaç duymaktadır, yani şu an kendilerinin ve genellikle kendilerine yardımcı olan çocuklarının ağır emekleri karşılığında kesinlikle hiçbir şey kazanmamaktadır. Onun yerine borç batağına batmakta; çocuklarının sefaletini seyretmekte; bazısı koka, afyon ve kenevir yetiştirmeye başlamakta; birçoğu tarlalarını tamamen terk etmekte ve ABD sınırına veya şişkin şehirlerin çevresindeki uçsuz gecekondu mahallelerine doğru yol almaktadır.
Bu sırada tamamına yakını Avrupa ve Kuzey Amerika’dan idare edilen kapitalist şirketler kahveyi kavurarak dolgun karlarını daha da dolgunlaştırmakta, kahve zincirleri ve onlara mülklerini kiralayan mal sahipleri de bir fincan kahvenin yarısını kâra dönüştürmektedirler.
GSYİH İllüzyonu
Kayda değer bir şekilde, bu 2.50 sterlinlik kahvenin yaklaşık 2 pennysi Birleşik Krallık’ın GSYİH’sine yazılmaktadır. Bu GSYİH İllüzyonu’nun parıldayan bir örneğidir, şaşırtıcı bir hokkabazlıkla Afrika, Asya ve Latin Amerika’nın tarlalarında, madenlerinde ve merdiven altı atölyelerinde aşırı sömürülen çiftçiler ve işçilerin yarattığı zenginlik sihirli bir şekilde emek ürünlerinin tüketildiği ülkelerin gayrisafi “yurtiçi” hasılasında yeniden görünüyor. Aşırı sömürülüyorlar evet, çünkü ne kadar sıkı çalışsalar da ailelerini doyuramıyor ya da zengin ülkelerde işçilerin doğuştan hakkı sayılan eğitim ve sağlık gibi temel ihtiyaçlarını karşılayamıyorlar.
Kahve için geçerli olan şeyler kıyafetlerimiz, aletlerimiz, mutfak eşyalarımız ve daha fazlası için de değişen seviyelerde geçerlidir. Örneğin, Bangladeş’te üretilmiş bir gömlek için Primark veya M&S’e ödenen 20 sterlinin en fazla 1 sterlini Bangladeş’in GSYİH’sinde yer almaktadır, bunun belki de 1 pennysi haftada 70 saat çalışarak çocuğunu doyurmaya yetecek parayı kazanamayan tekstil işçisine gidecektir. Pamuk hammaddesinin maliyetini bir kenara koyarsak bu 20 sterlinin ekseriyeti ürünün tüketildiği ülkenin GSYİH’sinde yer alacaktır.
Son satış fiyatının yaklaşık % 40’ı devletin cebine girecektir –%20 KDV’ye ek olarak büyük mağazaların karları, mülk sahipleri ile diğer hizmet sağlayıcılar ve onlara çalışan herkesin üzerindeki vergiler. Devlet bu parayı askere ve polise, ulusal sağlık sistemine (NHS), emeklilik ödemelerine vs. kullanacaktır. Yani biri “neden göçmenlerin bizim NHS’yi kullanmasına izin verelim” dediğinde “çünkü fona onlar da katkı sunuyor!” demek gerekiyor. Maalesef, “sol”da hiç kimse şu an bunu söylemiyor!
21. Yüzyıl Emperyalizmi
Neoliberal çağ olarak bilinen dönem boyunca, yaklaşık 80’lerden bugüne kapitalistler tekstilin ve diğer birçok ürünün üretimini düşük gelirli ülkelere kaydırdılar. Saikleri şuydu: yurtdışındaki ucuz emekle kendi ülkelerindeki pahalı emeği ikame ederek kârlarını arttırmak, böylelikle kendi işçileriyle doğrudan bir karşılaşmadan sakınarak ücret giderini kısmak. “Üçüncü Dünya” olarak adlandırılan ülkelerin çoğu, Avrupa ve Kuzey Amerika’ya ucuz girdi ve tüketim maddeleri üreten devasa bir imalat-ihracat bölgesine dönüştürüldü. Sonuç olarak zengin ülkelerdeki kâr, refah ve toplumsal barış, fakir ülkelerdeki yüz milyonlarca işçinin aşırı sömürüsüne her zamankinden daha da bağımlı olmaya başladı. Bunun gerçek adını koymak lazım: emperyalizm; yeni, modern, kapitalist bir formda, feodal çağdan kalma ham tekniklere dayanmayan ancak gerektiğinde devlet terörüne, gizli harp ve doğrudan askeri müdahalelere göz yuman yeni, modern, kapitalist bir emperyalizm biçimi.
Üretimin küresel kayışı, kârlılığın restorasyonuna ve sermaye birikiminin devamına yol vermekle kalmıyor, işçilerin rekabetini sınırların ötesinde de arttırıyor. Ekonomik mücadelede – bir kesimin kapitalist sistem içinde kendisini devirmeye yönelik olan bir siyasal mücadeleye karşılık olarak pozisyonunu koruma veya yükseltme mücadelesi- artan rekabetten kendini korumaya çalışmak normal ve doğal bir reflekstir. Ama bu durum bu refleksleri ilerici yapmaz! Üretim düşük gelirli ülkelere göç ederken madalyonun öteki yüzünde bu ülkelerdeki işçilerin dışa göçü vardır. Göçmenliğe yönelik düşmanlık, Britanya’da işçileri AB üyeliğine karşı oy kullanmaya ikna etmede tek başına en önemli faktördü. İşçilerin artan rekabete yönelik refleksi –duvar örme ve sınırları kapatma çağrısı- Lenin’in “burjuvazinin kanatları altına girmeye meraklı, kendiliğindenci, sendikal mücadele” olarak adlandırdığı durumun en açık örneğini sunmaktadır.
Emperyalizmin ısrarının daha doğrusu yayılmacılığının kanıtları dört bir yanımızda mevcuttur. Ancak liberaller, sosyal demokratlar ve hatta kendisini devrimci sosyalist sayan birçok kişi “emperyalizm”in ne anlama geldiğiyle ilgili semantik kelime oyunları yardımıyla ve gösterdiğinden fazlasını gizleyen istatistiklerin arkasına saklanarak bunu görmezden gelmektedir. Emperyalizm yüceltmesi tiksinti verici, ancak emperyalizmin inkârı gittikçe parçalanan ve itibarını kaybeden demokrasi sıvasının arkasında pusuya yatmış zenginlerin diktatörlüğünü alaşağı etme kapasitesine sahip bir hareket inşa etmenin önünde daha büyük bir engel olarak durmaktadır.