Devrimci, hayati kucaklayandır. Edebiyata da silahlı savaş kadar ilgilidir. Eylemi türkü söyler gibi sever… Devrimci her sürecin asıl halkasını hiç gözden kaçırmaz. Sürecin asıl olarak neye ihtiyacı olduğunu gözönüne alır… 1970’de kurulan Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi önderleri bu noktada örnektirler…
Çok daha sonraları kimileri, 68 kuşağının “klasik müzik bile dinlediğini” söyleyerek,bunu 70’li, 80’li yılların devrimcilerini küçümsemek için kullanmışlardır. Oysa mesele “klasik müzik” dinleme meselesi değildir. Mesele devrimi yaşayabilmektir. İster klasik müzik dinleyerek, ister müzik yaparak, ister silah sesleri eşliğinde…
Bu tür eleştiri ve değerlendirme yapanlar gerçekte hayatı soyut kavrayanlardır. Böyle olduğu için de, onca çene çalmalarına rağmen, müzikten edebiyata, eğer bir üretim varsa, bu yine mücadelenin içindendir; hem de onların hep “radikal” diye, “militan” diye dudak büktükleri kesimlerin ürünüdür. O “militan”ların eylemi ve mücadelesi olmasa, müziklerine, şiirlerine, hikayelerine konu bile bulamayacaklardır… THKP-C önderleri örnektir gerçekten. İşte Cevahir. Sanata, edebiyata ilgilidir. Okur, izler. Yazar. Ve Maltepe’de silah elde çatışır, şehit düşer… Hüseyin Cevahir’in Nisan 1968’de Yeni Eylem adlı dergide yayınlanan ve edebiyatın içinde bulunduğu durumu değerlendiren yazısını onun anısına sunuyoruz.
***
Türkiye düşün tarihinin en devingen yılları yaşanıyor şimdilerde. Bir taraftan eyleme dönüşen ve halkın bilinçli desteğini sağlama yolunda olan toplumcu düşünce, diğer taraftan bu düşünce biçiminin kuramını yapan düşünürlerinin kitapları, yazıları, incelemeleri. (…) Kendilerinden önceki kuşakların büyük duyarlılığına, sözcük oyunlarına karşı başkaldırmadır Garipçilerin şiiri. Bir başka ince duyarlılıktır da aynı zamanda. Şekilde herhangi bir sınırlamayla zorlanmaksızın “yeni güzellikler” vermenin yolunu denerler. Günlük yaşantının, belki de en büyük kavganın küçük kesintilerini bir bıçak keskinliğiyle örerler. İğnelemeleriyle, alaylarıyla faşizme başkaldıran kişilerdir. Nitekim Oktay Rıfat’ın, ve Melih Cevdet’in daha sonraları toplumcu-gerçekçi şiirler yazmaları daha o günlerde böyle bir öz taşıdıklarının kesin kanıtıdır. Gücünün yetmediğiyle alay etmektir, Garipçilerin şiiri. Çocukluğun güzelliğini taşıyaraktan. Ve o güç yetilmiyenler göçüp gitmişlerdir. Oysa Orhan Veli vardır. Melih Cevdet-Oktay Rıfat olacaklardır.
(…) Bir yandan edebiyat çağımızın çok dışında kalmış bayağılıklara, ucuzluklara kanat geren bir anlayışın adamı olarak süregelenler vardır. Geniş maddi olanaklarıyla edebiyatımıza çağdışı tutuculuğu sistemli olarak yerleştirmek istemektedirler. Diğer taraftan belirli bir kadronun değişmezliğine inanıp, başka bir biçimde tutuculuk sürdürülmektedir. (…)
Bütün bunlar için 1950-60 kuşağı kendini yargılıyor. Yürekliliklerine ve içtenliklerine diyecek yok. Ama özeleştiri geleneği olan bir yerde —en azından çevrede— adamın kendisini yargılaması öznellikten kurtulmuyor doğal olarak, önce kendimizi eleştirme geleneğini edinmeliyiz bence. Hiç olmazsa genç kuşak bunu yapmalı. 1950-60 kuşağı bu yürekliliği gösterdiği için —eksikliklerine, bir takım duygusallıklardan kurtulmamasına karşın— kutlamaya değer. Ayrıca genç kuşağın kazançlı yanı az da olsa toplumcu bir eğitimden geçebilmesi ve bu olanağı bulabilmesidir. (…) 1950-60 kuşağı gerçekten talihsiz midir? Talihsizliğini genç yaşta yazmalarına bağlayabilir miyiz? Bağlasak doğru olur mu?
Bence böyle bir değerlendirme yanlış olur. 1950-60 döneminde toplumcu şiir anlayışının kavgasını sürdürenler baskıların, kovuşturmaların kahramanları olmuşlardır. Onlara hiçbir zaman ozan gözüyle bakılmamış, hep büyük patlayışların hazırlayıcısı olarak bakılmıştır. Oysa 1950-60 dönemi toplumcu ozanlar için şiir açısındanpek başarılı sayılmaz. Bir iki iyi örnekten sonra sindirmelere göğüs gerilememiş, üstü kapalılığa, anlaşılmazlığa doğru gidilmiştir. Bu konuya da sırası geldikçe ayrıntılarıyla değineceğim. (…)
Diyeceğim; bu denli gürültüye, çatırtıya bakarak Türkiye’de birkaç yazarın, ozanın dışında sanatın işlevi ve yaran su götürmektedir. Bütün yakınmalar, didişmeler bundan çıkmaktadır. Bunlar çatırtının gürültüleridir. Ve yeni bir çıkışın dal gürlemesiyle birlikte olmaktadır. Son birkaç aydır ya da bir yıldır olumlu birtakım çıkışlar olmaktadır. Bir önceki kuşağın yazarlarında da bu tür olumlu çıkışlar görülmektedir. Örneğin: Ülkü Tamer’in Giyotin adlı uzun şiiri. Belki şiir yaşantısının en uç noktasına varmıştır burda Ülkü Tamer. Ve bu çıkış 1950’lerin ’60’ların, ’63’lerin değil, ’67’lerin, ’68’lerin çıkışıdır bir bakıma. Genç ozanların sıkı izleyiciliği, araştırıcılığı. Türkiye çapında gelişen okuyucu kitlesi. Bilinçli bir toplumcu akımın yayılması. Bütün bunlar edebiyatımız için bugün pek yararlı gibi gözükmüyorsa da aslında ilerde çok büyük katkıları olacağı inancındayız. (…)
Hüseyin CEVAHİR