26 Mart 922’de öldürüldüğünde pek çok kişi onu Hallac’ı Mansur olarak biliyordu. Asıl adı El-Hüseyin bin Mansur’dur. Künyesi Ebul-Mugis Ebu Abdullah el Hüseyin bin Mansur el-Beyzavi’dir. Hicri 244, Miladi 857 yılında o günkü Fars eyaletine bağlı Beyza şehrinin Tur kasabasında doğdu. Babası Hz. Hüseyin’e olan sevgisinden dolayı oğluna bu ismi verdi. Anne tarafından Eba Eyyüb’el Ensari’nin neslinden olduğu söylenir. Bu nedenle Hallac’a “Ensari” de denir. Dedesi Muhamma Mazdeistti.
Hallac zeki bir çocuktu. 12 yaşında Kuran’ı öğrenerek hafız oldu. Gençliği Vasıt, Tuster ve Basrada geçti. Tuster’ de dönemim meşhur sufilerinden Abdullah Sehl-i Tusteri’den iki yıl ders aldı. Sonra Basra’ya geçti. Burada Amr bin Osman el Mekki’den bir buçuk yıl kadar tasavvuf bilgisi aldı. Sufi hırkası giydi. 883’de ilk kez hacca gitti. (daha sonra iki kez daha hacca gitti. İkincisini 894’te Ahvaz’dayken, üçüncüsünü 902’de Bağdat’ta iken yaptı.) Sonra Kudüs’e geçti, bir sene burada kaldı. Dönüşünde kendi düşüncelerini sohbetlerde, meclislerde anlattı. Konuşmalarıyla halkı etkiliyor, etrafına topluyordu. Tasavvuf’un ileri gelen bazı zahitlerinin kendileri adına propaganda yaptıklarını duyunca sufi hırkasını çıkarıp attı. O günden sonrada tam bir Melami ( dünya malından yüz çeviren derviş) gibi yaşamaya başladı. Onun için sarığın, hırkanın, cübbenin bir önemi yoktu. Çünkü Hakk’a giden yolun gönülden, samimi bağlılıkla yürüyeceğini biliyordu. Arap, İran,Türk, Hint ve Çin diyarlarına uzun yolculuklar yaptı. Buralarda kendi düşüncelerini anlatıyor, öğrenciler kazanıyor, düşüncesinin, inancının yaşama geçirilmesi için beraber adımlar atıyordu. Hindistan’dan gelen mektuplarda ona “Mugis” derlerdi. Mugis insanın yardımına koşan demekti. Çinliler “Muin”- her canlıya azığını veren kişi- derlerdi. Türkistan’da O’na “Mümeyyiz” yani iyiyi kötüden ayırt eden, İranlılar “Zaik” tat verici, lezzet alıp veren, Türkler “Mihr” Güneşinoğlu diyorlardı. Bağdatlılar “Müstalim” diyorlardı. Müstalim konuşması, sözleri kılıç gibi demekti. Bağdatlılar ise insanı şaşkına çeviren, hayret ettiren anlamına gelen “ Muhayyir” diye sesleniyorlardı.
Mansur’un etki alanı artıkça, dostları gibi düşmanları da artıyordu. Devrin siyasi ve dini otoritelerinden pek çoğu ona düşman oldular. Dönemin egemen sınıflarını temsilen Abbasi Halifeliği onu doğrudan karşısına almıştı.
Üçüncü hacdan sonra o meşhur sözü çıktı ağızdan : “Ene’l Hak!” Hallac kendi yolunu bulmuştu. Tasavvuf İslam tarihinde ilk kez “Ene’l Hak”( Hak benim) diyen Hallac’tı. “Ene’l Hak” sözü “ ben Allah’ım demek değildir. Tasavvuf İslam inancında “Hak” Allah’ın isim sıfatlarından biridir. “Ene’l Hak”, “ben hakkım, ben doğruyum, gerçeğim, ben yaratıcı gerçeğim demektir.
Tasavvuf yolundaki insan nefsini yenerek yani benliği öldürerek mutlak varlığa ulaşır. Bu şekilde Hak’ ı bulur. Tasavvufta bir içe yönelim vardır. İçinde ki Hakk’ı bulan insan “Ene’l Hak” ( Hak Benim) der. Bu insanlara İnsan-ı Kamil denir, yani olgun insan. Halk arasında “ermiş” de denir. İnsan-ı Kamil için evrende ikilik yoktur, her şey birdir. Gerçek olan, var olan, “Bir”dir. “Çokluk” bir görünüştür. “Bir” in değişik biçim ve nitelikte yansımasıdır. O “Bir” de Tanrıdır. Ancak evren ve insan bu “Bir” in dışında değildir, içindedir, onunla özdeştir. Tanrı’nın bütün özellikleri insanda, insanın bütün özellikleri Tanrı’da, evrende bir birlik bütünlük içindedir. İnsan tanrıdan ayrı gayrı değildir. Bu nedenle insanın “Enel Hak” demesi doğrudur, der.
Öğrencileri Hallac’a sorarlar: Efendim, Siz Ene’l Hak diyecek yerde “ Ene bilhak” ( Ben Hakla beraberim) diyebilirdiniz. Şöyle cevaplamış Hallac: Eğer ki “Ene bilhak” deseydim, oradaki “ene” (ben) sözü, benim nefsime ait bir söz olacaktı. Oysa “Ben Hakkım” derken benim dışımdaki her şeyi silip, kendimi yok ettim. Bu yüzden benliği ortadan kaldıran birisi “ Ben Hak’la beraberim diyemez. Onun için işin doğrusu, anlamlı olanı “Enel Hak”tır, ben de öyle yaptım.
Hallac sadece biçimsel olanla değil inancın özüyle ilgilenmiş, onu yeniden yorumlamış ve bir açılım yapmıştır.
“Cehennem korkusundan ibadet edenler köle, cennete girip ödül kazanmak isteyenler ise tacirdir” diyen İmam Cafer’i Sadık gibi düşünür, ama kendi özgün yorumunu yapar. Onu anlamayanlar sözlerindeki derinliği de anlamayacaklardır. Bir gün kendisinin darağacına götürülmesinde bahane edilen şu sözü söyler: “Bedenin Kabesini Yıkın!”
Hallac Kabe’ye gitmek isteyen bir adamla Vasit şehrinde karşılaşır. Adamın parası yoktur, aynı zamanda yaşlıdır, yol onu öldürebilir. Hallac adamın kalbine dokunarak anlatmaya başlar; O’nu bulmak için, O’nu hissetmek için bir yere gitmen gerekmiyor. O burada, O her yerde. Bedenini ve kalbini temizle, O’nu hisset o zaman Kabe’desin. Kabe senin içindedir, kalbindedir. Sanma ki O sadece Kabe’dedir. O her yerdedir önemli olan bedenin kabesini yıkmaktır! Bedenin Kabesini yıkın! Bedenin ötesine geçin, aklın ötesine, her şeyin ötesine… Kabe bedenlerden oluşur, yani duvarlardan. Kabe yıkılabilir, yeniden de yapılabilir. – Ki defalarca tamir görmüş, hatta temeline kadar yıkılmış yeniden yapılmıştır- Ama gönül kabesi yıkıldı mı tamir edilemez, yeniden yapılamaz” der.
Hallac dolaşıp konuşmalarına, sohbetlerine devam ettikçe ondan rahatsız olurlar. Bu rahatsızlık sadece dinsel konularda değildir.
Hallac’ın yaşadığı dönemde Abbasi Devleti’nde halkın çoğunluğu yoksullukla boğuşuyorken iktidara yakın aileler lüks içinde yaşıyordu. Abbasi Halifeliği dışarıya karşı görkem ve şatafattan bir şey yitirmemiş gibi görünse de içten içe çürümüştü.
Sokaklar hareketliydi, şehrin dış mahallelerindeki halkın öfkesi yeri geliyor halifenin sarayına yöneliyordu. Devletin çöküşü hızlanıyordu. “Masallar Şehri Bağdat”ta yoksulluk kol geziyordu. Her köşe başında bir dilenci. Rüşvet, adam kayırma, halefinin adamlarının baskısı, adaletsizlik almış başını gidiyordu. “Ana gibi yar Bağdat gibi diyar olmaz” lafta kalmıştı. Ne ilim ne de zenginlik… Köleler ağır işlerde çalıştırılıyordu. Sömürü ve ağır vergiler halkın tepkisine, isyanlara sebep oluyordu.
Bu dönemde tuz madenlerinde en kötü koşullarda çalıştırılan “zenci köleler” kölelikten kurtulmak için örgütlü olarak başkaldırdılar. Bu köleler Doğu Afrika’dan getirilen siyahi kölelerdi. Toprakları tuzdan arındırarak ekilebilir tarım arazisi durumuna getiriyorlardı. Ağır koşullara karşı ayaklandılar. Başlarında “Sahib-uz Zenci” (zencilerinn efendisi) adıyla bilinen Ali bin Muhammed vardı. Bu isyan bir nevi Abbasilerdeki Spartaküs ayaklanmasıydı.
“Köle sarılmışsa kuru hasıra
Harap olsun Bağdat ile Basıra” (Ali bin Muhammed)
Diyerek isyana başladılar. Bu ayaklanma 869’dan 883 yılına kadar tam 14 yıl sürdü. Aynı dönem Fatımiler de, Abbasilere karşı K. Afrika’da gücünü arttırıyordu. Diğer yandan hakça bir düzeni savunan Karmatiler de örgütlenmelerini büyütüyordu.
İşte böyle bir dönemde Mansur’u “Mansur” yapan sadece düşüncesi değildi. Düşüncesiyle uyumlu eylemiydi. O da odağında insan olan, insanın insana kul olmadığı, “Enel Hak” olgunluğuna ulaşmış bir toplum istiyordu. Bunu hem Zenci Ayaklanmasına hem de Karmatilere destek vererek gösterdi. Onlara sempati duyuyor, onları haklı buluyordu.
Abbasilern içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik durumu iyi biliyordu. Sadece dini konularda konuşmuyordu. “ Yönetim adil olmak zorundadır” diyordu. Stokçulardan, vurgunculardan sözünü esirgemedi. Artan vergileri, halkın yoksullaştırılmasını, tefeciliği, rüşveti eleştirdi.
Halk Hallac’ı seviyor, söylediği sözler dilden dile dolaşıyordu, ama Abbasiler için Hallac’ın konuşmaları insanların aklını karıştırıyor onları kurulu düzenin dışana çıkmaya tevşik ediyor. Abbasiiler iktidarını zora sokuyordu. Bu nedenle işi bitmeliydi, fazla ileri gitmişti. O ise hakikat yok edilemez kendi yolumda yürümeliyim diyordu.
Gözlendi, takip edildi. 913 yılında Susta Karmeti olmakla suçlanarak tutuklandı. Sakalları kesilmiş, işkence edilmiş şekilde Bağdat’da getirildi. 9 yıl tutuklu kaldı. Mansur hapiste de boş durmadı Kitabı “Tavasin” ve şiirleri yazdı. Zindan da olsa sevenleri ona sorular sormaya, onu dinlemeye gidiyordu. Daha sonra onun ziyaret edilmesi de yasaklandı.
Hallac’ın tutuklanması da işe yaramamıştı. Sevenleri daha çok artıp, etki alanı genişledi. Abbasi iktidarı sorunu kökten çözmek istedi. Yeniden mahkemeye çıkarıldı. Düzmece bir mahkemeyle hakkında idam kararı verildi. Akabinde Hicri 309 Zilkadesinin 24. Salı günü sabahleyin Mansur’u zindandan çıkarıp Bağdat’ın Babu’t Tak meydanına götürdüler. Önce kamçıladılar, vücudunu parçaladılar, darağacında asılmak suretiyle idam edildi. Cesedini yaktılar, küllerini Dicle’ye attılar. O ölüme giderken “Darağacı erenlerin Miracıdır, Hakikat yok edilemez” dedi. Darağacına dayalı merdivene dosta gider gibi çıktı. Keskin ve kesin bir inançla, baş eğmezlik yürüdü. Benim katledilmemden mazluma hayat fışkıracak dedi. O verdiği karardan, sözden canı pahasına dönmedi.
Mansur’dan sonra birçok öğrencisi, hatta seveni de katledildi. “Hüseyin” isminin anılması bile yasaktı. Fakat birçok diyara onun düşüncesinin tohumları ekilmişti, günü gelince tohumlar toprağı delerek Seyyid Nesimi oldular, Bedrettin , börklüce, Pir Sultan oldular ve günümüz direnenlerine feda, başeğmezlik, kararlılık, sözünden dönmeme, ısrar, cüret gibi değerleri taşıdılar. Onlar bizim köklerimiz, geçmişimiz, mirasımızdır. Geçmişimizi bilmezsek bir geleceğimizde olmaz. O halde;
“ Mansur gibi dönme Hakk’ın yolunda
Gerçeği söyle haykır, korkma ölümden”