KIZILDERE’YE GİDEN YOL’DA 4 AY …
- Bölüm 4 –
Köydeki katliam operasyonunu yürüten J. Alb. Sezai Durukan, “İngilizler’in Türkiye’de misafir bulundukları, İngilizler’in öldürülmesinin Türk milletini güç durumda bırakacağı” gibi zekâ düzeyini yansıtan demagojiler yapmaktaydı. Ünye’deki NATO radar üssü de herhalde Türkiye Cumhuriyeti’nin misafirlerini ağırlamak için kurulmuş bir “dinlenme tesisi” olmalıydı!..
Bu arada katliamcılar, İngilizler’in hâlâ sağ olduğunu göstermelerini istedi direnişçilerden. Üç İngiliz, pencereden dışarı gösterildi. İngilizler, kendi dillerinde “ateş etmeyin, ateş edilirse bizi öldürecekler, kurtarılmamız için şartlarını kabul edin” şeklinde seslendiler katliamcılara. Elbette kendi hükümetlerinin Türkiye oligarşisine “ne olursa olsun gerillalara taviz vermeyin” dediğinden habersizdiler.
Bir süre sonra helikopterler gelmeye ve evin arka tarafındaki yamacın arkasına inmeye başladı. Gelişmeler, saldırının başlayacağına işaret ediyordu.
O gün orada bulunanlardan MİT’çi Mehmet Eymür o anları anlatıyor:
“Mahir Çayan ve Ömer Ayna’nın pencereden dışarı baktıklarını gördük. Askerler megafonla teröristlere çağrıda bulunarak etraflarının sarıldığını ve teslim olmalarını söylediler. Mahir cevaben ‘… yaklaşıldığı veya ateş açıldığı takdirde ellerinde bulunan 3 İngiliz rehineyi derhal öldüreceklerini, ölmeye ve öldürmeye kararlı olduklarını, sonuna kadar çarpışacaklarını’ bildirdi.
… Çayan ve arkadaşları marşlar söylemeye ve zaman zaman askerlere laf atmaya başladılar. Bizi sivil pantolonlarımızdan tanımışlar, ‘Sam Amcanın adamları’, ‘Faşist MİT’çiler’ gibi sözlerle bizleri kızdırmaya çalışıyorlardı.
Aramızda 150-200 metre kadar mesafe vardı. Biz de onlara cevap veriyorduk. Erlere ise dokunaklı laflarla tesir etmeye çalışıyor, faşist subayların emriyle hareket etmemelerini telkin ediyorlardı… Bir ara evden çıkan dumanlardan bazı şeyleri yaktıklarını anladık.”
Mahirler, üstlerindeki para, kimlik, döküman, ne varsa yaktılar. Düşmanın işine yarayacak tek çöp bile kalmayacaktı geride ve bu da geleceğe uzanacak bir gelenek olacaktı.
SON KARAR: ÖLMEK VAR, DÖNMEK YOK!
Dışarıdaki hareketliliğin artmasıyla, içeride bulunanlar, kendi aralarında son bir durum değerlendirmesi yaptılar. Üç İngiliz’in dışında 11 kişiydiler. 11 kişinin arasındaki bu kısa durum değerlendirmesinden çıkan sonuç; şartları kabul edilmediği takdirde ölmek var, dönmek yoktu! Ateş açıldığı takdirde İngilizler’in de vurulması kararlaştırıldı.
Pencereler ve kapılardaki barikatları, evdeki yatak, yorgan gibi bulabildikleri tüm eşyalarla takviye ettiler. Gerillaların hazırlıklarını hemen hemen bitirdikleri anda, ki, saat 10.00 sularıydı, evden bir marş yükselmeye başladı:
Gün doğdu, hep uyandık
Siperlere dayandık
Bağımsızlık uğruna
Al kanlara boyandık.
İşçi köylü hep beraber
Faşist düzene karşı
Halk savaşı veriyoruz
Emperyalizme karşı
Yolumuz devrim yolu
Gelin kardaşlar gelin…”
SİPER YOLDAŞLIĞININ HARCI KANLA KARILIYOR
İşçi, köylü, öğrenci, proletarya aydınıydılar. Farklı farklı örgütlerdendiler üstelik. Mahirler, Denizler’in idamını önleme planını yaparken, “onlar başka bir örgütün insanları” diye düşünmediler; sorun devrimin sorunuydu. Sözkonusu olan devrimin prestiji ve geleceğiydi.
İşte burada da THKO ve THKP-C’liler birlikteydiler. Omuz omuzaydılar. Belki birazdan kanları karışacaktı birbirlerine. Devrimci dayanışmanın, devrim için birliğin, en mükemmel örneklerinden birini sunuyorlardı geleceğin devrimcilerine.
Marşın ardından, bir gerilla “Karayılan der ki harbe oturak”… türküsüne başladı kararlı sesiyle. Diğer gerillalar da katıldılar türküye. Türkünün ardından kısa bir sessizlik ve ardından Kızıldere’deki köy evinden sloganlar patlıyor: “Yaşasın Türkiye Halk Kurtuluş Partisi”, “Yaşasın Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu”… İki farklı örgütün kadro ve savaşçıları, birlikte iki örgüt için slogan atıyorlardı. Kızıldere’yi Kızıldere yapan unsurlardan biri vardı bu sloganlarda. Kızıldere, o günden siper yoldaşlığının kolay kolay aşılamayacak bir örneği olarak yazılıyordu tarihe.
Saatler ilerliyordu.
TARİHE YAZILAN BİR CÜMLE
Öğlen saatlerinde yeniden gerillalara teslim olmaları çağrısı yapıldı. Oligarşi, savaşçılar içindeki olabileceğini düşündüğü zayıflıklara seslenen demagojiler yapmayı da ihmal etmiyordu. Mahir Çayan, tüm savaşçıları tekrar biraraya toplayarak, “teslim olmamanın doğru olduğunu, buna karşılık yine de teslim olmak isteyen varsa teslim olmasını” söylediği bir konuşma yaptı. Kızıldere savaşçılarının kararlılığı netti. Çarpışacaklardı; son nefeslerine ve son kurşunlarına kadar.
İçişleri Bakanı Ferit Kubat da Kızıldere’deydi. Daha sonra, katliamdan sonra TBMM’de yaptığı açıklamada şunları anlatacaktı: “Devamlı ihtar ve tekliflerimiz küfür ve ateşle şöylece karşılanmıştır: ‘Biz buraya dönmeye değil, ölmeye geldik.’ Bu sözlerden ölmeye ve öldürmeye kararlı oldukları… ve ecnebilere kıyma teşebbüsünde oldukları tarafımızdan anlaşılmıştır.“
Kızıldere’de kuşatma, direniş ve çatışma saatlerce sürmüştü. Saatler boyu pek çok söz sarf edilmişti karşılıklı; ama işte İçişleri Bakanı’nın meclisteki konuşması da gösteriyordu ki, bir cümle, o bir tek cümle kazınıp kalmıştı herkesin beynine: ‘Biz buraya dönmeye değil, ölmeye geldik.’
Saat 12.00 sıralarında, oligarşinin sözcüleri “İngilizler’in hayatından endişe edildiğini, kendilerine gösterilmesini” istediler. Katliamcılar oyun oynuyor, manevra yapıyordu. Mahirler, “Biz kendimiz istediğimiz zaman gösteririz” diyerek katliamcıların bu isteğini reddettiler.
SAVAŞIN “ARASI” YOK!
Bu arada yaşanan bir diyalog, artık çatışma anının yaklaştığını bir kez daha gösteriyordu.
Dışarıdan yapılan “teslim ol” çağrılarına, içeridekiler yine aynı cevabı vermiş, “teslim olmayacağız” demişlerdi. Dışarıdan bu cevaba verilen karşılık da “o halde öleceksiniz!” idi.
Kavga sertti. Emperyalizme ve oligarşiye karşı savaşın “arası” yoktu. Kızıldere’deki cevaplar, o günden sonra, onlarca savaş ve direniş mevzisinde karşılıklı tekrar edilmeye devam edilecekti. Çünkü tarihin ve herkesin tanık olacağı gibi, Kızıldere son değildi ve savaş sürecekti…
Saat 14.00 sıralarında helikopterlerden üst rütbeli oldukları belli olan birileri indi. Evi görecek şekilde çepeçevre makinalı tüfekler yerleştirilmişti.
Çatıda açılan mazgal deliklerinde Mahir Çayan, Saffet Alp ve Ertuğrul Kürkçü vardı. İngilizler’in başında Cihan Alptekin duruyordu. Diğer gerillalar da evin değişik bölümlerinde mevzilenmişlerdi.
Saatler, 14.00’ü biraz geçerken, dışarıdan biri seslendi: “İçinizden biri çıksın, konuşmak istiyoruz!”
Dışarıdan seslenen Osmanlı’nın torunuydu. Hani şu her padişahın kardeşlerini öldürttüğü, vezirlerin, paşaların hileyle saraya çağırtılıp kementlerle boğdurulduğu Osmanlı’nın torunları… Hile çoktu Osmanlı’da.
Çatıdakiler, düşmanın çağrısına cevap olarak birini çıkardılar. Katliamcıların başındaki yetkililerden biri “bir süre beklemelerini, bir çağrı yapacaklarını” söyledi. O andan itibaren kısa bir sessizlik oldu… Ve sessizlik, önce katliamcıların safından gelen bir el silah sesiyle bozuldu.
Bir el silah sesi, katliamcılar güruhuna verilmiş bir işaretti. Aynı anda, evin çevresine yerleştirilmiş makinalı tüfekler atışa başladı. Mahir ve yanındakiler çatıdaki mazgallardan çekilirken, işte o anda vuruldu Mahir.
ŞİMDİ ORASI BİR KAN DERESİ
Bir savaşçı Mahir’i aşağıya çekmeye çalışırken, diğer savaşçılar daha önce ilan ettikleri gibi, üç İngiliz’i vurarak cezalandırdılar.
Kurşunlar yağarken “Tam Bağımsız Türkiye” sloganları yükseliyordu kerpiç evden. 11 savaşçıdan biri -Ertuğrul Kürkçü- o arada kaçıp samanlığa sığınacak, ama diğer savaşçılar, birkaç saat önce sözleştikleri gibi, aylar önce mitinglerde, yürüyüşlerde and içtikleri gibi, Cepheli olurken söz verdikleri gibi, son nefeslerine kadar çatışarak şehit düşeceklerdi.
Türkiye halkları, Mahir gibi bir önderini, on yiğit evladını kaybetti Kızıldere’de. Kerpiç ev, on devrimcinin kanlarıyla kızıllaştı. Tarihi bir rastlantıydı belki köyün adının Kızıldere olması; şimdi orası gerçekten kan akan bir dereydi.
Yıllar sonra oligarşi Kızıldere Köyü’nün adını “Ataköy” yapacaktı ama orası hep Kızıldere olarak kalacaktı. Tarih, oligarşinin yaptığı yasalardan güçlüydü çünkü. Mahirler’in onları katledenlerden güçlü olduğu gibi… 30 Mart 1972’den geriye oligarşinin zafer çığlıkları değil, devrim yolunu aydınlatan bir meşale, bir direniş manifestosu ve türküler kaldı… Kızıldere’nin üstünde bir türkü söylenip duruyor o günden beri;
Birde çoğuz çokda biriz
Ne evveliz ne ahiriz
Hepimiz birer Mahir’iz
Canımıza can isteriz
….
Gülsün diye tüm halkımız
Kanımıza kan isteriz
Kızıldere akmayacak
Boşa kurşun yakmayacak
Kavga burda bitmeyecek
Devrim için can veririz
Verildi. Mahirler Sabolar, Sinanlar, Niyaziler oldular. Hüseyinler, Ulaşlar çoğaldı. Çoğaldı Maltepe, Arnavutköy, Kızıldere. Çiftehavuzlar’dan Dersim’e, Bağcılar’dan Çaytaşı’na, Toroslar’dan Gölgeliye, gecekonduların ayaklanmalarında, ölüm oruçlarında büyüdü gelenek.
Kızıldere’nin üstüne öyle bir tarih yazıldı ki, bu ülkede aklı başında hiç kimse, o günden beri, Kızıldere’nin bir son olduğunu iddia etmeye cüret edemedi… Kızıldere öyle bir meşale ki, hala yanmaya devam ediyor.
– Bitti –
(-) Bu yazı dizisinin hazırlanmasında Ekmek ve Adalet dergisinin 156-158. sayılarındaki dizi yazı esas alınmış; dizide Kızıldere Adalıların Türküsü (Boran Yayınevi), Mahir (Turan Feyizoğlu), Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, THKP-C ve Kızıldere (Koray Düzgören) adlı kitaplardan yararlanılmıştır.