EYLÜL

Geldiler!…

Şafak vakti güne kara gölgeler düşürerek

Bir gecenin sonunda ansızın

Cemseleri, tankları, topları ve tüfekleri ile,

El değmemiş tek bir bakir nokta bırakmadan,

Ülkemin her karış toprağında kesif

kokular yayarak geldiler.

Ve boy verdiler.

Tüm zulüm baronları ve Tatar ağaları

12 Mart Paşaları”nın mirasçıları ve

yeni lordları

Zürriyet-i Muaviye’nin tohumu,

Yezid’in orduları,

Bir daha hayatımızdan hiç çıkmamacasına

Apoletli omuzlarıyla kapılarımıza

yüklenerek,

Ağır postallarıyla bedenlerimizi ve

yarınlarımızı çiğneyerek,

Akbabalar gibi umutlarımızın üstüne

çöreklendiler!…

Geldiler!…

Elbet bir gün, geldikleri gibi gidecekler

Ama şimdi onların borusu ötmekte

Dolar eninde sonunda zalimin miladı

Ve dolmakta bizim öfkemiz de.

Kabına sığmayan kinimiz devinimini

tamamlamakta

O muştulu güne ramak kaldı.

Sabır kuşakları,

Biraz gayret fırtına dinmekte!…

Eylül!

Yalın bakınca,

yalansız-dolansız bir ay adı.

Melankolik ve hüzünlü bir mevsimin

saf tanığı.

Yüzündeki yaldızlı peçeyi

aralayıp baktığımızda dehşetle çarpılırız.

Çünkü beklentilerin ötesinde bir gerçeklikle karşılaşırız. Dile gelmez.

Ama yaşlı gözlerine şöyle kaçamak

bir bakış atmamız yeter.

Başından neler geçtiğini anlarız hemen.

Teselliye gerek yok.

Acı ve kanlı gözyaşı onun yazgısıdır.

Bütün ayrıntıları acıya karşı aşılanmıştır.

Munzur gözelerinden akan su gibi akar gözlerinden kan.

Binlerce evladının kanıdır, bilir, saklar, titizlenir, acıyla burkulur yüz hatları, gerilir damarları. Patladı ha patlayacak öfkenin yanardağıdır burnundan soluması.

Kimbilir, zaman dilimini temsilen orda durduğundan beridir

ne çok güzelliklere ve vahşete tanıklık etmişsindir!

Güzellikler öyle eskisi kadar çok yaşanmıyor. Nedensiz değil, çünkü vahşet çağındayız. Büyük usta “tekelci kapitalizmin emperyalizm dönemi” demişti ya bu çağın adına.

12 Eylül karanlık kadar korkutucuydu!

Karanlık ise sadece anlık bir vaktin rengi değildi.

Bu koyuluk bir ulusun, bir ülkenin ve halkların

içine sürüklenmeye çalışıldığı köhneliğin, kuşatmanın ve zindanın ruhuydu.

Beyaz Saray’da oturan efendisinden emri almış beş apoletlinin,

Şimdi gülme sırası bizde” çığırtkanlığındaki patronlarına sundukları ruhlarının zifiri karanlığından

yükselen tank paletlerinin sesiyle uyandırıldı halkımız. Zindanlarda ruhlarımızı teslim almak istediler.

Teslim etmektense ölmeyi tercih ettik.

Metris’in duvarlarında yankılandı direniş sloganlarımız.

Ruhları satılık olan bizler değil, omuzlarında apolet taşıyıp, “millilik” kisvesi altında vatan topraklarımızı Sam Amca adına işgale soyunanlardı.

Ruhunu yedi düvele satmış, ruhsuz bir ruh vardı milyonların karşısında.

Canlıların ve insanların düşmanı ölü yiyici bir ruh.

Efsane sanılmasın. Dehak genç insanların beynini yiyerek beslenirdi. Beyinlerimizi yoketmek, kanımızı içmek için Eylül sabahlarında gürlediler.

Dehak hortladı mı, diye sorulmasın.

Zalimler hep vardı, zalimlerin karşısında da direnenler vardı hep…

Çok değil, bundan on yıl önce; on yıl önceden dört yıl sonra; yılların rakamlarına denk onlarca genç insan, karanlığın ve korkunun ruhuna kurban edildiler.

Yıl 1995!

Eylül’ün yüzünde içinden kopan bir sancı.

Gözlerinde bu sancının yansısı.

Yaşlı gözlerinde üç damla acı.

Sözsüz ve ezgisiz ağır ağır süzülmekte

Biri Yusuf’un….

Biri Uğur’un…

Birisi Turan’ın üstüne düşmekte.

Eylül resmetmiştir Buca’yı yüreğinin tam orta yerine. Hapishanenin duvarlarında kan izleri.

Biri maltada!

Biri barikatta!

Biri koğuşta!

Her biri birinden mert, civanpare, gözü kara.

Her biri mevzilerinde cansız yatmakta!…

Baba, kardeş, dost, yaren, yoldaş.

Düştüler

güpe gündüz cellatların eliyle karanlığı ve korkuyu beslemek için

ölü yiyici ruhun tiranlığının sunağına.

Ölümle teslimiyet arasında

tercih yapmamız istenen Eylül’de,

direnerek ölmeyi seçtik, 12 Eylül zindanlarında.

Ne çare!

Doymak bilmez obur bir canavardı.

Dağda, şehirde daha çok can aldı.

Yaşasın diye dünya yok olana kadar zulüm!

Aman dilemeyenlerin savunmasız otağına bir kez daha geldi zalim.

Eylül!

Daha korkunç bir sahnenin sular seller misali

gözyaşlarını dökerken

Gördüm bir damlasında.

Kurşunlanan ve bombalanan duvarların yıkıntıları arasında

Eylül’ün yirmialtısını gösteren takvimi…

O vakit, sızısından kilitlenen ağzından bir tümce döküldü:

Ulucanlar” dedi. / On yiğit can!

Yine kapılara yüklenen apoletler,

Yine ağır postallar altında ezilen bedenler.

Ahmet, Aziz, İsmet… Diri diri yakalandılar. Ellerini, kollarını sıkı sıkı bağladılar. Birileri apoletlerin arkasında; bir sürüngen gibi yaşaacak olmanın “huzuruyla” dermansız dizlerine derman gelirken;

kulaklarında yankılanan inanç sözleri, gözlerinin önünde dağlanan insan bedenleri, oturup hep

beraber seyrettiler.

Eylül!

Yavaş yavaş peçesini kapamakta!

Göz pınarları usul usul kurumakta!

Seni yaralayanları tanıyoruz. Seni tüllerin ve siyah şalların arkasına

mahkum edenleri biliyoruz.

Sen bize aitsin.

Kaydını düş zamanına.

Ve büyük harflerle yaz;

GELECEK VAKTİ HESAP SORMANIN!

(Bu yazı, Yürüyüş dergisinin 17. Sayısından alınmıştır.)

Sosyal ağlarda paylaşın