ÇİNGENELER

Çingeneler, dünyanın en ezilen, horlanan ve parçalanmış halklarından biridir.
Dünya çapında nüfuslarının ne kadar olduğu konusunda tam bir kesinlik yoktur. 15-20 milyon arası bir nüfusa sahip oldukları belirtilmektedir. Macaristan’dan Brezilya’ya, Romanya’dan Türkiye’ye kadar dünyanın bir çok ülkesine yayılmış olarak yaşamaktadırlar.
Halen bir kesimi göçebe durumundadır. Fakat önemli bir kesim de yerleşik hayata geçmiştir.
Türkiye’de yoğun olarak yaşadıkları yerlerin başında özellikle Adana, Çanakkale, Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Düzce, İstanbul ve İzmir gelmektedir.
8 Nisan 1971’de, Çingenelerin sorunlarını tartışmak üzere Londra yakınlarında ilk Uluslararası Roman Kongresi toplanmıştır; bu kongreye atfen de 1990’dan itibaren 8 Nisan Dünya Romanlar Günü olarak belirlenmiştir.
Bu gün vesilesiyle, ezilen bu halkımızı tanımak için, Çingeneler üzerine bir yazıyı paylaşıyoruz. (Aşağıdaki Yazı, “Halkız Biz Geleneklerimize Varız” kitabından alınmıştır.)

ÇİNGENELER

“Çingene çingene
Dara düştün sen gene
Çingenedir ama ama
İnsandır o gene”
Bir türkü “onları” böyle anlatıyor. Onlar, çingeneler… Ozan, onlar için “insandır o gene” deme gereği duyuyor. Neden? Çünkü gerçek o ki, yüzyıllardır egemen sınıflar “insan”dan saymamış onları. Ülkemizde bu çok “veciz” bir söze de dönüştürülmüş. Ülkemizdeki halkların, milliyetlerin çeşitliliği ifade edilirken “yetmiş iki buçuk millet” denir hep. “Buçuk” çingenelerdir. Niye onlar buçuktur? Bu deyişi kullanan pek çok insan bunun cevabını bilmez bile. Öyle duymuştur büyüklerinden, öyle kullanır. Bu “buçuk” tanımlamasında açık bir şovenizm, bir aşağılama ve çingenelerin ayrı bir kültür, ayrı bir kimlik olduğunu inkar vardır.
Oysa onlar da Kürtler gibi, Türkler gibi, Araplar, Lazlar gibi ayrı bir tarihe ve ayrı bir “etnik kökene” sahipler. Ama bugün özellikle ülkemizde varlıklarını ön plana çıkaracak bir dinamikten uzaklar. Tersine hep şehirlerin dışında görürüz onları. Anadolu’da adeta karakteristik bir görüntüdür. Şehrin girişine yakın bir yerde birkaç çadırda yaşayan birileri vardır. Bir görünür, bir kaybolurlar. Konargöçerler. Çadırları görünce “aa çingeneler gelmiş” diye aklından geçirir çoğumuz. Ama onların nereden gelip, nereye gittiğini bilmeyiz pek. Bazen merak da etmeyiz. Onların içinde bulunduğu o yaşam koşulları da adeta kanıksanmıştır.

Ama bu yaşam onların tercihi değildir.
Peki niye öyle yaşıyorlar, hiç düşündük mü? Sorunun cevabı çingenelerin kim olduğunda, kimliğinde ve bu kimliğe devletin nasıl bir tavır takındığında gizlidir.
Öyle yaşıyorlardı, çünkü onyıllarca bu ülkede bir kimliği olmadı onların. Devlet onlara bir nüfus kağıdını bile çok gördü.
Öyle yaşıyorlardı, çünkü, bu devletin hiçbir kurumunda iş verilmedi onlara. Çingene memur olamazdı, hala da olamaz.
Öyle yaşıyorlardı, çünkü hep dışlanmaya maruz kalmışlardı. Egemen sınıfların devletinin bu politikası, onyıllardır sürdürülen propagandayla birleşince topluma da adeta çingenelere karşı tavır aldırtılmıştır. Onlar pistir, çalar, çırpar, ahlaksızdır… Öyle söylenir, öyle bilinir, öyle bilinmesi istenir. Kağıthane’de gözlerden ırak bir arsada yaşayan genç bir çingene kadın şöyle diyor; “Bize pis diyorlar, nasıl temiz olalım her gün sizin çöplerinizi temizliyoruz. Bodrum’da süslü kokanalar yılda bir kez yatlarla çöp toplamaya çıkıyorlar, yaza yaza bitiremiyorsunuz. Oysa biz bütün yıl hep çöp toplarız. Hiç görmezsiniz bizi. Kel kuşları (kelaynak) bilem korursunuz. Çingeneleri de korumaya alsanız ne olur ki?”
Diğer halklar gibi çok çeşitli olumlu gelenekleri var onların da. Örneğin konukları karşısındaki cömertlikleri bunlardan biridir. Ya da örneğin, Çingenelerin oymak gelenekleri içinde topluluk, kocası ölen bir kadının geçimini üstleniyor. Herkes günlük kazancından onun payını ayırıp veriyor. Bunun gibi örnek bir toplumsal dayanışma hala onlar içinde yer yer yaşayabiliyor. Ama devletin, toplumun onları dıştalaması, onlar içinde yozlaşmayı da beraberinde getirmiş. Ancak burada sorulması gereken, onlar halk olarak kötü oldukları için mi böylesine yozlukları benimsediler, yoksa egemen sınıflar mı onları bu noktaya itti? Cevap, hiç tereddütsüz ikincisidir.

ÇİNGENE YERİNE ROMAN


Çingeneler genelde kendilerine “çingene” denilmesini pek istemezler. Daha çok “roman” adını tercih ederler. Devletin aşağılama, yok sayma politikasına karşı bir halk için önünde iki yol vardır; ya direnecektir, ya kendi kimliğini inkar edecektir. İsim konusunda yaşanan sorun esasında bunun ürünüdür. Her şeye rağmen göğsünü gere gere ben Çingeneyim diyenler tüm örgütsüzlüğüne, belki bilinçsizliğine rağmen egemen kültüre karşı bir direnişi temsil ediyorlar.
Roman adlandırılmasının benimsenmesi ise bir yerde inkara bulunmuş yumuşak bir kılıf yerine geçiyor. Rom Çingenecede insan demek, Roman ise bunun çoğulu. Bu adlandırmada da Çingenelerin yine “insan olduklarını” kanıtlama kaygısı ağır basıyor.

ÇİNGENELERİN TARİHİ


Onların da bir tarihi var… Çingeneler de diğer pek çok halklar gibi yüzyıllar boyunca göçler yaşamışlar, birbirinden yüzlerce, binlerce kilometre uzaklıktaki halklarla aynı toprakları paylaşmışlar, birbirlerine karışmışlardır. Araştırmalar çingenelerin ilk yurdu olarak Hindistan’ı gösteriyor. 14. yüzyılda Balkanlara, 15. yüzyılda da Avrupa’ya yayılmışlar.
Çingenelerin Hindistan’dan göçlerinin bir noktasında iki kola ayrıldıkları belirtilir. İlk kol, kuzeye yönelmiş, Kafkaslar, Karadeniz, Orta Avrupa, Balkanlar hattını izlemişler. İkinci kol, Güneydoğu Anadolu, Irak, Suriye, Filistin, Mısır hattını izler. Tabii bu boyuna süren bir yürüyüş, sürekli bir göç değildir. Geçtikleri hemen her yerde topluluğun bir bölümü kalmıştır. İstanbul, Trakya çingeneleri birinci kolun, Maraş, Antep, Adana civarında yaşayan çingeneler ise ikinci koldan göç edenlerin torunlarıdırlar. Bir kısmı bugün yerleşik hayata geçmiştir. İstanbul’da, Kırklareli’nde onların böyle yerleşik hayata geçtikleri semtleri görürüz. Hala göçebe olanlar ise kalaycılıkla, ayı oynatıcılığıyla, çöp toplayıcılığıyla geçimlerini sağlamaktadırlar.

ÇİNGENELER AVRUPA’NIN DÖRT BİR YANINDA VARLAR


Varlar, hem de milyonlarca… İstatistiki rakamlara göre Avrupa’da toplam olarak 7 milyon 101 bin 500 çingene yaşıyor. Bu sayının yüzde 60’ı Balkan ülkelerinde bulunuyor.
Çingenelerin ülkelere göre dağılımı da şöyle:
Romanya: 800 bin
Bulgaristan: 800 bin
Yugoslavya: 800 bin
Çekoslovakya: 600 bin
Macaristan: 500 bin
Türkiye: 500 bin
İspanya: 500 bin
Eski SSCB: 260 bin
Fransa: 250 bin
500 bin rakamının Türkiye’deki çingenelerin gerçek rakamı yansıttığı şüphelidir. Çünkü resmi bir kayıt yoktur. Ve sayılarının biraz daha fazla olması kuvvetle muhtemeldir. İNKAR Varlığını kanıtlamak için inkar… Edirneli bir çingene bundan birkaç yıl önce Cumhuriyet Dergisi’nde kendisiyle yapılan röportajda karşı karşıya kaldıkları açmazı, zorluğu şöyle dile getiriyordu; “Ezilmişiz, çünkü örgütlü topluluk değiliz biz. Sanki dünyanın bütün namussuzluklarını biz yapıyormuşuz gibi muamele görmüşüz. Bizim halkımızı yıldırmış bu aşağılanma. Bizim de bir dil yapımız var. Yaşama biçimimiz var. Ama her şeyden önce insanız. İnsan olduğumuzu kabul ettirmek için, çingeneliğimizi inkara kalkışmışız. Maddi gücümüz yok, eğitimimiz yok, kültürümüzü değerlendiremiyoruz. Bir can derdine, bir boğaz derdine düşmüşüz, öyle de gidiyoruz.”
“İnsan olduğumuzu kabul ettirmek için, çingeneliğimizi inkara kalkışmışız”;
işte onların gerçeği bu cümlede saklıdır. Çingeneysen insan değilsin, adam yerine konulmazsın. Adam yerine konulmak için çingeneliğini inkar edeceksin. Devlet onları yok saymakla kalmıyor, zararlı, tehlikeli görüyor.
1934 yılında çıkarılan İskan Kanunu’ndaki bir madde şöyle diyor; “Madde 4- Türk kültürüne bağlı olmayan, anarşistler, göçebe çingeneler, casuslar ve memleket dışına çıkartılmış olanlar Türkiye’ye ‘muhacir’ göçmen olarak kabul edilmezler.”
Bu kanun hala yürürlüktedir.

OSMANLI DÖNEMİNDE ÇİNGENELER


Osmanlı’da, cumhuriyetin ilk yıllarında çoğunlukla “Kıpt-i Müslim” olarak anıldılar. Ya da çoğunlukla kısaca Kıpti denildi. Bu adlandırma çingenelerin Mısır kökenli olduğu şeklindeki yaygın kanının sonucuydu. Mısır’daki Kıbt soyundan geldikleri düşünülüyordu. Çingeneler genelde kendilerine “çingene” denilmesini pek istemiyorlar. Daha çok “roman” adını tercih ediyorlar. Devletin aşağılama, dıştalama politikasına karşı bir halk için önünde iki yol vardır; ya direnecektir, ya kendi kimliğini inkar edecektir. İsim konusunda yaşanan sorun esasında bunun ürünüdür. Her şeye rağmen göğsünü gere gere ben çingeneyim diyenler tüm örgütsüzlüğüne, belki bilinçsizliğine rağmen egemen kültüre karşı bir direnişi temsil ediyorlar. Roman adlandırılmasının benimsenmesi ise bir yerde inkara bulunmuş yumuşak bir kılıf yerine geçiyor. Rom çingenecede insan demek Roman bunun çoğulu oluyor. Bu adlandırmada da çingenelerin yine “insan olduklarını” kanıtlama kaygısı ağır basıyor.
Gazeteci-yazar Nazım Alpman’la Kurtuluş’un 14 Haziran 1997 tarihli sayısında Halk Anayasası üzerine yapılan röportajda Nazım Alpman, Taslağa şöyle bir eleştiri getirmişti: “Sunuş yazısından başlayarak birçok yerde tekrarlanan ‘Türk, Kürt, Arap, Laz, Gürcü, Boşnak tüm ulus ve milliyetlerden insanlarımız’ cümlesi içerisine niçin çingenelerin dahil edilmediğini anlayamadığımı belirtmeliyim.
En kötümser tahminlerle beş milyondan fazla bir nüfusa sahip bu unutulmuş kitlenin Halk Anayasası Taslağı’nda da aynı kadersizliğe uğramasının taslak açısından bir şanssızlık olduğunu düşünüyorum.” Nazım Alpman’ın söylediği bir yanıyla Halk Anayasası Taslağı’nı tamamlayıcı bir öneri olarak görülebilir. Ancak taslaktaki bu tarz bir ifade edişin esası, mantığı şudur; Türk, Kürt, Arap, Laz, Gürcü… derken esas olarak kültürel, ulusal kimliğini koruyan, koruma, geliştirme yönünde belli dinamikler taşıyan ve bu yanıyla öne çıkmış ulus ve milliyetler öncelikle ifade edilmiştir. Değilse, bunun ötesinde yalnızca çingeneler değil, eklenebilecek pek çok farklı ulusal, etnik kökene sahip halk toplulukları vardır. Ki, bu anlamda zaten Kürt, Türk, Arap, Laz, Gürcü diye sayılırken genellikle bunun devamında “tüm milliyetlerden”, “diğer milliyetlerden” şeklinde tamamlayıcı bir ifade kullanılmaktadır.

GAZ ODALARINDAKİ BİLİNMEYEN ÇİNGENE GERÇEĞİ


“Almanya’da Hitler’in iktidar yılları çingenelerin en kara günleri oldu. Alman diktatörünün Yahudiler için ateşlediği fırınların bacalarından çingene dumanları da yükseldi. Faşizm döneminde Almanya ve Avrupa’da yarım milyon çingene gaz odalarında yakıldı veya ‘tıbbi deneylerde kobay’ olarak kullanıldı. Naziler yalnız çingeneleri değil, üç kuşak ötesine kadar soyunda ‘çingene’ kanı taşıyanları da imha ettiler. 16 Aralık 1942’de SS şefi Heinrich Himmer tarafından çıkartılan kararda ‘çingenelerin topyekün imhası’ emredildi. Çingeneler Auschwitz gibi imha ve çalışma kamplarında, labaratuvarlarda öldürüldüler.
Faşist teorisyenler “bu çingeneler Avrupa’ya yabancı kanı taşıyorlar” diyorlardı. Almanya dışında Fransa’da 15 bin, Polonya’da 35 bin, Macaristan’da 28 bin, Rusya’da 40 bin çingene Naziler tarafından topluca öldürüldü.
Çingenelerin Yahudiler kadar güçlü lobileri olmadığından, uğradıkları katliamlar tarihin karanlık sayfaları arasında eriyip gitti.” (Çingeneler, Nazım Alpman, sayfa 101-102)
Yani kısacası, söylenmesi gereken şu ki, onlar da bizim insanlarımız. Tüm diğer halkların sahip olduğu veya olması gereken haklar, onlar için de geçerli. Onların güzellikleri de ortaya çıkarılmayı bekliyor. Onlara insan muamelesi yapacak, onlara dillerini, kültürlerini olumluluklarıyla geliştirecek imkanları sunacak bir iktidar gerek yalnızca. Bu iktidar da Halk İktidarından başkası olabilir mi? Onların da, çingenelerin de Halk İktidarına ihtiyacı var. Hatta belki tüm diğer halklardan daha fazla…

Sosyal ağlarda paylaşın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.