Ebru Ablam zeki, kavrayışlı olduğu kadar insanları dinlemeyi ve anlamayı da becerebilen biriydi. Saatlerce arkadaşlarının aşk maceralarını, hezeyanlarını dinliyordu telefonda. Saçma buluyordu bunları fakat onların da anlatabilecekleri kimseleri yoktu. Bu maceralarda onu başka hayallere sürükleyen başka tatlar bulurdu belki de. Yaşamadığı ve fakat deneyimini edindiği onlarca duyguyu, yönelimi sezmeyi başarmasını, dertlere ortak olmayı, dinlemeyi, anlamayı ve çözüm bulma kabiliyetini geliştirmeyi böyle böyle sağladı. Dediğim gibi annemler de sırdaş olarak görürler, ona danışırlar, saygı duyarlardı. Alevi mahallesinde başını kapatan bir kız için dedikodulara rağmen, annem Ebru Ablama ”başını aç” demedi. ” Bu kızımın inancıdır, kötü bir şey yapmıyor ki, diyerek yanında durdu. Mahallede o sırada bizim pek de bilmediğimiz dinci örgütlenmeler peyda olmuş. Ebru Ablamı da bunların ağlarına düşürdüğünü sanıyorlardı. Başını kapattığına göre ”İmam nikahlı kocası istemiştir, yoksa niye başını kapatsın, biz burada bu şekilde başını kapatan kimseyi istemeyiz.” gibi laflar geliyordu. Hatta ”Onu öldüreceğiz.” gibi tehdide varan haberler gönderiliyordu. Evde bir huzursuzluk vardı, kendi halimizde yaşayıp giderken, derdimizde sıkıntımızda bizi görmeyen insanlar kim oluyordu da ne giyip ne taktığımızla bu kadar ilgileniyorlardı? Ebru Ablam da ”Ben de İslam yolunda şehit olurum.” diyordu. Hz. Muhammed’i, ilk müslümanların gördükleri zulümleri anlatıyordu. Devrimciliği kabadayılık sanan mahallemizin
gençlerinden biri erkek kardeşime haber göndermiş ”O o….u ablana söyle, başını açacak!” Bunu duyan teyzem bir kartal gibi kollarını açıp fırınlarını bastı, sen kim oluyorsun da benim yeğenime küfür edip tehdit ediyorsun diye. ”Yok abla, çocuk yanlış anlamış.” dediler. Çocuğun aklına nerden gelir böyle sözler, inanmadık tabi ama sınırını bilmesi iyiydi. Teyzem tekrar eve gelip bu kez de Ebru Ablamı zorlamaya başladı tabi. Yaptığı çok saçmaydı, aptalcaydı, gerçekten inanıyor muydu diye, zorla kendi doğrularını kabullendirmeye çalışıyordu. Ama nafile.. Sonra duruldu ortalık ama Ebru Ablam her ortamda kendi doğrularını anlatıyor, tartışıyordu. Bu arada duyduğu kimi bilgileri de teyit etmeye çalışıyor, doğruluğunu araştırıyordu. Yine taksitle, seri kaplı, altın yıldızlı bir Kuran-ı Kerim satın aldı, bunu okumaya başladı. Bize de abdest aldırıp okuyordu bunları. Asıl amacı kendisine anlatılan ve inanması mümkün olmayan safsataları boşa çıkarmaktı. Okuyunca kendi saf, tertemiz inancının ortasına kocaman bir şüphenin gölgesi yayıldı. Önce bunun, Kuran’ın mealinden kaynaklandığını düşündü, sonraysa değiştirilmiş olduğuna inanmaya başladı. Ve sonra Allah inancına sahip çıkarak, özellikle kadınları aşağılayan, erkek dilinde yazılmış ve sadece kadınları yükümlülük altına koyan, onları suçlayan bir inancın adaletli olamayacağına, bunun çarpıtılmış olduğuna inanmaya başladı. Cennette vaat edilen çocuk bedenleri ve şaraplar, şehvet ve cinsellik üzerine kurulmuş ödüller… Dünyada yasaklı şeylerin cennette hayali kurdurulan şeyler olması insan onurunu aşağılıyordu. Ve azapkar Tanrı korkusuyla itaate zorlanmak… Birkaç aylık kendi içinde yaşadığı bir bunalım, çalkantı, hayal kırıklığının yarattığı acıyla başındaki örtüyü çıkarttı.
”Kimse için değil, kendi kararımla açıyorum başımı.” dedi. Benim Allahım korkutucu değil ben ona sevgiyle bağlandım, korktuğum hiç bir şeyi sevemem.” diyordu.
Bitmek tükenmek bilmez öğrenme merakıyla okumaya, izlemeye, dinlemeye ve sormaya devam etti. Son derece enerjik, özgüvenli ve girişken bir insandı. Hiçbir şeyi ”Başkaları ne der?” düşüncesi ile yapmaz, yapacaklarını da başkaları için değiştirmezdi. Annemin eski model İspanyol paça kareli (o sırada demode hatta kimilerine göre komik) pantolonunu, boğazlı yün kazağını giyer, yine alışık olunmayan şekilde takınıp boyandığı olurdu. Canı istemezse paspal şekilde çıkardı dışarıya. Onun kendi modası, beğenileri vardı. Başkaları gibi olmayı sevmezdi, kaçınırdı bundan. Sıradan bulduğu şeylerden uzak dururdu. Ölüm orucu direnişi sırasında, hasretini çektiği kardeşine şu satırları yazmıştı: ”… yıllar yılı hep farklı olanın peşinden koştum, sıradan olana dönüp bakmadım. Sıradan görünen, en büyük hikmeti taşıyormuş meğer…” Ömrünün sonuna doğru kendini değerlendirmesinden çıkan sonucu bile paylaşmak onun doğal davranışıydı
.
1994-1995 yılları olması lazım. Büyük dayım Ebru Ablamın arayışlarına ve soru işaretlerine biraz olsun yanıt olabilmek için olsa gerek İstanbul’a çağırmıştı. Sabahlara kadar süren sohbetler yapmışlar, satranç oynamışlar, Bayrampaşa Hapishanesine devrimcileri ziyarete götürmüşlerdi. Dünyanın idealist, metafizik bakış açısıyla anlaşılamayacağını, materyalist felsefeyle gerçeklerin görülebileceğini eve döndüğünde bize de anlatmış . İdealist olmanın nesi kötüydü ki? Her şeyi maddi olarak görmek, maneviyatımızı, ahlakımızı kaybetmek olmaz mıydı? Meseleyi sadece böyle çarpıtılmış şekilde anlayabilecek durumdaydık “Gözlerini kapat ve bir at hayal et.” diyerek hepimizi oturduğu odada “Önce madde mi vardı, düşünce mi?” sorusuna yanıt bulduruyordu. “Nasıl bir at hayal ettin? Daha önce hiç at görmemiş olsan böyle bir hayal kurabilir miydin? “
Elbette bu İstanbul gezisi onun dini fikirlerini, inançlarını bir anda değiştirmedi ama edindiği bilgilerin izini sürmek alışkanlığı yeni düşüncelerin kapısını araladı. Daha sonra, televizyon haberlerinede yansıyan hapishanelerdeki ölüm oruçları, aydın ve sanatçıların, baro ve demokratik kitle örgütlerinin arabuluculukları, ailelerin eylemleri ve polisin saldırıları, köpekle yapılan saldırıda yere düşen sürüklenen anneler… İlgimizi daha çok çekmeye, üzülmeye başlamıştık. Annem haberleri izlerdi, özel olarak dikkatini çeken bir şey varsa “Dur dur bu kalsın, ne olmuş kızım?” şeklindeki uyarılarıyla bizi de takibe yönlendirirdi, TV’nin ayarı haberlerde kalırdı. 96 Ölüm Orucu’nun ve bununla ilgili eylemlerin bizim apolitik dünyamıza girmesi eylemin etki gücünün bir göstergesi olduğu kadar Ebru Ablamın Bayrampaşa Hapishane ziyaretiyle de ilgisi olsa gerek. Hatırladığım şey halkın iyiliğini, eşitliği isteyen bu insanların ölmemeleri için dua ettiğimiz, eylemin bitmesini istediğimizdi. Ölüm haberlerinden üzüntü duyuyorduk. O sıralarda Ebru Ablam üniversite sınavlarına da hazırlık sürecine başlıyordu, gazetecilik okumak istiyordu. Ama kısa süre önce işkenceyle katledilen Metin Göktepe, ondan önce Uğur Mumcu’nun katledilmiş olması, eylemler sırasında gazetecilere de saldırılması annemi korkuttuğu için istemiyordu. Eylemler sırasında bir kameramanın kaşı ya da başı kırılmış kanlar içinde kalmıştı. “Ne gazetecisi kızım, gazetecilik tehlikeli, yok yok ben istemiyorum ne gazetecisi !!” diye sitemli , rızasız söylenişleri hala kulağımdadır. Ebru Ablam annemi üzecek, gönlünü kıracak bir şey yapmak istemezdi ama bildiğinden vazgeçecek de değildi. Masa başı iş ona göre değildi. Öğrenme, keşfetme, gerçeklerin peşinden gitme merakıyla dolu bir insandı, hangi masanın başına oturtabilirdik onu?Tercihler zamanı geldiğinde annemin gönlü olsun diye kazanamayacağına (puanlama itibariyle de ) emin olduğu hukuk fakültelerini yazdı, sonrasına ise gerçekten istediği bölümü; İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi. Ama istediği gibi olmadı, Atatürk Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazandı. Bu fakültenin Erzincan’da olduğunu bile bilmiyorduk, öyle baştan savma ve kazanamayacağından emin olarak yazmıştı ki, sırf annemin sözünü çiğnememek için. Annem sevindi Ebru Ablam buruldu tabi.
(…)