Tutsak Halkın avukatı Barkın Timtik’in ölüm orucunda şehit düşen ablası avukat Ebru Timtik’e ilişkin anlatımının ikinci bölümünü yayınlıyoruz.
Annemin verdiği evlenmeme ve çocuklarını tek başına büyütme kararıyla beraber, akrabaları ve Dersim göçmenlerinin yaşadığı bir mahalleye taşındık. Tabii bundan önce teyzemin gelin geldiği, İbrahim Dayı’nın 4 odalı kocaman salonu olan çatısız evde geçirdiğimiz 8 ay kadar bir süre var. İbrahim Dayı annemin en büyük dayısıydı. Emekçi ve fedakar bir insandı, yoksul olmalarına rağmen bize evini açmakta tereddüt etmemişti. Kısa bir süre önce bacağını tren altında kaybetmişti, bir bacağı kesikti yani, bu nedenle çalışamıyordu. Yine de bize yoksul sofralarını, buz gibi odalarını açtılar. Teyzem gelinleriydi ve köyde görmediği açlığı bu evde görmüştü. İbrahim Dayılar, evli kızı hariç, teyzemle beraber 9 nüfustular. Biz de gidince 14 kişi olduk. Teyzemin kaynanası Fatma Yenge de çok küçük yaşta evlendirilmiş, çocuklarına sevgisini gösterememiş ve bundan dolayı ayıplanamayacak denli bilgisiz bir kadındı. Yoksulluk da iyice hırçın ve acımasız yapmıştı onu. Ama teyzemin varlığı bu evde yaşamamızı kolaylaştırıyordu. 14 kişi için her gün evde ekmek yapıyor, annemin acılarına, kaygılarına ortak oluyor, bize göz kulak olmaya çalışıyordu. Bu arada Ebru Ablamlara babamın öldüğü söylenmiyor ama bir ölüm nedeniyle Elazığ’a gidildiğini, bu nedenle ağıtlar yakılıp herkesin ağladığını görüyor çocuklar. Kimseye bir şey sormuyor, söylemiyorlar. Kardeşler bir şey olmamış gibi sessizce ortalığı gözlemliyor, kederli havayı içlerinde taşıyorlar. Ebru Ablam İbrahim Dayıların dışarı mutfağının penceresine çıkıp masanın üzerine yatırılmış babamın açık yüzünü gördüğünde çıktığı pencereden sessizce iniyor ve sadece susuyor. Bu an onun için çok canlıydı hala. Babamın cansız bedeninin yatırıldığı o mutfağa defalarca girdik çıktık bu “misafirlik” boyunca. Annem bir an evvel ev tutup kimsenin dırdırını, laf sokmasını ya da yaramaz çocuklarının azarlanmasını duymak istemiyordu, yedi sekiz ay sonra anneme babamdan kalan dul yetim maaşı bağlanmasıyla beraber bu evdeki konukluğumuz sona erdi.
İlk evimiz Sutaksimi Sokak’taki tek katlı köşe başındaki evdi. Bir yanı caddeye öte yanı arka bahçeye açılan bu evin sahibi, yalnız başına yaşayan su deposu bekçisi ihtiyar bir amcaydı. Annem kendini bu adamdan sakınırdı. Başını kapatır, konuşurken de yüzüne bakmazdı. Yaşlı başlı adam, dedem yaşında demez, erkek erkektir hepsinin Allah belasını versin, derdi. İşin garibi bu yaşlı amca tek başına yaşadığı için evini kontrplakla bölmüş, evin bir kısmını bize kiraya vermişti. Tuvaleti arka bahçedeydi buranın. Yeterince de güvenli bulmuyordu sanırım ki, annemin nenesi Gülizar Nene bizimle yaşamaya başlamıştı. Yaşlı amca, niyeti bozsa annem ne yapardı kim bilir ama bildiğim annem herkesle mesafesini korumayı bilirdi.
Karşı köşede oturan komşulardan biriydi Kör Bese derlerdi göbeği kendisinden önce giden 50’li yaşlardaki bu kadına. Sevmezdi annem bu kadını, evimize de yaklaşamazdı. Kadınları kötü yola çekmeye çalıştığını söyler, haşır neşir olmamamızı küfürle karışık bize de anlatırdı. Ebru Ablam bu sırada henüz çok küçük, dalgın, hayalci, sorumluluk duygusundan da uzak ama yine de evin en büyüğü diye bizi Gülizar Nene ile Ebru Abla’ya emanet eder, ayda bir kez çarşıya maaşını almaya ve dert ortağı olan büyük halama, Zekiye halama giderdi. Zekiye halamın eşi Zeki enişte de temiz vicdanlı, namuslu iyi niyetli bir insandı, dindardı. Babamı da kimi hatalardan döndüren, anneme sahip çıkmasını sağlayıp ikna eden kişiydi. O yüzden annem Zekiye halamlara gittiğinde biraz olsun güvende ve rahat hisseder, sorunları, ihtiyaçları konuşur bir yol bulurdu. Ebru Ablam annemin arkasından ağlamazdı tabi, en büyük çocuk ya, beni çimdikler “Ağla ağla, bağır ki gitmesin.” derdi. Çocukluk işte, annemin de gidip dönmeyeceğini sanırdık, kimsesiz kalmaktan korkardık galiba. Hiç istemezdik gitmesini, geldiğinde küskünlükle karşılardık. Sonra her ay birimizi yanında götürerek sıraya koydu bizi. Bu yolculuklarda başını yerden kaldırmaz, bir erkekle karşılaşsa yüzünü gizlerdi. Öyle genç ve güzeldi ki dulluğun başına bela olacağını bilirdi herhalde. Bunları görüyorduk, hem üzülüyor hem de öyle gerektiğine inanıyor, böyle olması gerektiğini zannediyorduk belki de.
Ebru Ablam çok kitap okumaya devam etti bu süreler boyunca. İki ev daha değiştirdik, annem ev sahiplerinden hep nefret etti. Gürültücü olduğumuz için “Ev sahibinin sesini kulağıma getirmeyin, sessiz olun, sessiz yürüyün.” diye peşimizden dolanırdı fakat bizi zapt etmesi zordu. Ayrıca kıyamıyordu da galiba, çocuk dediğin durmaz ki yerinde 7 sene yaşadığımız bodrum katına taşındıktan sonra anacığım biraz rahatladı. Aile apartmanıydı burası, bodrum katla beraber dört katlıydı. Bodrum ve birinci katta kiracı, ikinci ve üçüncü katlarda ev sahipleri otururdu. Her birinin bizim yaşlarımıza denk gelen 5-6 çocuğu vardı. Kimse kimsenin gürültüsünden şikayet etmezdi. Binanın bahçesine bitişik bir bakkal dükkanları vardı yine. Bu bakkaldan veresiye alışveriş yapardık. Sokağın karşı köşesindeki fırıncı İsmail’in fırınından veresiye ekmek alırdık, aydan aya öderdik. Elinde parası kaldıysa perşembe pazarına giderdi annem yoksa da aybaşının gelmesini beklerdik. 7 yıl boyunca bu bodrum katında, Elazığ Araştırma Hastanesi’nin ışıklarının düştüğü o evde yaşadık. Gece yarılarına kadar sokaklarda oyundaydık. Ebru Ablam kitapların içinde büyüyordu, ne bulduysa okuyordu. Mahallede Anadolu Lisesini kazanan tek çocuktu ki o zaman ilkokuldan sonra girilen Anadolu ve Fen Lisesi sınavları oldukça zordu. Bu süre boyunca Ebru Ablam kah resim sergisi yaparak kah yoksullara yardım için kermes düzenleyerek, kah dans ve tiyatro ekibi kurarak kah anneler günü etkinliği yaparak hayalci ve organizasyoncu özelliklerini gösterdi. Annemin giymediği beyaz sabahlığını bulup çıkartarak tiyatro kostümü olarak kullanıyor, sokakta tiyatro yapıyordu. Düğünlerde, kına gecesi ya da “yüz açımı” denilen düğün sonrası gelinin çeyizinin götürülüp hediyelerin verildiği günlerde toplanan kalabalığa “Mustafa Kemal’in Kağnısı” şiirini tiyatral şekilde okurdu. Şiirin Aman kocabaş ayağını öpeyim kocabaş, dizesinde birinin ayağına kapanır insanları hem etkiler hem şaşırtırdı. Kimileri medeni cesaretinden dolayı överler, kimileri de aklınca dalga geçerdi. Ebru Ablamsa ne yapmak istiyorsa onu yapardı. Kimin ne dediğine aldırmazdı. Annem hep övünerek seyrederdi, engellemez, “ayıptır” demezdi. Ebru Ablamla gurur duyardı her zaman, onun özgüvenini besler, aldırmazlığını “deli kızım” diyerek severdi. Deli kızı bildiğini okur, akıllıdır, biraz unutkan, dalgın, dağınıksa da ne çıkar?
İlkokulu Elazığ’da Fatih Sultan Mehmet İlkokulu’nda bitirdi. Tren gibi uzun ve L harfi biçiminde tek katlı, geniş bahçeli bir okuldu burası. Öğretmeni çok severdi, farklı, yaratıcı bir çocuk olduğunu söylerdi. Sınıfın çalışkan öğrencilerinden biri olduğu için Anadolu Lisesi sınavlarına katılması için yönlendiren de bu öğretmeniydi.
Anadolu Lisesinde anne-baba küçük burjuva mesleklerde çalışan ekonomik durumları iyi olan ailelerin çocukları vardı. Ebru Ablam gibi babasız, yoksul çocukların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Burada zorlandığını zannediyorum ama doğrudan yoksulluğundan dolayı utandığı, ezildiği ya da adaletsiz, eşitsiz muameleye maruz kaldığına dair bir yakınmasını hatırlamıyorum. Bu okulda ve arkadaş çevresinde de yakınlık kurduğu, güvenilen bir masum olarak kabul edilen biriydi. Cümlemin kusuruna bakmayın, ne dediğim anlaşılmıştır herhalde, karalama yapmayayım. Bu arkadaşlar Elazığ’ın bürokrasisini temsil eden ailelerin çocuklarıydı. Anadolu lisesinde hazırlık sınavından sonra barajı geçemeyen sınıf tekrarı yapardı. Ebru Ablam bu sınava geç kalınca bir yıl daha hazırlık sınavı okumak durumunda kalmıştı. Bu genel dalgınlığının, disiplinsizliğinin bir sonucuydu tabi. Yine bol bol okuyor, bir şeyler araştırmaya ve keşfetmeye devam ediyordu. Dini yönelimler baş gösterdi hayatında bu süreçte. Aslında eşitsiz ve çarpık gördüğü, adaletsiz bulduğu şeylerin onda yarattığı huzursuzluğu gidermenin peşine düşmüştü. Bizim annemle kurduğumuz 5 kişilik dünyada her şey çok küçük ve yüzeyseldi. Bir kökümüz, kimliğimiz, inancımız, mezhebimiz hatta memleketimiz bile yoktu. Hozatlıyız, biliyorum ama Hozat nerededir, biz neden orada değiliz? Bilmiyoruz. Nerelisin? sorusunun cevabı Elazığlıyım. Alevi misin, sünni misin, kürt müsün yoksa türk müsün? sorularının cevabı: Ne oyum ne buyum Allah’ın bir kuluyum. Ne zamandan beri? Kal-u beladan beri…
Bunları öğretmiş bize annem ve muhtemelen bizi koruyabilsin diye halalarım söylemiş. Ne Aleviliğe dair inançsal, kültürel, tarihsel bir aktarım yapılıyor, ne bir inancın gereğinden haberdarız. Kendini koruyabilmek için gizlenmek, böyle küçük yalanlar söylemek dışında yalan söylememek , aç gözlü olmamak, başkasının hakkına el uzatmamak, eşyasına dokunmamak öğretilmiş. Ne yalan söyleyeyim, yazdıkça da hatırlıyorum. İnsanların eşit olduğunu, bütün canlıları sevmek gerektiğini, eline, diline, beline sahip çıkmak gerektiği ve zalimlere boyun eğmemek için susuz çöllerde bir yudum su bile istemeyen Hüseyin’in ve Kerbela’nın da bölük börçük şekilde anlatıldığını bilirim.
Asasının yere vurunca her yerden su fışkırmış, diye kerametleri, tüylerimiz diken diken, gözlerimiz dolarak dinlerdik. Ama beş vakit soğukta abdest alıp namaz kılmak, gece yarısı uyanıp otuz gün ve bunun öncesi ve sonrasıyla tüm ülkede ortak bir gereklilik gibi kabul edilip yaşanması karşısında bize anlatıların güncel, pratik bir karşılığı yoktur. Bize oruç tutmak özendirilmez, Allah’ın içtenlikle yaptığımız duaları kabul edeceği öğretilirdi. Bizim Allahımız anlardı, hoş görürdü. Annem buna inanırdı herhalde ve kendisini hiç zorda koymadığını, çok sıkıştığında muhakkak Hızırın imdadına yetiştiğini söylerdi. Farkındaydık; dört yanımızda yalanlar, sahtelikler vardı. Adaletsizlik her yerdeydi. Bizden kötü durumda olanlar bunu hak edecek ne yapmışlardı? Zenginler , kibirli ve kötü oldukları halde el üstünde tutulanlar bunları hak edecek ne yapıyordu? Ortalama zekaya sahip, biraz da değerler aşılanmış her insan vicdanlı, adaletli olmayı, İslam’ın yaşam biçiminde, düşüncesinde bulabilir miydi? Orada huzura kavuşur muydu? Bulacağını sanıyordu, candan yürekten bağlanmak istiyordu bir inanca, fikre, köke…Namaz kılmayı öğrendi, oruç tutuyordu, eve taksitle dini içerikli kitaplar alıyordu, bize de okuyordu bunları. Adaletsizlikleri konuşuyorduk. Bizim de kendi doğrularına inanmamızı, ahlaklı ve temiz kalmamızı istiyordu. Ayrıca İslamın da gereğiydi inancını yaymak. Başını da kapattı, o küçücük bedenini Elazığ’ın kız çocuklarına bile şehvetle bakmayı ”becerebilen” erkeklerinden sakınmak için biraz da kendini koruma yoluydu bu. Okul formasının ceketi genişti zaten, etek boyu da kısa değildi. Bir tek başını kapatmadığı için çocuk bedeninde kadınlığa dair izler buluyor olabilirler miydi? Başını da kapattı işte, bu tacizlere, laf atmalara engel olsun diye. Büyüyordu Ebru Ablam, bize de gerçekten ablalık yapmaya başlamıştı. Her şeyimizle ilgileniyor, bütün öğrendiklerini, keyif duyduğu, sevdiği, tattığı her şeyi paylaşıyordu. Anneme de ablalık yapıyordu bir bakıma, teyzeme de. Onlar bir sorun olsa Ebru’ya sormak, anlatmak istiyorlardı. Halbuki 15 yaşında bile değildi o zamanlar.
(…)