Akıllı olmak aptalca davranmayı engellemez

acun karadağ ile ilgili görsel sonucu

E.A Rauter’in “Düzene Uygun Kafalar Nasıl Oluşturulur” kitabından bir alıntı cümle yazımızın başlığı. Yüksel Okulu’nda geçen hafta, üzerine uzun uzun konuştuk. Haliyle kimse aptalca davranmayı kabul etmediği için (ben de dahil) suratımıza tokat gibi çarpan bu cümle üzerine hayli düşündük. Biz sosyalistler akıllı insanlarız. Nasıl aptalca davranıyor olabiliriz?

Rauter kitabında bunu öyle ustalıkla anlatıyor ki şaşıp kalıyorsunuz. Mesela diyor ki “Bizi yöneten mekanizmanın en önemli dişlilerinden biri davranışlarımızı özgürce sergilediğimize inandırılmamızdır.” Devamında diyor ki eğer bir şeyi kendi irademizle yaparsak davranışımızı ve sonuçlarını o kadar beğeniriz. Başkasının iradesinden kaynaklanırsa memnuniyetsiz olabiliriz. Bunun üzerine aklıma hemen seçimler geliyor. Karşımıza 3-5 tane parti koyuyorlar. Bu partilerin çalışmalarının sınırlarını da kendileri çiziyorlar. Sonra bakın size seçme şansı veriyoruz diyorlar. Biz de kendimize en yakın bulduğumuz partiye oy veriyoruz. Bu parti yanlış da yapsa doğru da yapsa eleştirmiyoruz. Çünkü “kendi irademizle” oy verdik! Aslında kendi irademizle oy verdiğimize inandırıldık ki seçim sonucundan memnun olalım.

Yaşantımdan buna bir örnek vereyim. Bir kitapta okumuştum ve kızım üzerinde denedim. Oldu. Diyordu ki kitapta “çocuğunuza bir şeyi yaptırmak istiyorsanız seçme şansı verin. Kendi iradesiyle yaparsa yaptırmak istediğiniz şeyi benimseyecektir.” Kızıma ilk defa 2 buçuk yaşında süt içirecektim. Sütü reddetme ihtimalini ortadan kaldırarak “sütünü pembe bardağında mı, mavi bardağında mı içmek istersin” diye sordum. Sütün ne olduğunu bile sormadı. Çünkü süt içer misin diye sormamıştım. Pembe bardağında içti ve sonrasında hep süt içti. Şimdi seçim sistemiyle bize süt içer misin demedikleri için biz pembe ya da mavi bardakla oyalanıyoruz. Keşke bardağın içindekine de baksak… Bize, seçmek ister misin demiyorlar, hangi partiyi seçeceksin diyorlar. Neden devrimci anlayışlar bu partilerin içinde yoklar? Neden devrimci partiler kuruldukları anda illegal ilan ediliyorlar? Daha da ileri giderek terör örgütü olmakla suçlanıyorlar? Çünkü onlar sistemin işleyişine hizmet etmiyorlar. Çünkü bu sistemi eleştiriyorlar. Çünkü onlar düzene uygun kafa değiller. Bu bölümü yine Reuter’in sözleriyle bitirelim: Aslında başkalarınca yönetilen davranışlarımızı kendimizin yönettiğine ne kadar çok inanırsak, başkaları tarafından o kadar çok yönetiliriz.

ASLINDA MAKİNE GİBİYİZ
Reuter diyor ki “Konuşmak en çok karşılaşılan davranışlardan biridir. İnsanların konuşurken söylediği şeylerin çoğu yanlıştır. Örneğin birçok işçi “para iş görür” der. Oysa iş gören para değil kendileridir.” Çok çarpıcı değil mi? Bana da öyle geldi. İnsanlar duyduklarıyla konuşuyorlar. Birer makine gibi… Peki nereden öğreniyoruz bunları? Okullardan, televizyonlardan, reklamlardan, reklam panolarından, siyasilerin söylemlerinden… Sistem bütün düzeneğini, devamlılığını sağlamak üzerine kurmuş. Hiçbir alanı boş bırakmamış. Örneğin okullar iyi yurttaşın tanımını yapar. Bunun dışına çıktığında başına gelebilecekleri bilirsiniz. Örneğin İşçiler çalıştıkları iş yerine bizim şirket derler. Birkaç ay önce THY çalışan bir kadın hostesin yeni alınan uçağın önünde fotoğraf çektirerek “yeni bebeğimiz” diye yazdığını gördüm sosyal medyada. Paylaşımın altına yazdım. “Sen oranın çalışanısın. O bebek senin değil. Eğer kriz derinleşirse yarın öbür gün küçülmeye gidiyoruz diyerek seni kapının önüne koyabilirler. Çünkü sen bir emekçisin.” Söylemek istediğimi anlamadığı üzere bir şeyler yazdı oraya. Eminim işten atıldığında ne demek istediğimi anlayacak.

Peki neden işçiler ve memurlar sermayeyi kendileri ürettikleri halde sermayeyi kendilerinden üstün tutuyorlar? Reuter diyor ki “sebep sonuçta aranmalıdır.” Politzer’in dediği gibi de “nedenler sonuçları yaratır.” Yani eğer sistem kapitalizm ise bütün söylemler de onundur. Kapitalizm kendisine köle makineler yaratmak istiyorsa bunun nedenlerini de oluşturacaktır. Köle gibi düşünmeni sağlayacaktır. Bu bölümü de kitaptan bir Rus öyküsü ile bitirelim. “Bir zenginle bir fakir birlikte seyahat ediyorlarmış. Zenginin bir kısır atı, fakirin de bir kısrağı varmış. Bir gece kısrak bir tay doğurmuş. Tay zenginin arabasının altına yuvarlanmış. Zengin fakire ‘tayı araba doğurdu’ demiş!” Hikaye anlatıyor ki ne kadar zeki olursak olalım, ne kadar akıllı olduğumuzu düşünürsek düşünelim eğer fakirler olarak arabanın tay doğuramayacağını, tayın bizim olduğunu söyleyemiyorsak o tayı da zenginden almak için bir şey yapmıyorsak bu bizim aptalca davrandığımızı gösterir.

GERÇEĞİ GÖREBİLMEK İÇİN GÖRÜNTÜDEN BİR MİKTAR UZAKLAŞMAK GEREKİR
Bunu yaşlılar iyi bilir. 40 yaşını geçtikten sonra yakını görme problemi başlar insanlarda. Yakını iyi göremeyenlerin uyguladığı bir yöntem vardır. Okudukları yazıyı kendilerinden bir miktar uzaklaştırmak… İnsanlar da bazen kendi yakın yaşamlarına dair olayları kanıksadıkları için yakını görme problemi yaşarlar. O zaman da bu yöntem iyidir. Bir miktar uzaktan bakmak… Dışarıdan biriymiş gibi… Başkasının hayatına bakıyor gibi… Size kendi yaşantımızda karşılaştığımız bir olguyu uzak bir ülke üzerinden örnekleyeyim.

Yine aynı kitapta Vietnam savaşında 50 bin Amerikan askerinin öldüğü anlatılıyor. 50 bin askere ailen için öl deselerdi kaçı bu fedakarlığı yapardı bilemeyiz. Oysa Amerikan başkanı, Vietnam savaşına “Amerika’nın çıkarları için giriyoruz” dediğinden 50 bin erkek ölmüştü savaşta. Reuter diyor ki “Onların ölümüyle Amerika’da ne sığır eti ucuzlamış, ne Amerika’daki siyahların eğitim sorunu çözülmüş, ne de su ve hava kirliliği önlenmiştir. Yoksulluk içinde yaşayan Amerikalıların sayısı hala milyonlardır. Bu yoksulların arasında katliamdan kazançlı çıkan yoktur”. Savaştan tek karlı çıkanı, silah şirketleriydi. Amerikan sermayesi çok para kazandı bu ölüler üzerinden.

Akıllı insanlarsınız biliyorum. Aptalca davranmadığınızı düşünüyorsunuz. Siz kendi iradenizle kararlar vererek yaşıyorsunuz, bunu da biliyorum. Hadi yumuşatalım. Buna aptallık demeyelim de bilgi eksikliği diyelim. Egemenlerin bizden sakladığı bazı bilgiler var. Okullarda, gazetelerde, televizyonlarda bu bilgiler anlatılmıyor. Bu nedenle de bilmeden büyüyoruz. Başka bir hayatın, başka bir dünyanın nasıl olabileceğini bilmiyorsak talep de edemeyiz. Bu nedenle bazı bilgiler bize verilmez. Birileri bu bilgileri vermeye başladığında yasaklı kitaplar, yasaklı insanlar, yasaklı örgütler haline getirilir egemenler tarafından. Bütün muhaliflere terörist denilmesinden bu duruma aşinasınız. Belki bugün haberleşmenin gelişmesi, internet kullanımının yaygınlaşması, bazı bilgilerin saklanmasını engelleyemez hale getirmiştir. Ancak bu defa da bir sonraki dersimizde anlatacağımız gibi saklanamayan gerçeklerin karmaşık ve anlaşılamaz hale getirilmesi söz konusu olmuştur.

Bugünkü dersimizi bilmediğimizi talep edemeyiz üzerine bir örnekle bitirelim. Vasili Shomlinski’nin “Eğitim Üzerine” kitabını okuduğumda bu gerçeği çok daha iyi gördüm. Shomlinski kitapta hayata geçirdiği okulu anlatıyordu. Hem okulun fiziki yapısı, hem öğretmenleri, hem ders konuları inanılmazdı. O dönemlerde öğretmenliğim devam ediyordu. Ankara’nın yani ülkenin başkentinde çok da kötü olmayan bir semtindeki okulda görev yapıyordum. Kitabı bitirdiğimde Shomlinski’nin anlattığı şey okulsa, bizim çocuklarımız bir hapishanededir dedim. Burası okul değil. Burası bir insan kıyma makinesi. Burası çocukların zihinlerinin iğdiş edildiği bir toplama kampı dedim. Elbette bu saatten sonra bir okul talebimi daha sık dillendirdim. Bu taleplerim egemenlerin hoşuna gitmemiş olmalı ki artık görevde değilim. Ama onlar da bizim hoşumuza gitmeyen şeyler yapıyorlar. Belki biz de onları görevden alabiliriz.

Gülmeyin! Hayal edin!

Sosyal ağlarda paylaşın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.