Ağlamak gülmenin kardeşidir, sessizlik yaşatmaz öldürür
Eşiyle turşu suyu içmenin hayalini kurmak… Yüreğimi en çok bu cümle yaraladı
2006 yılı. TEMPO Dergisi’nin genel yayın yönetmeniyim. Muhabir arkadaşlarımızdan biri ölüm orucu haberi getiriyor. O günlerin en sorunlu konularından, yıllar içinde nasıl bir ‘tecrit-manevi işkence’ alanı olduğu yaşanarak anlaşılacak F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevleri’ne karşı yapılan bir ‘eylem’… Bu ‘eylemi’ avukat Behiç Aşçı yapıyor. Kendisinden önce bu soruna ‘dikkat çekmek için’ ölen 122 kişinin ardından. Gazeteci olarak gidip görmek, anlamak istiyorum.
Şişli’de merkezde bir ev. En üst katta… Önce bir bekleme odasına alınıyorum. İlk dikkatimi çeken sessizlik. Sanki insanın kendisiyle, belki vicdanıyla baş başa kalmasını sağlamak ister gibi. Kısa bir süre sonra odasındayım. Odanın bir ucuna alıyorlar beni, o da bir yatakta karşımda. Fazla yormamamı istiyorlar. Kısık bir sesle konuşuyor, zor duyuyorum bazı kelimeleri. Sağlığını soruyorum önce. ‘Yaşam hakkı’nı konuşuyoruz. “Konu ben değilim tecrit sorunu. Yaşam hakkı kutsaldır tabi ya tecrittekilerin yaşamı?” diyor.
O hafta “Şişli’de bir insan ölüme yattı biliyor musunuz?” diye bir yazı yazıyorum. O günler sivil toplum kuruluşlarının konuşabildiği, iktidarın kısmen de olsa dinlediği günler. Görüşmeler yapılıyor, Aşçı ölüm orucunu bırakıyor, tedavi oluyor.
Aradan geçen 14 yılda baskılar artıyor, cezaevlerinde ya da dışarıda değişik sebeplerle açlık grevleri yapılıyor. Şu an Grup Yorum Üyesi İbrahim Gökçek ile Avukat Aytaç Ünsal ve Avukat Ebru Timtik ölüm orucunda. Daha önce Helin Bölek ve Mustafa Koçak öldüler. Avukat Fikret İlkiz‘in T24’te ölüm oruçları konusunda yazdığı yazı çok önemli. Oradan bir kısmı almak istiyorum:
“Bilinmelidir ki, açlığa ve ölüme yatmaya karar veren kişinin kişisel kararı ortaya çıkan hukuki veya siyasi sorunların çözümünde bir insanın ölümü veya sakat kalması bahasına kazanılacaksa eğer, üstün tutulması gereken asıl değer insan yaşamının korunmasıdır.
Bir kişi bile, ölmemelidir, sakat kalmamalıdır. Cezaevlerinden cenazeler çıkmamalıdır. Mevcut yasal düzenlemelerde karşılığı bulunmasa dahi hukuki zeminde tartışılabilecek nitelikte olan, siyasal olsa bile hukuka, adalete ve demokrasiye uygun olan taleplerin ve sorunların çözümü için Türkiye’nin birçok cezaevindeki açlık grevlerine duyarlı olunması ve yaşam hakkının korunması hepimizin görevidir.”
Fikret İlkiz’in belirttiği gibi ‘yaşam hakkının korunması hepimizin görevi’. Şu an ölüm orucundakileri hayata döndürmek için girişimler var. İnsan Hakları Derneği Başkanı Öztürk Türkdoğan, 317 gündür ölüm orucu eylemini sürdüren ve kritik eşiği aşan İbrahim Gökçek ile ilgili olarak Cumhurbaşkanlığı’na çağrı yaptı. Türkdoğan, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan randevu istediklerini ve talep mektubunda yaşanılan süreci anlattıklarını belirterek, “Cumhurbaşkanlığı’nın sesimizi duymasını istiyoruz. Anayasal haklarla ilgili küçük bir açıklama bile İbrahim Gökçek’i yaşatacaktır” dedi. (Gökçer Tahincioğlu-T24)
Bir diğer girişim Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı tarafından T24’te Şirin Payzın’ın programında açıklanıyor. “Geçmişte yapılan açlık grevi eylemlerinde en azından müzakereler yürütülüyordu ancak şimdi hiçbir iletişim kanalı yok” diyen Fincancı. Cumhurbaþkanı Erdoğan ile cezaevlerinde yaşanan hak ihlallerini konuşmak için randevu istediğini anlattı.
Grup Yorum’dan İbrahim Gökçek aydınlara ve kamuoyuna çağrı yaparak “Ben de yaşamak istiyorum elbette. Peki dostlar, direniş bu aşamaya gelmişken, hiçbir somut kazanım elde etmemişken, direnişi ben nasıl bırakırım?” diyordu. (Bianet)
İstediği en önemli somut kazanım ‘konser izni’ idi. Gökçek’in çağrısını okuduğumda yıllar öncesine meslek hayatımda bizzat şahit olduğum ilk ölüm orucu eylemi geldi aklıma. Odaya girmeden önce kendimle yalnız kaldığım derin sessizlik anını düşündüm. Sessizliğin, sessiz kalmanın, duymamazlıktan gelmenin ne büyük bir geri dönülmez hata olduğunu bir kez daha hissettim. İbrahim Gökçek’in 14 Şubat’ta çıkarıldığı mahkemede verdiği ifadeyi okudum bir kez daha. Aynı grubun üyesi, aynı davadan yargılanan ama sonradan dosyası ayrılan eşi Sultan ile ilgili söyledikleri…
“Bugün 14 Şubat, Sevgililer Günü kutlamayız ama bugün evlilik yıldönümümüz. Eşimle birlikte yargılanıyordum dosyaları ayırdılar, o bugün buraya gelemedi göremedim onu. Dışarıda olsaydık yoksul halk çocukları olarak belki bir turşu suyu içme fırsatımız olurdu ama bu da elimizden alındı. Evliliğimizin beş yılının dört yılı hapishanelerde geçti, lanet olsun.”
Eşiyle turşu suyu içmenin hayalini kurmak… Yüreğimi en çok bu cümle yaraladı. Sırrı Süreyya Önder’in ‘Beynelmilel’ filmindeki bir sahne geldi aklıma. “Ağlamak gülmenin kardeşidir” denilen…Ölümün değil yaşamın, öldürmenin değil yaşatmanın kutsandığı bir ülke olduğumuzda, hep beraber, yan yana, hayata ve geleceğe gülerek bakabiliriz.