Gün Gün, An An…KIZILDERE’YE GİDEN YOL’DA 4 AY …

  • Bölüm 3 –

Takvimler 25 Mart’ı gösteriyordu. Ünye Radar Üssü’nde görevli İngilizler’i kaçırmak için planlandığı gibi, Ünye hükümet binası bitişiğindeki, Kılıç Apartmanı’na yöneldiler. Ancak İngilizler’in kaldığı evin yakınında yolda hesapta olmayan bazı kişilerin varlığı nedeniyle, eylem ertelendi. Ertesi akşam, tekrar denenecekti.

Nitekim, 26 Mart 1972 Pazar günü, Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ertuğrul Kürkçü ve karacı subay elbisesi giymiş bulunan Hüdai Arıkan, Kılıç Apartmanı’nda kalan üç İngiliz’in kapısını çaldılar. Askeri makamdan geldiklerini söyleyerek kapıyı açtıran savaşçılar, üç İngiliz’i rehin aldılar.

Aslında rehinelerinin sayısı, 12’ydi. Apartman girişinden itibaren karşılaştıkları bazı kişileri de rehin almak durumunda kalmışlardı. 12 kişiyi apartmanın 5. katında toplayan Mahirler, rehinelere korkmamalarını, kendilerine bir zarar vermeyeceklerini belirttiler. Hemen ardından da üç İngiliz’i yanlarına alarak bölgeden uzaklaştılar. Uzaklaşmadan önce de eylem yerine, daha önceden hazırladıkları “‘Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı, Parlamentosu ve Hükümetine” diye başlayan bildiriyi koydular.

Kılıç Apartmanı’ndan çıktılar. Yolculukları Kızıldere’yeydi şimdi. Yolculukları bir manifestoyaydı…

MAHİR VE DENİZ

Mahir ve Deniz… Yanyana çok fazla bulunmadılar belki. Ama tarih onların isimlerini çok sık yanyana getirdi. Eylemlerin en önündeydiler hep. Adları revizyonizmden kopuşta birlikte anıldı; örgütsel olarak olmasa da, siyasal olarak yanyanaydılar. Sonra 12 Mart koşullarında silahlı devrim cephesi içinde adları yine yanyana geldi. Kızıldere’de, asılmak istenen bir devrimci ve onun asılmasına, kendi ölümü pahasına izin vermeyen bir devrimci önder olarak adları yine yanyana anılacaktı… Ve adları, ihtilâlcilikleri, devrim saflarında birlikte yaşayacaktı…

KIZILDERE… Saat 05.00…

Takvimler 1972 yılının 30 Mart’ını gösteriyordu artık.

Gün ışıdı ışıyacaktı.

05.00 sıralarında Mahirler’in Kızıldere’de kaldığı ev kuşatıldı.

Mahir ve yoldaşları, önce bir ciple, ardından yürüyerek, yanlarındaki üç İngiliz rehineyle birlikte Kızıldere Köyü’ne ulaştılar. Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Ömer Ayna ve Sinan Kazım Özüdoğru da daha önceden köye gelmişti. Hepsi köy muhtarı Emrullah Aslan’ın evine üslendiler.

Üç İngiliz’in kaçırılması tüm ülkeyi sarsmıştı. Peki ne istiyordu Mahirler? Bu sorunun cevabı, üç İngiliz’i rehin aldıkları yere bıraktıkları bildiride yazılıydı;

“Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı, Parlamentosu ve Hükümetine” diye başlayan ültimatom şöyle diyordu:

“(…) 1972’nin Türkiye’sinde tek bir yurtseverin, öncü savaşçısının oligarşinin ipiyle hayatına son verilmek istenirse, bu İngiliz ajanları da halkın devrimci öncülerinin, yani bizlerin kurşunlarıyla yok olacaklardır.

Dünya halklarının baş düşmanı Anglo-Amerikan emperyalizminin askeri örgütü olan NATO’da görevli bu İngiliz ajanlarının hayatlarına karşılık şartlarımız açıktır.

1- İnfazlar derhal duracak.

2- Hiçbir yurtsever ve devrimci asılmayacaktır.

3- En çok 48 (kırk sekiz) saat içerisinde bu konuda Türkiye radyolarından infazların durdurulduğu hakkında yayın yapılması şarttır.

Bu şartlar yerine getirilmediği takdirde, kesin olarak bu İngiliz ajanları kurşuna dizilecektir.

Bu oligarşinin zulmüne, hainliğine, gaddarlığına, kan emiciliğine karşı bizlerin ilk ihtarıdır.

İnfazlar yerine getirilirse şu iyi bilinsin ki, ihtilalci misilleme sadece bu NATO ajanlarının yok edilmesiyle bitmeyecektir. Bu sadece başlangıç ve ilk ihtardır.”

ANKARA Alarmda… Kontrgerilla Kızıldere’de

Ankara’da, oligarşinin tüm kurum ve yetkilileri teyakkuz haline geçmişti. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay başkanlığında toplanan Milli Güvenlik Kurulu’nun gündemi bu eylemdi.

İçişleri Bakanı Ferit Kubat, Jandarma Komutanlığı’ndan Tuğgeneral Vehbi Parlar, Ankara Merkez Komutanı Tümgeneral Tevfik Tuning derhal Ünye’ye gönderildi. MİT’çiler, yeni oluşturulan kontrgerillanın vurucu ekipleri de bölgeye gönderildi.

Oligarşi bu arada ortaya para ödülü koyup halkı muhbirliğe teşvik etmeyi de ihmal etmiyordu. Ankara Sıkıyönetim ve 2. Ordu Komutanı Orgeneral Semih Sancar tarafından yayınlanan bildiride, İngilizler’in bulunmasına yardımcı olacak yurttaşlara “yüz bin liraya kadar mükafat” verileceği ilan edildi.

Halkı muhbirliğe çağıranlara CHP Genel Başkanı İsmet İnönü de eklendi. İnönü, açıklamasında “bağımsız mahkemeler” demagojisine sığınıp “Türkiye’de mahkemelerin tehdit altında hüküm vereceklerini… zannetmek hiçbir sonucu olmayan meyüsane bir teşebbüstür” diyor ve ardından ekliyordu: “Şehirlisi, köylüsü bütün Ordu ili, yakın iller, bütün memleket bunların peşine düşmelidir.”

Bir zamanlar, İngiliz emperyalizmine karşı Kurtuluş Savaşı veren “milli şef”, şimdi İngiliz ajanlarını kurtarmak için, emperyalizme karşı dövüşen devrimcilere karşı “sürek avı” düzenlenmesini istiyordu. Bu arada İngiliz Hükümeti’nin tavrı da ilginçti. İngiliz Hükümeti, rehin alınan üç İngiliz teknisyeninin hayatını kurtarmak için Türk hükümetinin “eylemcilere taviz vermemesini” istiyordu. Emperyalistler için üç ajanın lafı mı olurdu devrim mücadelesi karşısında.

İngiliz burjuvazisi, sınıfsal karakterine uygun olarak, devrime taviz vermektense, kendi ajanlarını ölüme terketmeyi tercih ediyordu.

KUŞATMA DARALIYOR

Hazırlıkların hemen ardından o güne kadar görülmüş en büyük takip operasyonu başlatıldı Karadeniz’de. Ankara, Tokat, Nevşehir, Amasya’dan getirilen polis, ordu birlikleri ve özellikle komandolar tarafından her yerde çevirmelere girişildi. Havadan ve karadan, mağaralara varıncaya kadar geniş bir alan aranıyordu.

Fakat ilginçti, gerçekte Mahirler’in bölgedeki eylemi ve sonraki gidiş yerleri hakkında birçok kişi bilgi sahibi olmasına karşın, kimse oligarşiye muhbirlik yapmıyor, oligarşi bunun karşısında halk ve ilerici çevreler üzerindeki terörünü alabildiğine artırıyordu.

24-30 Mart arasındaki günler içinde, Ünye ve Fatsa’da devrimcilerle ilgisi olan, tabiri caizse “devrimcilere selam vermiş” herkesi topladılar. Bilinen devrimcilerin, işçi ve köylü mücadelesinin yerel önderlerinin evlerine, işyerlerine “yıldırım” baskınlar yapıldı, gözaltına alınanlar işkencelerden geçirildi.

Kızılderedekiler’in etrafındaki kuşatma an an daralıyordu. Birleşen ipuçları, oligarşinin bekçilerini de Kızıldere’ye kadar getirmişti.

GÜÇLER EŞİT DEĞİLDİ FAKAT…

Takvim yaprağı  1972 yılının 30 Mart’ındaydı şimdi. 05.00 sıralarında Mahirler’in Kızıldere’de kaldığı ev kuşatıldı.

Esasında sadece ev değil, tüm köyün etrafı daha geceden sarılmıştı. Evdeki savaşçılar, komando erlerinin sürünerek kaldıkları eve doğru yaklaştıklarını ve bazı yerlerde mevzilendiklerini gördüler.

Bir teğmen ve bir astsubayın eve doğru yaklaşması üzerine, ev sahibi muhtar Emrullah Aslan onları karşılamak üzere dışarı çıkarıldı. Evden uzaklaşırken karısını, gelinini ve kızını yanına alan muhtar bir daha eve dönmedi. 

Bu sırada dışarıdan, ‘Alçaklar, çocukların arkasına saklanıyorlar’ diye bir ses duyuldu. En zor koşullarda bile, halktan insanların güvenliğini almaya öncelik veren bu savaşçılar için yapılabilecek en ağır ithamlardan biriydi bu. Bunun üzerine evdeki savaşçılar, evde başka kimse olup olmadığını araştırdılar hemen ve evin mutfak bölümünde muhtarın bir çocuğu ve iki torununu buldular. Çocuklar derhal kapı açılarak dışarı çıkartıldı.

Evin etrafı tamamen sarıldıktan sonra, megafondan yükselen metalik bir ses yayıldı köyün üstüne. Bu ses, içerideki devrimcilerden “kayıtsız şartsız teslim olmalarını” istiyordu.

Gerillalar, üst kata çıkıp çatışmak için hazırlık yapmaya başlamışlardı çoktan. Kiremitlerin bir kısmını açarak ateş edebilecekleri mazgallar açmışlar, alt kata da barikatlar kurup, kapı, pencere önlerini sağlamlaştırmışlardı. Kuşku yok ki, güçler askeri anlamda eşit değildi, ama her halükarda savaşacaklardı, taleplerinde ısrar edeceklerdi, öleceklerse, ölümlerini düşmana pahalıya maledeceklerdi.

Biliyorlardı ki, artık hiçbir şey, “o an”la, o köyle, hatta somuttaki talepleriyle sınırlı değildi. Anın, bulundukları yerin ötesinde Türkiye devrim tarihi yazılıyordu. Üç beş maceracı olmadıklarını, mevcut düzeni tümüyle değiştirip iktidarı almayı hedefleyen bir partinin önder ve kadroları olduklarını ortaya koyacaklardı tavırlarıyla.

Oligarşinin kuşatması sıkılaşırken, o ana kadar elleri bağlanmamış olan İngiliz rehinelerin de bir karmaşada kaçmalarını önlemek için elleri bağlandı ve üçü de kurşun isabet etmeyecek bir yere konuldu.

Megafondaki metalik ses geçen bu kısa süre içinde köyün üstüne asılıp kalmıştı adeta:

– Teslim olun!

Mahirler cevap verdiler:

– Kimse teslim olmayacak, şartlarımızı kabul etmezseniz İngilizler vurulacak.

Metalik ses, umutsuzca devam ettirdi çağrısını:

– Bakın teslim olursanız hiçbir şey yapılmayacak, size söz veriyoruz.

Zavallı katliamcılar. Orada, karşılarındaki devrimciler için “kendilerine bir şey yapılıp yapılmamasının” hiçbir önem taşımadığını anlayabilecek zekâdan ve duygudan yoksundular. Eğer onlar salt kendi canlarının derdinde olsalardı, Kızıldere’ye gelmezler, bu eyleme girişmezler, soluğu yurtdışında almış olurlardı çoktan. Ama karşılarındaki düzenin paralı uşaklarının kendini devrim için, yoldaşları için feda eden böyle bir duyguyu anlamaları mümkün değildi.

Mahir cevap verdi bu kez doğrudan:

– Teslim olmayacağız, siz kuşatmayı kaldıracaksınız. Bütün dünyanın gözü kulağı burada. Kuşatmayı kaldırmaz, şartlarımıza uymazsanız İngilizler’i vuracağız. Ölmeye ve öldürmeye kararlıyız.

Ölmek ve öldürmek yazılıydı sınıflar mücadelesinin kanunlarında. Gerekirse öldürecek, gerekirse öleceklerdi. Tersini iddia etmek, sınıflar mücadelesini devrimci rotasından saptırmaktı. İşte, Türkiye sınıflar mücadelesinin bu evresinde de ölünecek ve öldürülecekti. Karşı-devrim sesleniyordu o anda yine:

– Teslim oluuun!….

Devrimin, Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi’nin önderi Mahir Çayan, kısa, kesin, tek bir cümleyle verdi son cevabı:

– “BİZ BURAYA DÖNMEYE DEĞİL ÖLMEYE GELDİK!”

Sabah saat yedi civarıydı.

-Devam edecek –

Sosyal ağlarda paylaşın