KONUK YAZAR: AYTAÇ ÜNSAL…
Muammer evin kapısını açtı. Güneş Kartal Dağı’nı devirmeye, çatlatmaya çalışan bir ateş gibi doğmaya başlamıştı. Henüz sabahın erken saatleriydi. Sabah ile gecenin savaşının son anları yaşanıyordu. Sabah, muzaffer bir komutan gibi hakim olmaya başlamıştı.
Hayvanları yemledi. Ahırın kapısını çektikten sonra anlayamadığı bir takım konuşmalar geldi kulağına. Seslerin nereden geldiğini anlayamadı. Dikkat kesildi. Seherin tatlı serinliği içine dolmuştu. Bilmezliğin yarattığı korkuyla tüyleri diken diken oldu. Sesler bahçeden geliyordu.
-“Acaba bahçeye biri mi girdi?”
diye düşündü. Kim girecekti ki köy yerinde? Onlar yüz yıllardır kapıları açık uyumaya alışmış insanlardı. Evet, evet konuşmalar bahçeden geliyordu. Anlamaya çalıştı. Anlamadığı bir dil konuşuluyordu:
“Cai chen guangig, hello! Salam, da tavariş.”
Konuşmalara bir anlam veremiyordu. Biraz daha yaklaştı. Meyve ağaçları arasından gözlerini bir avcı kurt gibi kısarak bahçeye baktı. Gördüklerine inanamadı. Yeşil uzunca bir biber konuşuyordu:
-Lan gardaş yeter lan! Zabahtan bu yana çan çin çan, havar yu ne var yu! Kimsiniz gardaşım siz? Nerden çıktınız?
-“Hoçayici, ben Çin sarımsaği Pu, merhaba!” diye cevap verdi sarımsak.
Muammer gözlerini ovuşturdu. İnanamıyordu. Biber ile sarımsak konuşuyordu. Üstelik sarımsak Çinli olduğunu söylüyordu. Tüm şaşkınlığı ile devam eden muhabbeti dinlemeye devam etti.
-“Aleyküm selam gardaşım, ben de Adanalı biber Cabbar, “dedi biber.
Domates söze girdi:
-Gardaşım mı? Cabbar mi? Kimsiniz ya siz? Böyle uygunsuz konuşuyorsunuz
-“Bak hele bak! Allah-Allah! Paşam dağdan gelmiş bağdakini govalayacak kele, ” diye cevapladı biber ve ekledi:
-Asıl sen kimsin dayı? Hayır mı?
Yüzünü buruşturdu domates. Soğuk ve mesafeli:
-Ben Simon. İsrail’den geliyorum. Bahçenin sahibi beni tohumken satın aldı. Artık buranın domatesi benim.
-“Haydaa! Bizim Domat Ahmet abiye ne oldu?” dedi şaşırarak biber.
-“Ben bilmem. Artık ben varım,” dedi domates kibirle.
Bu arada yeşil bir balo kıyafeti giymiş şişman bir prensese benzeyen karnabahar söze girdi:
-Evet Mösyö, ben de Avrupa’dan geldim. Duydum ki siz çok geri kalmışsınız, zaten tavırlarınızdan da belli.
-Bak hele abla, sen bunları nerden bilin? Biz böyle konuşuruk, gayet ileri düşünürük de. Karnıbaharsın ama öğrenenememişsin bazı şeyleri,” diyerek sert çıktı biber.
-“Karnıbahar değil bir kere karnabahar Kar-na-bahar,” dedi karnabahar, biber çıkıştı:
-Yav buna mi dakıldın şinçi? Karnabahar dedik, heh ne oldu şinşi, saray lalesi mi oldun sankim.
Kimi sebzelerden “cik, cik” sesleri geldi. Bir anda“hayyyt”diye bir ses duyuldu.
-Koniçiva! Sen çok bağırıyoka, hanımları rahatsız ediyoka!”
diye giriş yaptı Japon karpuzu.
-“Noluyo!” diye sıçradı biber.
–“Hah bir sen eksiktin dayı. Kemal Sunal filmine çevirdiniz burayı. Gardaş samuray misin, ninca mısın bilmem ama bağa gendini ikiye böldürme!” diye bağıran biber hararetle devam etti:
-“Baaçayı resmen işgal ettiniz. Nerden geldiniz, kim gönderdi sizi? Neden memleketinizde deeilsiniz? –
“Arrigato! Ben hibrit tohumum. Şirketiko beni yolladiko burayako,” dedi Japon karpuzu.
– “Ni hadar yoldan geldin böyle gardaş?” diyen bibere, domates cevap verdi:
-Beni de şirketim Monsanto gönderdi. Görevimiz buraya yerleşmek ve sizi daha medeni bir hale getirmek.
-“Abuu! Bak hele! Duydun mu fasulye Ayse Kadın Abla? “dedi biber.
-“Zabahtan beri dinleyip durum Cabbarım. Şirket zerzevoti len bunnaa. Aklı sıra gelip bizim topraamızı elimizden alcekler, Bak sen ya şirketin eniği olmuşlaa nasıl da savunup durulaa. Size noluyo ten böyle?” diye giriş yaptı fasulye.
– “Ayy fasulye seni anladık da, şu biber de kendini fasulyeden sanıyor herhalde, Aha ha ha…”diyerek kendi şakasına güldü karnabahar.
– “Ablam iyi şaka yapıyon, gülüyon da siz ne yapıyorsunuz heç düşündün mü? Sizi gullanacaklar, sayenizde buranın insanı sizi yollayan şirketlere bağımlı gılınacak. Sen bunu bilin mi? Gendi gendilerine topraa ekemez hale getirecekler. Hak mı bu?” diye cevapladı biber.
-“Ayy bu mösyö biber çok sivri. Radikal radikal konuşuyor. Komünist mi yokso?” diye diğerlerine laf attı karnabahar.
-“Ablam ben sivri biberim zati. Adanalıyık, acıyık, gerçekleri konuşuruk.”
Fasulye sözü aldı:
-Hee gonuşuyo da yalan mı gonuşupduru? Böberleri aç goceniz ya vicdasızlaa. Zerzevat gaç para olcak haberiniz vaa mı? Gonuşması goley geliyo. Goleysa sen mi vercen len parasını manavın? Onurunuzla zepze olun bakam.
Konuşmaları dinlemeye devam ediyordu Muammer. Rüyada mıydı acaba? Muammer bunları düşünürken susam konuştu:
-Susam, susam dedim ama dayanamadım, yeter abla ya! Tamam ithal ürünüz ama biz de onurumuzu kaybetmedik. Bizi de bu çarka sokanlar var. Bu kadar üstümüze gelmeyin!
-Bak saslanım iyi hoş rahatsız olup durursun tepkilerimizden. Evvela bizden rahatsız olcene, seni buraya gönderenlerden rahatsız olsen ya. Gabul etme. Git gendi memleketinde simide mi koncen, çöreği mi süslecen, çocukları mı sevindirirsin. Tarlada baaçeleede heekese yetcek kadaa yee yok mu? Bizim senen sorunumuz olabilir mi? Biz işgale karşıyız aslanım. Yoksa gelin biz sizi misafir edelim buralaada.
Konuşmalar devam ederken Muammer’in dayandığı ağacın dalı gürültüyle kırıldı. Hibrit tohumlu sebzeler korkuyla susup çekildiler. Biber ise sinirden, heyecandan kırmızı yeşil gibi olmuştu.
-“Höst, kim var orada?” diye bağırdı. Şaşkınlıktan ne diyeceğini bilmeyen, sadece dudaklarını oynatan, “Him kim” diye sesler çıkaran Muammer’i gördü.
-“Hee gardas, Muammer sen miydin lan. Bak hele iki gonuşak gardas. Lan korkma lan. Heç gonuşan biber görmedin zaar. Bak hele bu gonuşmalar oluyor, bunnar yaşanüyorsa bunda senin payın da var, biliyon he mi? Bu kadar toprak, zebze, dohum, dedenden, atandan galmadı mı? Sen sahip çıkmazsankim koruyacak gardaş?”diye ekledi.
-“Ne bilim ki?” diyebildi Muammer.
-Öyle olur mu lan? Sen bilin tabi. Kim bilecek? Gurtarıcı yok Muammer, sen varsın, anan var gardaşın var, köylün var… Sen yapacan. Bizi sen büyütmedin mi? Sofralara yollayan sen deel misin? Bizi gurtaran da sen olacan.
-Gücüm yetmiyor biber. Ümüğümüzü sıkıyola.
-Canını yediğim yoldaşım, ben sana gurban olurum lan. Sen dağları ikiye bölersin Muammer’im..
-Bizim oğlan biber sivridir, sertir amma has çocuktur Muammer. Açık konuş şu sözü. Sana gücü yetecek vaa mi len? Deden anlatmaz mıydı oğlum? “Teslim olmak bizim kitabımızda yazmaz, ” diyen Atçalı Kel Mehmet hikayeleri böyümedin mi sen? Gurtuluş Savaşında sen buralaa dar etmedin mi düşmana? Bunnaan silahlısını govdun da şimdik paralısından mi gorkuyon len? Aboo, hunu bak bi yo? Aç bakalım Twittırı, Sibel BALAÇ ve Gökhan YILDIRIM’ı oku. Onna gardeşin len senin. Canin onna. Canin. Sizin için canlaani verip durula len, insan için biri canını veriyosa, insan nasıl güçsüz olabili? Sizin çocuklarınız onna. Senin dağını, daşını almasınla, bebenin boğazından geçen ekmeeeni çalmasınla diye gendi boğazlarından geçmişler. Bundan böyük bişee var mi len?
-“Muammer gardaş, “diyerek Muammer’in omzuna sıçradı biber.
-Gözlerime bak, acıyık zaten amma benim canımı acıtma gardaş. Nakış nakış işlemedin mi bu topraklan? Ganınla sulamadın mı? Üstünde hoplayacaklar, zıplayacaklar sen de bakacan he mi? Yok öyle! Gözlerime bak Muammer!” diye bitirdi.
Bir biberin gözleriyle karşılaşan Muammer panikle uyandı. Terlemişti. Hava aslında soğuktu. Soba yattığı odayı ısıtmıyordu. Rüyasının heyecanıyla terlemişti. Yanında uyuyan eşine baktı, huzurla uyuyordu. Rüyasında gördüklerini düşündü. “Ne saçma, “dedi, güldü. “Konuşan sebzeler peh!” Fakat içinden, yüreğinde, ha şurada biriken bir şeyler vardı. Sibel ve Gökhan geçti aklından. Gerçekten var mıydı böyle isimler? Telefona uzandı. İsimlerini yazdı. Karşısına iki genç insanın fotoğrafı çıktı. Doğruydu, vardı böyle insanlar.. Bu gerçekle karşılaşınca kaygılandı. Bu arada annesi çaldı kapıyı.
–Muammee galktınız mı oğlum? Bugün şirkete karşı eyleme gitcez, hadi kalkın gari.
-“Tamam geliyoruz ana,” derken bir yandan giyinmeye başlamıştı. Bir yandan da telefonda Sibel ve Gökhan’ı okuyordu.
“Zihinsel engelli öğretmeniymiş. ihraçları protesto için istifa etmiş. Bugünde baskılara karşı ölüm orucu yapıyormuş.”
“Gökhan’ın annesi, oğlu için açlık grevi yapmış.”
“Uyuşturucuyla mücadele etmiş Gökhan. Uyuşturucu satıcılarının ifadesiyle tutuklanmış.”
“Bu nasıl adalet len imanını gevrettimin dünyasında?” diye düşündü Muammer. Aklına rüyasında konuşan fasulye geldi:
–“Ekmeeniz çalınmasın deyi gendi boğazlandan geçmişler.”
Pankartlarıyla eylemdeyken de bunları düşünüyordu Muammer. Jandarmanın anonsuyla kendine geldi:
-Dağyeni köylüleri yaptığınız eylem yasadışıdır. Lütfen dağılın.
Jandarma Komutanı Hatçe Anayla tartışıyordu:
-Bak Ana bunlar zengin insanlar, koskoca Sabancılar. Öyle dağınıza, toprağınıza zarar verirler mi? Rüzgar santrali yapacaklar. Enerjiden siz de faydalanacaksınız fena mı?
-Ben annaman. Buralaa delecek mi? Delecekle. Ormanı, ağacı sökcekle mi? Sökcekle, ben annamam. Taka tuka laf bilmem, istemeyiz. Onna gazanecek Kartal Dağı’nın tepesine çökecekle, biz de tozunu yicez, gahrını çekcez. Öyle olmecek gomtan, öyle olmecek! Çekilin artık karşımızdan! Yunan giremedi len buralaa. Yettiniz gari ulen!
-“Yettiniz!” diye bağırarak koşmaya başladı köylüler. Jandarma barikatını yıkıp geçtiler. Paniğe kapılan, köylünün öfkesini gören jandarma koşmaya başladı.
Koşuyordu Muammer. Heyecanla, öfkeyle koşarken güldüğünü fark etti sinirden. Bin yılların köleliğine duyulan tepkiden, kendisi için aç olanların gücünü hissetti içinde. Ilık ılık huzur akıyordu sanki içine. Bu güçle bağırdı; “Yettiniz gari ulen!” Güneş batıyordu. Aydın Dağyeni köyünde, Kartal Dağı’nın ardında gizleniyordu. Bir gün daha biterken Aydın’ın biberi, fasülyesi, ağacı, toprağı, kekiği, kardeşi, anası Kartal Dağı’nı savunuyordu. Yüzyıllardır verdiği, yüzyıllardır yaşam aldığı Kartal Dağı’nı…