Dün yazımda zorla müdahalenin hem Biyotıp Sözleşmesi hem de etik ilkeler ve İstanbul Protokolü ilkelerine aykırı niteliğinden söz etmiştim. Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğünün yazısının yanıltıcı niteliğinden ve açlık grevleri ile ilgili olmayan bir maddenin, madde 8’in yazıda kullanılmasından. Yazı Genel Müdür Yardımcısı Sevil Serin imzası ile gitmiş. Bakanlıkta, bu yazışmadan tek sorumlu kendisi değildir eminim. Gene de merak ettim, bu madde içeriğindeki anlamı görmemesinin nedeni olabilir mi diye mesleğini araştırdım. Başarı hikayesi ayrı bir yazı konusu olabilecek kadar derin ama bizim konumuz o maddede tanımlanan acil müdahale koşulunu ayırt etme yeterliliği. Hukuk mezunuymuş kendisi. Selçuk Üniversitesinden mezunmuş. Üniversitedeki hocalarından birinin infaz düzenlemesine de atıfla zorla müdahaleyi uygun bulduğunu bilirim, ancak kendisi en azından ancak bilinç kapandığında böyle bir uygulamayı kabul ederdi. Bakanlık yazışmasında ise yaşamsal tehlike halinin varlığı halinde zorla müdahaleyi ilgisiz maddeler ile meşrulaştırmaya çalışıyorlar.
Hukukçu olduğu için acil müdahale ilkelerinin tıbbi anlamını bilmeyebilir ama Sağlık Bakanlığında çalışan hekimlere danışabilirdi. Ayrıca kendisi de sağlık meslek lisesi mezunuymuş. Ayırt etme yeterliliği konusunda bize görünen, ilgisiz 8. maddenin yanıltıcı olarak seçildiği yönüne işaret ediyor ister istemez. Peki bu yazı bizim için ne anlama geliyor sorusunun yanıtı sağlık emekçilerine ve özellikle de hekimlere yönelik bir baskı niteliğinde olmasıdır. Hekimler bu yazışma ile uluslararası düzenlemelere ve Türkiye’nin taraf olması nedeniyle de ulusal mevzuata aykırı bir emir almış oluyorlar. Son infaz düzenlemeleri de zorla müdahalede ısrar ediyor. Yasa, idari işlem ve etik ilkeler arasında sıkışıp kalıyor, onlar da nefes alamıyorlar. Hepimiz gibi…
Tüm bu hukuk tartışmaları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin ne yazık ki sağlık alanındaki uygulamaların özelliğinden haberdar olmayan, hukukçu gözüyle verilmiş zorla müdahale kararları ve bunlara ilgili yazıda yapılan atıflar bir yana; Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin işkence yasağını düzenleyen 3. maddesinden söz etmek istiyorum biraz da.
Özgür Karakaya ve Didem Akman geçen hafta Mustafa Koçak’a yapılana benzer biçimde zorla hastaneye kaldırılmışlar, hekimler zorla beslemeyi reddedince de 12-13 jandarmanın zoruyla kanları alınmış başhekimin gözetiminde. Özgür’ün jandarmaların tutup bastırdığı yerlerde morlukları olmuş, yani fiziksel zarar görmüş. Ruhsal boyutu bir yana…
Uluslararası işkence tanımı kamu görevlisi der, fiziksel ve/veya ruhsal zarar der, bir de kasıt der. Türk Ceza Kanunu’ndaki (TCK) işkence tanımı ise çok daha geniştir ve insan onuruyla bağdaşmayan davranışları işkence olarak kabul eder. Kasıttan söz etmez. Uluslararası tanımı esas alıp zor kullanımında zarar verme kastı olmadığı iddia edilebilir. Ancak herhangi bir sağlık girişimini kabul etmeyen insanların buna direneceği çok açıktır.
Direndiklerinde uygulanacak zorun zarar vereceği de. Bilinci açık ve sağlık girişimini reddeden birine insan onuruyla bağdaşan, bilmeden zarar verecek bir müdahale yöntemini ben sağlık emekçisi olarak bilmiyorum. Aktarılan 12-13 jandarmanın zoru bilgisi kendi başına zor kullanımının niteliğini ve işkenceye varan bir zorla müdahaleyi tanımlıyor.
Başhekimin gözetiminde uygulandığı iddiası da doğruysa TCK 94. maddenin 4 ve 5. fıkralarını hatırlatayım. “(4) Bu suçun işlenişine iştirak eden diğer kişiler de kamu görevlisi gibi cezalandırılır. (5) Bu suçun ihmali davranışla işlenmesi halinde, verilecek cezada bu nedenle indirim yapılmaz.” Suç sayılacak bu emre itaat ettiklerini söylerlerse o zaman bir de Eichmann’ı analım.
İnsan hakları mücadelesi yürüten bizler insan onuruna gereken saygının gösterilmesini ve elbette açlık grevi yapanların yaşamdan yana tutum almasını istiyoruz. Ama bu tutumun zor kullanarak, sağlık emekçilerine baskı uygulayarak, zararsız bir zorla müdahale olabileceği yanılsaması yaratarak sağlanamayacağını biliyoruz. Yol açık! Devletin haklardan yana, talepleri müzakere yükümlülüğü…
Konu farklı olsa da, Rıza Türmen’in T24’deki kayyım atamaları için hazırlanan Venedik Komisyonu Raporu ve hukukun üstünlüğü için kabul gören ilkeleri aktardığı yazısında özetlenen 6 maddeden tekinin bile Türkiye’de geçerliliği olmadığını, günümüz koşullarında adil yargılama talebinin ne denli haklı bir talep olduğunu hepimizin görmesi gerekiyor.
Haklarımıza sahip çıkalım!
(Evrensel gazetesi’nden alınmıstır)