Eylül deyince çoğumuzun aklına ilk olarak 12 Eylül geliverir. Ülkemiz topraklarının postallarla çiğnendiği bu tarihten sonra baskılar, yasaklar, işkenceler, sürgünler, idamlar, katliamlar süreci onyılları bulacaktır.
Kitaplar gömülecektir topraklara, asker sirenleri, tank sesleri, gece devriyeleri, askı, falaka, elektrik, kurşun, cop, gözyaşı, kan.. Pencerenin perdesini aralayıp bakan korku dolu bir çift göz, sis ve duman…
Bu tarih sorulduğunda akla ilk gelen bunlar olacaktır. Yıl 1980’di ve ülkemize cunta gelmişti. “Silahlı kuvvetlerin yönetime el koydu”ğunun açıklandığı andan itibaren ortalık bir anda derin bir sessizliğe gömülmüştü. Bir tek direnenlerin sesi duyuluyor, bu ses boğulmak isteniyordu. Aylarca süren operasyonlarda binlerce devrimci, yurtsever, ilerici-demokrat, aydın gözaltına alınıyor, aylarca süren işkenceli sorguların ardından hapishanelere dolduruluyordu. Direnenlerin sesi susmuyordu. Bir direniş türküsü dalga dalga yayılıyordu Metris’ten…
Eylül hüzün, Eylül kasvet, Eylül yorgunluk demekti kimilerine göre. Eylül acı demekti. Yılgınlığın, teslimiyetin ve korkunun teorileri yapıldı yıllarca. Kimileri ağladı o ‘kaybolan’ yıllarına. Eylül’ü yazdılar, Eylül’ü çizdiler, Eylül’ü söylediler Eylül’le beslendiler yıllar boyunca. Adlarına “Eylül Sanatçıları” denildi. Onların anasıydı 12 Eylül.
Kimileri 12 Eylül kanunlarına teslim olurken kimileri ise onurunu teslim etmiyor, 12 Eylül’e direniyor, misyonunu yerine getiriyordu.
Yıllar sonra tarihe bakan yeni kuşak, ülkesi ve halkı için ölümü seve seve göze almış yiğit devrimcilerin hayatlarını öğrenecek, düşüncelerinden ve sanatından taviz vermeden hayatının sonuna kadar onurlu yaşamış devrimci sanatçıları ve onların eserlerini görecek, onlarla bilinçlenecek, onların geleneğini bugünlere taşıyacaktı.
Eylül çürütürken kimilerini, kimileri ise toprağa düşen bir tohum olacaktı. Bunlardan biri de 20 Eylül 1985’ te o hiç eğilmeyen başıyla dimdik ölen Ruhi Su’ ydu…
20 Eylül 1985’te Şişli Meydanı’ndan omuzlar üzerinde uğurlanırken huzurluydu usta. Çünkü halkına olan vefa borcunu ödemişti. Hayatı boyunca halkını utandıracak hiç bir şey yapmamış olmanın verdiği huzurdu bu.
Cenazesi dostları ve sevenleri tarafından binlerle uğurlanıyordu. Sevenleri onun ölmeyeceğini haykırırken, 12 Eylül kanunları hemen devreye sokuluyor yüzlerce kişi dövülerek gözaltına alınıyordu. Ruhi Su ise omuzlar üzerinde son yolculuğunu yaparken haykırıyordu hala o tok, o gür sesiyle: “Gün ışıyıp gelir sabret bu bizim Yattığımız yerde güller bitecek…”
Ebedi uykuya yattığında o upuzun ve onurlu ömrünü değerli bir miras olarak bırakıyordu gönülden bağlı olduğu halkına… Ruhi Su halkını gönülden seven, halkının yarattığı değerlerden biri olan türküleri işkenceler pahasına söylemekten çekinmeyen bir ozan, devrimci bir sanatçıydı. Hayatında gördüğü baskılar 12 Eylül’le sınırlı değildi. 12 Eylül onun hayatının sadece bir kesitinde gördüğü baskıların başlangıç tarihiydi. İlerlemiş hastalığına rağmen yurtdışına çıkmasına izin verilmiyor ve ölümü bekleniyor, isteniyordu.
Ve 12 Eylül kanunları öldürüyordu Ruhi Su’ yu. Nasıl bir hayattı onunki? Nasıl bir hayattı ki binlerle uğurlanıyor, eserleri dilden dile söyleniyor, yüzlerce insan onun öğrencisi olmaktan onur duyuyor ve anısını yaşatıyordu. Yoksul, çileli, dertli, acılı ama vefalı bir hayattı…
Ne hayat utandırdı onu ne de o hayatı…
Ülkemizde aydın olmanın devrimci bir sanatçı olmanın bedeli vardı. Ruhi Su’ da bu bedelleri sırası geldiğinde bir bir ödedi. İnatla ve inançla dokundu bağlamasının tellerine… O gür sesi dostlarının yüreğini, düşmanının dizlerini titretecek kadar güçlüydü…
Ve o ses ömrünün sonuna kadar hiç susmadı. Ruhi Su türkülere olan sevdasını şöyle aktarıyordu: “Türkü söylemek benim için bir aşk halidir. En güzel aşklarımı türkü söylerken yaşadım. Ne onlar beni aldattı, ne de ben onları… Türkü söyledikçe yeşeriyor, çiçekleniyorum.”
İŞKENCELERE BASKILARA TESLİM OLMAYAN HALKIN OZANI RUHİ SU
1952 yılında TKP üyesi olduğu gerekçesiyle gözaltına alınır ve o ünlü Sansaryan Han’da işkenceli sorgulardan geçirilerek tutuklanır. Beş yıl hapis, yirmi ay gözetim cezasına çarptırılır. Türküleri mapus duvarlarına çarparak yankılanır, yaptığı türkülerden dolayı işkence görür. Çünkü türküleri Nesimi’nin derisini yüzenleri, Pir Sultan Abdal’ı asanları korkuttuğu kadar korkutur dönemin egemenlerini. Alnının akıyla tamamladığı mapusluğundan sonra da halkının sesi olmaya devam eden, örgütlülüğü savunan bir sanatçı olur.
Gördüğü konservatuar eğitimi ile elit ve gözde bir sanatçı olabilecekken, o zor ama doğru olanı seçer, halkının yanında yer alır, onun kültürel mirasını bulup çıkarır, işler ve sunar.
Konya’nın Çumra ilçesinde yaşadığı sürgün hayatında yoksulluk, işsizlik bir türlü peşini bırakmamasına rağmen zorla bulduğu işten de “Bitmeyen Yol” filmi için yaptığı “Kısa Çöp Uzundan Hakkını Alacak Elbet” türküsünü seslendirdiği için atılır. Söylemeye, türkülere hayat vermeye devam eder Ruhi Su.
Köroğlu, Pir Sultan, Karacaoğlan, Yunus Emre onunla türküleşecek, dile gelip bir kez daha dolaşır Anadolu’yu. Semahlar, zeybekler, onun bağlamasının tellerinden dökülür bir kez daha…
Halk kendinden olanı sahiplenecek ve Ruhi Su gönüllerde yerini bulacaktı… 20 Eylül 1985’ te tedavisine olanak tanımayarak ölmesine sebep olanlara Ruhi Su’nun dilinden söylenecek bir çift söz vardır artık: “Sabahın bir sahibi var ar bir gün sorarlar”
Halkız Biz – 4 Türkülerimizle Varız kitabından alıntıdır