Paniğe gerek var: Ya örgütlü halk, ya ‘felaket’
Türkiye 1999’da, örgütsüz bir halkın başına gelen felaketi yaşadı. Ve ülkeyi yönetenler bunun üzerine kayda değer bir önlem almadı. O halde şunu sormaya hakkımız var: Hepimiz ‘Allaha emanet’ isek; herkesin ‘başının çaresine’ bakacağı bir tablo göreceksek, ‘panik olmamak’tan sonraki ikinci adımımız nedir? Bu sorunun yanıtı, ‘panik olmayın’ diyenler de değil, bizlerde olsa gerek.
1965 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat ve İçtimaiyat [Toplumbilim] Enstitüsü, İTÜ Şehircilik Kürsüsü’ne bir teklif götürdü. Enstitü bünyesindeki Sakarya Sosyal Araştırmalar Merkezi (SSAM) Adapazarı’nın şehirleşmesiyle ilgili bir çalışma başlatmıştı ve bu dizinin 56. Konferansı için İTÜ’den bir rapor istenmişti. İncelemeyi İTÜ Şehircilik Kürsüsü asistanlarından Orhan Göçer, dördüncü sınıfta okuyan iki öğrenciyle birlikte yaptı. Bulguları ve uyarıları enteresandı:
“Şehrin zemininde her tarafla kumlara rastlanır. Kumlar içinde bulunan kömürleşmiş ağaç parçalan ve diğer bitki kalıntılarından, bu kütlenin çok eski bir devirde nehirler tarafından biriktirildiği anlaşılmaktadır. […] Bütün şehrin, genç ve fazla yerleşmiş olan nehir birikintileri üzerinde bulunması ve yeraltı su seviyesinin satha [yüzeye] çok yakın olması, zelzele bakımından çok tehlikelidir.”
Rapor çarpıcı bir gerçeğe daha dikkat çekiyordu: Adapazarı’nın en yüksek rakımlı noktası 31 metre, en düşük rakımlı bölgesi eksi 27 metre idi. Yani Adapazarı, yer yer deniz seviyesinin 27 metre altında olan alüvyonlu bir ova, tektonik bir çukurdu.
1960’a gelindiğinde, Demokrat Parti ve Menderes’in ‘tarımsal kapitalizmi’, Türkiye için ilkel bir tıkanıklık haline gelmiş; kendi doğal mecrası ve menzili olan tarihsel gericilikle birlikte donmuştu. Onun alaşağı edilmesinden sonra başlayan 60’lı yıllar, Türk sanayi burjuvazisinin, Türkiye’yi uluslararası kapitalist pazara iliştirmek istediği ve bu amaçla, iktisadi, siyasi, sosyal projeler ürettiği bir dönem oldu. Yukarıda anılan ve Cumhuriyet aydınlanmasının –ana gövdeden kopuk da olsa– bir sinir hücresi gibi halen yaşayan kurumlarından olan enstitü ve kürsüler, sanayi kapitalizminin iştahlı büyümesine karşı, hem işçi sınıfının pozisyonunu hem de ekonomik, sosyal ve doğal/teknik koşulları gözeten araştırmalar yapıyordu.
Adapazarı Konferansları da bu yöndeki meyus çabalardan biriydi belki. Ama İTÜ Şehircilik Kürsüsü’nün kentleşme konusundaki uyarı ve tavsiyeleri; ithal ikameci sanayi burjuvazisiyle, onun, başta askerler ve Demirel olmak üzere her ‘renkten’ siyasi temsilcilerinin genişleme stratejisi karşısında vızıltı gibi kaldı. Bunun acı sonuçları ise raporun yayınlanmasından sadece bir yıl sonra 22 Temmuz 1967’deki depremle ortalığa saçıldı. 6.8 büyüklüğündeki depremde (resim rakamlara göre) 86 kişi ölmüş, 332 kişi yaralanmıştı. 1965 nüfus sayımına göre Sakarya’da yaşayan her 1000 kişiden biri ölmüş, her 250 kişiden biri yaralanmıştı. Yıkımın, esasen kentin kuzeyindeki emekçi mahallelerinde gerçekleştiği düşünüldüğünde, kapitalist ‘kalkınma’ açgözlülüğünün sorumluluğu daha açık görülebilir.
Ama Adapazarı’nın (en az) 86 can, yüzlerce sakat, yıkılmış binlerce binayla ödediği bedel de ders olmadı. Deprem anında katı bir yer kabuğu gibi değil de neredeyse sıvı gibi davranan Adapazarı zemininde sınai kalkınma hamleleri sürdü. Şeker ve hazır gıda, ağaç, plastik ve kauçuk sektörleri Adapazarı ovasına yerleşmeye devam etti. Zemin sıvıydı belki, ama bölge ‘pazarlara’ yakındı: İzmit Limanı şuracıkta, İstanbul oracıkta…
* * *
17 Ağustos 1999’daki büyük depremde Evrensel gazetesinde çalışıyorduk. O sabah, aralarında Gazete Duvar’daki yazılarından tanıdığınız Şenay Aydemir’in de bulunduğu bir ekiple birlikte bölgeye doğru yola çıktık. Derince, Körfez, İzmit, Gölcük… ve sonunda Adapazarı’na vardık. En çarpıcı tablo oradaydı. Kentin girişindeki büyük Migros marketinin otoparkına sığınmış kalabalıkta ilk karşılaştığımız insanlar, deprem gecesinin kızılca karanlığında, kıyamet koptuğunu ve ‘Araf’ta olduğunu sanıp salavat getirerek dolaşan komşularını anlattılar. Bunun yadırganacak bir davranış olmadığını, o süpermarketten ayrılıp kent merkezine geldiğimizde anladık. Adapazarı gerçekten bir ‘kıyamet’ yaşıyordu; ama bu, masum inançlıların, o gece biraz da teselli arayışıyla sanmak istediği gibi ilahi değil, son derece dünyevi bir kıyametti. Kent merkezinin binaları deniz kıyısına yapılmış kumdan kaleler gibi erimiş, içine çökmüş, toprağa gömülmüştü. En sağlam binalar, sıvı zemine dayanamayıp yan yatmıştı.
.
Adapazarı’ndaki görüntünün bir kıyamet değil, dört başı mamur bir ihanet görüntüsü olduğu apaçık ortadaydı. İnsanlar, temeli handiyse suya atılan binalarda ölüme terk edilmişti. Bu ihaneti, maruz kaldıkları ideolojik çarpıtmayla ‘kıyamet’ sanan Adabazarlıların hikayelerini dinlediğimiz market-otoparkın holdingi, kentte büyük otomotiv yatırımlarına sahipti. Türk sanayi burjuvazisinin as kadrosundan Koç Holding, Otokar’da çalışan işçilere Migros’tan perakendecilik yapıyordu. Gebze’de Arçelik, Gölcük’te Ford…
17 Ağustos 1999 depreminde, resmi kayıtlara göre 17 bin 480 kişi öldü, 23 bin 781 kişi yaralandı ve 505 kişi sakat kaldı. Bu kayıpların yaklaşık 4 bini Adapazarı’ndaydı. Kent genelinde onbinlerce konut ve işyeri yıkıldı. Kocaeli’nde enkaz altından çıkarılan cesetler, ağustos sıcağında kokuşmasın diye kentin buz pateni sahasına istiflenmişti. Adapazarı, 18 Ağustos günü öğle saatlerinde kesif bir ceset kokusuyla kaplıydı. Ve tıpkı 67 depreminde olduğu gibi, bu felaketten de bir ders çıkarılmadı. Türkiye’nin kapitalist birikim rejimi tarımdan sanayiye direksiyon kırarken kurban edilen herkes ve her şey, 12 Eylül sonrasının neoliberal kapitalizminde yine kurbandı. Menderes’ten Demirel’e, ondan Özal’a –ve tabi bugüne varan bir zincir…
Ama 17 Ağustos depremi, zaten makyajlı bir Gulyabani durumundaki siyasal rejime ölümcül darbeyi indirdi. 12 Eylül sonrasını kaba bir tasnifle, 1980-83 cunta rejimi, 1983-91 cuntaya eklemli ANAP ‘sivilleşmesi’ ve 1991-2002 zorunlu milli güvenlik rejimi olarak bölümleyebiliriz belki. 17 Ağustos 1999, ağır ekonomik krizlerin ve çarpık kapitalist sanayileşme havzasının depremle tarumar olmasının altından kalkamayan milli güvenlik rejiminin, 2002’deki ‘AKP zaferi’ ile resmi teyidi gelecek olan yıkımının miladıydı. O dönem, köksüz bir sivil toplum sloganı olarak dolaşımda kalan “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” sözü, negatif anlamıyla gerçekleşen bir kehanet oldu. 99 yıkımı, daha dizginsiz bir piyasalaşma, daha azgın bir siyasal gericilik, daha beter bir toplumsal örgütsüzlük vaat eden güçler için fırsata dönüştü. Ve gerçekten de bir yandan hiçbir şey eskisi gibi olmadı, öte yandan da her şey eskisi gibi kaldı. ‘Resmen’ 17 bin 500 kişinin öldüğü 99 depremiyle ilgili 2 bin küsurcuk dava açıldı. Sadece 40 kişi suçlu bulundu. Bu davaların da çoğu, 2007’de zamanaşımından düştü. Dönemin simgelerinden haline gelen ve 195 kişinin ölümünden sorumlu tutulan Yalova müteahhidi Veli Göçer de 2011’de tahliye oldu. Türkiye’nin ‘bol alkışlı’ yeni İslamcılarının siyasal iktidarı perçinlediği yıllarda…
***
İstanbul üç gün içinde iki ürkütücü depremle sarsıldı. İnsanlar haklı olarak endişeli. 1999 çok uzak bir tarih değil ve 20 yıl öncenin karanlık anıları, zaten tetikte beklediği dehlizlerden çıkıp geliyor. Zira, bu 20 yılda önleyici hiçbir şey yapılmadığı –en kötü ihtimalle sezgi yoluyla– biliniyor ve dahası, henüz yıkım yaşanmamışken bile, olası felaket bir tür prova olarak yaşanıyor: Performansı gacırtısından anlaşılan mezar binalar; 20 yıl sonra aynı ilkellikle çöken haberleşme sistemleri; inşaat ve rant rejimince gasp edilmiş ve “her gün yenileri ilan ediliyor” diye en üstten, dalga geçer gibi internetten kovalamamamız istenen toplanma alanları… ‘İkinci adam’ şöyle söylüyor, aynı kentteki yakınlarının sağlığından haberdar olacak bir telefondan mahrum insanlara: “Depremde birincil derece önemli olan panik olmamak, yani olabildiğince sakin olacaksınız, panik olmayacaksınız.”
Kötü senaryodan konuşmaya cesaret edelim. İstanbul’da büyük bir deprem meydana gelmesi halinde, henüz hiçbir yer yıkılmamışken kaput olan iletişim hatlarının tamamen ve uzun süre devre dışı kalacağı; insanların toplanacağı alanların, sokak aralarında sıkışıp kalmış bazı minyatür ‘park’lar ve kendisinin ne hale geleceği belirsiz okul binalarının bahçelerinden ibaret olduğu; bu koşullarda toplumu seferber edecek kayda değer hiçbir önlemin alınmadığı, hatta kayda değmez bir önlemin bile zikredilemediği; aslında herkesin, başının –olmayan– çaresinebakmak durumunda kalacağı ortada…
Sanayi ve ticaretin üretim ve ikmal yollarının azami kâr hırsıyla organize edildiği Marmara şehirleşmesi, yönetici sınıfların benzerlerinden ders çıkartmamak konusunda bilinçli bir kayıtsızlığa sahip olduğu yeni bir felaket ihtimaliyle karşı karşıya. Bu koşullarda bize “birincil derece önemli olan panik olmamak, panik olmayacaksınız” diyenler, soğukkanlılık değil kaderci bir boyun eğme telkin ediyorlar. Mukadder görünen felakete karşı ‘panik’ olmanın bir faydası yok elbet; ama onu görmezden gelmek anlamına gelen bir ‘sakin olun’ telkininin de hiçbir faydası yok. Türkiye 1999’da, örgütsüz bir halkın başına gelen felaketi yaşadı. Ülkeyi yönetenler bunun üzerine kayda değer bir önlem almadı. O halde şunu sormaya hakkımız var: Çocuklarımız okullarda, işçilerimiz fabrikalarda, hepimiz evlerinde ve işyerlerinde ‘Allaha emanet’ ise; fahiş vergili GSM sistemlerimiz çalışmayacaksa; herkesin ‘başının çaresine’ bakacağı bir tablo göreceksek, panik olmamaktan sonraki ikinci adımımız nedir? Bu sorunun yanıtı, ‘panik olmayın’ diyenler de değil, bizlerde olsa gerek.