İncelediğimiz ülke, bizden kilometrelerce uzakta olunca tereyağından kıl çeker gibi ne de kolay ulusal yapısının analizini yapabiliyoruz değil mi? Sürekli bu uzak ve güvenli sulardan ‘ulusal yapı’ ve ‘ırkçılık’ analizleri çekip çıkarmak ne kadar da rahat. Sol içinde, gemilerini sürekli bu sularda yüzdürmek isteyenlere neden bu kadar sık rastladığımızı şimdi daha iyi anlayabiliriz belki: Uzak mesafeleri net gösteren, fakat yakın çekimlerde bulanıklaşan fotoğraf makinesi lensleriyle dolu etrafımız.
Geçtiğimiz günlerde ABD Başkanı Donald Trump’ın ‘Antifa’ ya da ‘Antifaşist Hareket’i ‘terör örgütü’ olarak tanımlamasının ardından, konuya hakim olmayanların kafasında bu hareketin ne olduğu soruları belirdi. Aslında Antifaşist Hareket, ilk olarak kömür iskelesinde çalışmış, ‘geniş omuzlu’ bir Alman dok işçisi tarafından telaffuz edilmiştir. Bu kişi Almanya işçi sınıfının yetiştirdiği en büyük komünist önderlerden biri olan Ernst Thalmann’dır. Kendisi, kurucusu olduğu Antifaşist Hareketi şöyle tanımlar: “Faşizme karşı mücadeleye azimli bütün işçilerin toplanacağı bir havuz.”
Kimileri için sadece ‘basit bir işçi’ olan Thalmann, hapishanedeyken bile Nazilerin korkusu olacak kadar büyük bir liderdir. Yani birisini ‘sadece iyi bir demagog’ diye damgalamadan önce bir daha düşünmek gerekiyor. Onun gücü, sadece seçimlerde aldığı milyonlarca oydan gelmez; siyasetin güvenli limanlarından ötelere açılıp, en şiddetli fırtınalara göğüs gerebilen bir lider olmasından da gelir. Böylece içinden geldiği işçi sınıfı için özel bir yer kazanmıştır. Öyle ki Hitler, 1933’de tutukladıkları Thalmann’ı, savaşın ancak son dönemlerinde öldürmeye cesaret edebilir. Toplama kampında katledilen işçi önderinin bedeni apar topar yakılır ve ‘Müttefik bombardımanında öldü’ denir. Görünüşe göre bu koca cüsseli işçi önderinin gölgesi ne Hitler’i ne de diğer ırkçıları rahat bırakmamıştır. ‘Esas düşman kendi ülkemizdedir’ diyenlerin izinden giden Thalmann’ın gölgesi…
Thalmann’ın katledilişi neredeyse 80 yıl oluyor. Fakat yarattığı Antifa’nın bayrağı bugün dünyada, özellikle Batı metropollerinde dalgalanmaya devam ediyor. Peki gölgesinde Thalmann’ın silüetini taşıyan bu Antifa nedir? Nasıl ortaya çıkmıştır? Batı’daki anlamı nedir? Görünüşe göre Trump’ın açıklamasından sonra bu hareketi sadece ‘anti’, yani sadece reaksiyoner bir hareket olarak tanımlamaya girişenler çoğaldı. Bu kişiler ya da kurumlar, işine gelecek şekilde Antifa’yı ‘faşistlerin karşısındaki bir başka aşırılıkçı grup’ olarak yorumladı. Boşverelim şimdi bunları, biz eğer ki toplumsal mücadele tarihini burjuva vakanüvislerinden dinlemek istemiyorsak, neyin nereye oturduğunu, tarihin kendi ışığıyla okumalıyız…
Antifaşist Hareket (Antifaschistishe Aktion), Thalmann’ın liderliğindeki Almanya Komünist Partisi (KPD) tarafından 1932 yılında kurulur. Parti, o dönemki siyasi konumlanmalar gereği kendini ‘Almanya’daki tek anti-faşist odak’ olarak tanımlar, nitekim sosyal demokratlarla (SPD) aralarındaki mesafe enikonu açılmıştır. Öyle ki SPD, Antifaşist Hareket’e katılmayı reddeder ve KPD tarafından ‘sosyal faşist’ olarak tanımlanır. Sosyal demokratlara göre ekonomik buhranın bitirilmesi, faşizm belasını da kendiliğinden sonlandıracaktır. Bu nedenle kendince ‘uçlara’, ‘aşırılığa’ kayışa karşı çıkan SPD, yüzünü orta sınıflara doğru döner.
Berlin filarmoni orkestrasının konser salonunda kongresini düzenleyen Antifaşist Hareket’in astığı pankartlar dönemin SPD-KPD çatışmasını da gözler önüne seriyor. Solda, “SPD budur” yazılı pankartta Naziler bir işçiyi döverken sosyal demokratlar polisin kendilerini engellemesinden dolayı korkakça bu sahneye seyirci kalır. “KPD budur” yazılı pankarttaysa ellerinde Antifaşist Hareket bayrağıyla burjuvaları, askerleri kovalayan güçlü işçiler vardır. (Yeri gelmişken söyleyelim, bugün hâlâ, dünyanın dört bir yanında kullanılan Antifa logosu, KPD ile ilişkili Devrimci Görsel Sanatçılar Derneği tarafından tasarlanır.)
Tabii bu sırada ‘uçlarda’ işler kızışır ve ülkedeki atmosfer, sosyal demokratların umduğu yöne gitmez. Güçlenen Nazilerin, meşhur Reichstag Yangını komplosundan sonra başlattığı komünist avından bu Antifa hareket de nasibini alır. Fakat ekilen tohumlar İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, faşizm belasının filizlenmesine karşı Batı Almanya başta olmak üzere çeşitli bölgelere yayılır. Ne de olsa Nazileri cezalandırmakta isteksiz davranan ve pek çok Nazi subayına/yetkilisine ‘komünizmle mücadele’ adı altında kapılarını ardına kadar açan Batılı güçler varken, böylesi bir tehdidin yeniden doğuş ihtimali bertaraf edilmiş değildir.
Hareketin ardılları bugüne kadar her yerde farklılık göstermiştir. Dolayısıyla ne Almanya’da ne ABD’de ne de başka bir yerde tek bir Antifa hareketi yoktur. Bugünkü Antifa hareketleri ilhamını Thalmann’ın Antifaşist Hareket’inden alsa da tek bir merkez doğrultusunda hareket etmez. Öyle ki bu hareketlerde otonomcu, anarko-komünist ya da Maoist etkiler de olmuştur, olmaktadır. Hatta bazıları açıkça ‘sapma’ olarak dahi değerlendirilebilir. Almanya’daki inanılmaz derecede İsrail’i destekleyen kafası karışık gruplar gibi. Fakat bunlar azınlıktadır. Bugün genel itibariyle Batı metropollerinde gördüğümüz Antifa hareketleri de ırkçılığın ve faşizmin olası yükselişine karşı cephe alan bir hattı oluşturmaya çalışır. Bu anlamda Thalmann’ın Anitfaşist Hareket için bir ‘isim babası’ndan fazlası olduğunu da söyleyebiliriz.
Peki bugün neden ABD’de Antifa yeniden bu denli gündeme gelebiliyor? Elbette bu sorunun cevabına, ülkedeki sınıfsal ilişkilerin, siyasal gelişmelerin ve toplumsal mücadele tarihinin derinlemesine incelenmesiyle ulaşılabilir. Şehirli sayabileceğimiz Antifa’nın son dönemde özellikle Trump yönetimiyle birlikte güçlenmesi şaşırtıcı bir gelişme değil. George Floyd’un bir polis tarafından öldürülmesinden sonra başlayan kitle hareketleriyle Antifa’nın ilişkisini de buradan başlatıp, komünistlerin Afrikalı Amerikalılarla olan ilişkisine kadar götürebiliriz.
Antifaşist Hareket’in kongresinde Thaelmann şöyle der: “Faşizmin olmadığı, faşist katillerin işçi mahallelerinin sokaklarında Almanya’da olduğu gibi serbestçe cinayet işleyemeyecekleri bir ülke biliyoruz: Sovyetler Birliği.” KPD’nin o dönemki politik konumunu, Moskova ile olan ilişkisine dair eleştirileri bir tarafa bırakalım şimdilik. Unutulmamalıdır ki ‘totaliter diktatörlük’ diye karalanan Sovyetler Birliği, ‘özgürlükler ülkesi’ ABD’nin aynı çeşmeden su içmeye bile izin vermediği Afrikalılara sadece Komintern’de kürsü değil, aynı zamanda mücadelelerinde omuz da vermişti. Lenin, ABD’deki Afrikalıların sömürülen emekleri üzerine bizzat çalışır ve Komintern, bir dönem ülkede siyahlar için özyönetim talebi bile oluşturur.
Dolayısıyla ABD için Afrikalı nüfusun komünizmle ilişkisi, kendi varlığı için ciddi bir tehdidi ifade eder. İlginç bir örnek vermek gerekirse Karayipler’de, nüfusunun çoğunluğu Afrikalı olan minicik bir ada olan Grenada’nın, Maurice Bishop liderliğinde sosyalist bir çizgiye doğru direksiyon kırması ABD’yi haddinden fazla öfkelendirir. Bishop’un deyimiyle ‘kendilerinin Anglofon dünyanın içinde olmaları, ABD’deki Afrikalı kardeşlerini ana dillerinde etkileyebilme ihtimallerinden dolayı Washington için bir tehdit unsurudur.’ Nitekim çok geçmeden ABD denizcileri 80 bin nüfusluk adaya ayak basar ve Bishop öldürülür.
Bununla birlikte Alabama’da, 1934 yılında Ku Klux Klan’ın dağıttığı bildiri, ‘Zenciler, komünist buluşmalara katılmaktan sakının’ diyerek eyaletlerinin ‘uslu zenciler’ için iyi bir yaşam alanı; toplumsal eşitliğe inanan ‘zenciler’ içinse kötü bir yer olduğunu söylüyor. Ardından KKK’nin ‘kendilerini izlediğini’ hatırlatıyor.
Ülkede insanlık onurunu kirleten ırkçı uygulamalar görünürde ancak 1970’lere doğru yavaş yavaş silinmeye başlar. Bugün ülkenin ırkçılıkla ilgili yaşadığı sorunlar da gönülsüzlüklerini oldukça açık bir şekilde gösteriyor.
İncelediğimiz ülke, bizden kilometrelerce uzakta olunca tereyağıncan kıl çeker gibi ne de kolay ulusal yapısının analizini yapabiliyoruz değil mi? Sürekli bu uzak ve güvenli sulardan ‘ulusal yapı’ ve ‘ırkçılık’ analizleri çekip çıkarmak ne kadar da rahat. Sol içinde, gemilerini sürekli bu sularda yüzdürmek isteyenlere neden bu kadar sık rastladığımızı şimdi daha iyi anlayabiliriz belki: Uzak mesafeleri net gösteren, fakat yakın çekimlerde bulanıklaşan fotoğraf makinesi lensleriyle dolu etrafımız.
Şaşıracak bir şey yok, insanların çoğu da kendi hayatlarında böyle değil midir? İçinde sayısız denklemin bulunduğu dünyayı inanılmaz yetkin bir şekilde inceleyip yorumlayabilenler, yeri gelir kendilerine ve yakın çemberlerine dair en basit, en temel noktaları dahi göremezler. Maalesef toplumsal mücadele tarihi de bu bakar körlerle doludur. Varsın dalgasız denizlerde kaptanlık yapan bazı ‘komünistler’, yakını göstermeyen objektiflerle dünyayı seyredalsınlar. Bugün Hamburg’un bir limanından çıkan bu ‘basit işçinin’ gölgesi hâlâ ırkçıların üzerinde dalgalanıyorsa cesaretindendir. Thalmann’ın eli, eşit olmayan savaşta kendi fırtınalarıyla da çarpışmayı korkusuzca tercih edenlerin omzundadır, başkasının değil…
Kavel Alpaslan