Kışın soğuk günleri çökmüştü Maraş’ın üzerine. Her taraf ayaza kesmişti. Maraş’ın meşhur poyrazı yine tüm hırçınlığıyla savururken, Ahır Dağı’nın çıplak doruklarını kar kaplamıştı. Ahır dağı her zamanki gibi yorgun gözlerle seyrediyordu eteklerinden ovaya doğru akan kenti.
Yörükselim, Mağralı ve Serintepe mahalleleri, Ahır dağının eteklerini kardeşçe paylaşırcasına yanyana dizilmişlerdi. Bu mahallelerde daha çok Aleviler oturuyordu. Aleviler Yörükselim’e yerleşeli yıllar olmuştu. Serintepe’ye ise son birkaç yıldır yerleşmeye başlamışlardı. Mağralı ve Serintepe’de Aleviler ve Sünniler iç içe yaşıyorlardı. Tıpkı Maraş’ın öteki ucundaki Namık Kemal ve Karamaraş Mahalleleri’nde olduğu gibi.
Halkın çoğu Afşin’den, Elbistan’dan, Göksun’dan göçüp gelmişti buralara. Erzincan’dan da gelenler vardı. Hepsinin ortak yanı zulüm ve yoksulluktan başka paylarına düşen bir şeyin olmayışıydı. O yüzden hep zulmün karşısında dik olmayı, yaşadıkları onca acıya rağmen yıkılmamayı öğrendiler. Zaten zalimlerin korkusunu büyüten de buydu.
Adeta yakında Maraş’ı kavuracak cehennem ateşine inat, Aralık ayının en soğuk günleri yaşanıyordu. Ve günlerdir kentin üzerinde zulmün karanlık, kanlı elleri dolanıyordu. Ölüm çapraz iki çizgi olup kalleşçe damgalıyordu kapıları. Gün ölüme, gün ateşe, gün sessizce yankılanan bir çığlığa dönüyordu…
*
Endüstri Meslek Lisesi’nin çıkışı her zamanki gibi kalabalıktı. Mustafa Hoca da okuldan çıkıp eve gitmeye hazırlanırken, Hacı Hoca’yla karşılaştı. Birlikte yürümeye başladılar. Lise Yörükselim Mahallesi’nin alt tarafında, Mağralı Çarşısı’ndaydı. Mustafa Hoca Yörükselim’de oturmazdı. Ama sürekli mahalleye gelip giderdi. O yüzden herkes onu tanır, severdi. Hele çocuklar… Onların dünyasında bu temiz yüzlü, şen kahkahalı, uzun boylu insanın yeri çok farklıydı. Gördüklerinde hemen oyunlarını bırakır, etrafını sararlardı. Mustafa Hoca da onlarla her karşılaştığında mutlaka şakalaşır, konuşurdu. Her zamanki gibi aynı soruyu sormadan da duramazdı: “Büyüyünce ne olacaksın?” Çocukların tüm afacanlıklarıyla atlayıp “Devrimci olacağım” deyişi onu çok mutlu ederdi.
Mustafa Hoca’yla, Hacı Hoca Meslek Lisesi’nin arkasındaki sokağa dönüp yürümeye devam ettiler. Nereden bilebilirlerdi ki attıkları her adımın ölümün koynuna doğru gittiğini. Aralarında sohbete başlamışlardı. Son günlerde yaşanan gelişmeleri değerlendiriyorlardı. 19 Aralık günü faşistler Çiçek Sineması’nı bombalamış; bu provokasyonun hemen arkasından da sokağa dökülmüşlerdi. Ertesi gün de mahalledeki Akın Kıraathanesi yine faşistler tarafından bombalanmıştı. Mustafa Hoca her zamanki ikna edici tavrıyla konuşmasını sürdürüyordu. Yürümeye devam ederlerken bir anda sokakta arka arka patlayan silah sesleri yankılandı. “Allahsız komünistlere ölüm” sesleri yükseldi. Mustafa Hoca ile Hacı Hoca peş peşe yüzükoyun yığıldılar yere. Bitmeyen bir sohbetin, bitmeyen bir dostluğun en sıcak anında düştüler art arda. Ölüm onları kanlı kalleş bir pusuda bulmuştu. Takvimler 21 Aralık’ı gösteriyordu…
*
Mustafa Hoca ile Hacı Hoca’nın vurulduğu haberi Yörükselim”e tez ulaştı. Mahalle alabildiğine hareketlendi, bir koşuşturmacadır başladı. Herkesin yüzünde derin bir acı ve öfke okunmaya başlamıştı. Kadınlar bir araya toplanmış ağlıyorlardı. Bir daha yolunu gözleyemeyecek olan çocuklar, korkulu, ağlayan gözlerle düşündüler “Mustafa abi”lerinin gülümseyen yüzünü.
İşten yorgun argın eve dönen İsmail iki hocanın da vurulduğunu eşinden duydu. Uzun boylu, geniş omuzlu, bıyıkları ağzına dolmuş bu adamın kocaman elleri öfkeden titremeye başlamıştı. Yıllardır pençesine düştüğü yoksulluktu, ölümdü, kandı. Ve her gün, zulüm kanlı yüzüyle birilerini daha koparıyordu aralarından.
İsmail hamallık yapıyordu. Üç tane çocuğu vardı. Her gün sabahtan akşama değin çalışır, yine de geçimini zar zor sağlardı. Çocukluğu, gençliği hep yoksullukla geçmişti. Tıpkı yoksul yaşayıp, yoksul ölen babası gibi.
Gecenin ilerleyen saatlerinde mahallenin tüm erkekleri bir evde toplanmaya başladılar. Herkesin yüzündeki acı, öfke birbirine karışmıştı. Daha düne kadar içinde Mustafa Hoca’nın da bulunduğu birçok toplantıları olmuştu. Şimdi ise Mustafa Hoca yoktu ve bu kez de onun için toplanmışlardı.
Faşistler “Güneş Ne Zaman Doğacak” isimli faşist filmin gösterildiği Çiçek Sineması’nı bombaladıktan sonra “Aleviler, komünistler sinemayı bombaladı” diyerek, gerici-faşist kesimi kışkırtmışlardı. Daha önce de buna benzer provokasyonlar olmuş, “Komünistler camiyi bombaladılar” diyerek Sünni kesim galeyana getirilmeye çalışılmıştı… Toplantıda bunlar konuşulurken aynı zamanda neler yapılacağı da kararlaştırılıyordu. Köşede sessiz ve düşünceli bir şekilde oturan İsmail konuşmaları dikkatlice dinliyordu.
Toplantı bittiğinde ertesi gün cenaze için neler yapılacağı da kararlaştırılmıştı. Toplantıyı yönetenlerden biri cenaze için gerekli açıklamayı yaptı.
– Tüm mahalle toplu olarak cenazeye katılacağız. Sadece çocuklar cenazeye götürülmeyecek, onun dışında herkes katılacak. Dükkanlar da açılmayacak.
Ertesi gün bütün mahallelerden binlerce insan Mustafa Hoca’nın cenazesi için Ulucami’ye aktı. Cenazenin kalkacağını duyan faşistler de aynı şekilde toplanmışlardı. Camilerden vaazlar yükselmişti, “Bir Alevi vuran cennete gider” diye.
Cenaze için toplanan halka polislerin, askerlerin gözetiminde binlerce eli kanlı faşist saldırmaya başladı. Bir anda taş, sopa, kurşun yağmaya başladı halkın üzerine. Trabzon Caddesi’nin üzerindeki işaretli dükkanlar da yağmalanıyor, yakılıp yıkılıyordu. Kurşunlar yağmur gibi halkın üzerine yağıyordu. Cadde tam bir savaş alanına dönmüştü. Akşam olduğunda üç kişi daha katledilmiş, birçok insan da yaralanmıştı.
*
İsmail bu cehennem ateşinden akşam eve geldiğinde korkulu gözlerle bekleyen çocuklar hemen babalarına sarıldılar. Evde sessiz, kaygılı bir bekleyiş hakimdi. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Arka arkaya yakılan yeni dükkanların haberi geliyordu. Bu gerginlik içerisinde ertesi güne gelindiğinde artık Maraş dört bir yandan yanmaya başlamıştı. Serintepe sırtlarından dumanlar yükseliyordu. Serintepe’nin etrafını satırlı, silahlı, şalvarlı, sakallı insanlar sarmıştı ve önceden işaret koydukları evlerde katliama başlamışlardı. Ölenler, yaralananlar, evleri yakılanlar… Mağralı’dan, Namık Kemal’den, Karamaraş’tan arka arkaya haberler gelmeye devam ediyordu. Yörükselim mahallesine askerlerin geldiğini gören kadın-erkek herkes askerlerin etrafına toplandı. Arabadan inen subay elinde silahıyla avaz avaz bağırdı:
– Toplanmayın, evlerinize girin, merak edilecek bir şey yok. Her şey kontrolümüzde.
Bu, askerlerin o günlerde ilk ve son görünüşüydü. Askerler katliam sona erene kadar bir daha ortalıkta görünmediler.
24 Aralık günü Yörükselim’in her yanını diğer mahalleler gibi ölüm kokusu sarmıştı. Çamlık’tan, Mağralı ve Serintepe tarafından gelen faşistler insanları kurşuna diziyor, evleri dükkanları yakmaya, yağmalamaya devam ediyorlardı. Halk kadınıyla, erkeğiyle taşla karşılık veriyordu bu saldırılara, ama bunlar yetmiyordu. Ölüm haberlerinin ardı arkası kesilmiyor, tam bir vahşet yaşanıyordu. Halk güvenlik için belli evlerde bir araya toplanmaya çalışıyor, yaralılar buralara taşınıyordu. Ateşin ve ölümün altında bekleyen daha yüzlerce ev vardı. Ve vahşet sınır tanımazlığını sürdürüyordu.
Tecavüze uğrayan kadınların, ağaçlara çivilenen çocukların, gözleri oyulan yaşlıların acısı, öfkesi, kini bir kor gibi düşüyordu yüreklere.
İsmail de insanların bir araya toplandığı evlerden birine geçmeye çabalıyordu. Komşularıyla konuşup bir hal çaresi arıyorlardı. Faşistler alt sokaklara kadar gelmiş, etraflarını kuşatmaya çalışıyorlardı. İsmail’in aklı ise mahallenin diğer tarafındaki yaşlı anasındaydı. Yaşlı anası kardeşiyle birlikte orada oturuyordu. Onlardan haber alamıyordu. Acaba ne olmuştu? Güvenli bir yere ulaşmışlar mıydı? Bilmiyordu. Eşi ve çocukları da korku içerisinde bekliyordu. Yakılan evlerin dumanı gökyüzünü tümden kaplamaya başlamıştı. Poyraz da dumanları oradan oraya savuruyordu. Kesilmeyen, aralıksız süren silah sesleri kulakları adeta sağır ediyor, çocuklar silah sesleri yükseldikçe ağlamalarını daha da arttırıyorlardı. 24 Aralık’ta sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti ama sokaklar faşist çetelerle doluydu.
Ve kan dökmeye devam ediyorlardı. Yeni katliam haberleri, yakılan-yıkılan mahallelerin arasında kulaktan kulağa dolaşmayı sürdürüyordu.
İsmail mutlaka anasının evinin olduğu yere ulaşıp anasını ve kardeşini almayı, mahallelilerin toplandıkları yerlerden birine götürmeyi istiyordu. Sigarayı arka arkaya yakarken hem bunu düşünüyor, hem de geçmişi gözlerinin önünden geçiyordu. Yoksulluktan bir ölçüde kurtulmak, çocuklarını okutmak için gelmişlerdi Maraş’a. Ama umduğunu bulamadığı gibi zulmün kanlı yüzünü de görmeye başlamıştı. Bu yaşadıkları kader miydi? Sorumlusu kimdi? Bildiği tek şey vardı: Bu kader değişmeliydi. Ama nasıl değişecekti? Bu zulüm bitmeliydi, ama nasıl bitecekti? Yıllarca ezilmişliğini, horlanmışlığını vurmuştu yük diye sırtına. Hamallık yapıyordu ama sanki her gün dünyanın ezilmişliğini, yoksulluğunu, sefaletini taşıyordu sırtında…
Gözleri odanın köşesine sinmiş ağlamaklı gözlerle bekleyen çocuklarındaydı. İkisi kız, biri erkek üç çocuk korku içerisinde titriyorlardı. Yanlarına yaklaştı. Ağlayan oğlunu kucağına alarak bağrına bastı. Dışarıda kurşun sesleri yankılanıyor, Maraş’ın soğuk poyrazına karışıyordu. İsmail tüm bu düşünceleriyle yerinde duramazken, duvarına kırmızı bir işaret konmuş evine doğru birisi yaklaşıyordu. Yaklaşan İsmail’i tanıyan bir faşistti. Eve doğru bağırmaya başladı.
– İsmail, yetiş ananın evini yakıyorlar. Ananın evi yanıyor, kadıncağız içerde!..
Arka arkaya seslenmeye devam etti. Anasını merak eden İsmail bu sesle birlikte adeta beyninden vuruldu. Yüreğinin sıkıştığını hissetti. Sesi titremeye başlamıştı:
– Anam, anam ölüyor. Ben hala burada ne yapıyorum, diye titreyerek bağırmaya başladı.
Sesine ağlayan eşinin ve çocuklarının çığlığı karıştı. Ağlayan eşi yine de soğukkanlı davranmaya çalıştı:
– Dur hele biraz sakin ol. Kim o çağıran bir bakalım. Her taraf yanarken, komşu komşuya bile gidemezken kimdir bu haberi getiren?
Ama İsmail bunları düşünmüyordu. Aklından tek şey geçiyordu, bir an önce gidip evi yanan anasını kurtarmak. Başka bir şey düşünmüyordu. O yüzden de kimdir bu haberi getiren diye düşünmedi bile. Hemen telaşla kaputunu giydi, kapıya doğru yöneldi. Eşinin telaşı şimdi daha da büyümeye başlamıştı. Ağlayarak İsmail’e uzun uzun bakmaktan başka bir şey yapamadı. İsmail kapıdan çıkarken bir çırpıda karısına seslendi.
– Ben anamı ve kardeşimi buraya getireceğim. Sen çocuklara göz kulak ol. Kapıyı kimseye açma. Gözün de komşularda olsun. Mahallelinin toplandığı yere hep beraber gidilecek. Bize de haber verecekler. Sakın korkmayın, ben hemen geleceğim…
*
Konuşmasını bitirir bitirmez kendini hemen sokağa attı. Yüzüne doğru savrulan poyraza aldırış etmeden dumanların yükseldiği anasının evinin olduğu tarafa doğru koşmaya başladı. O koşmaya başladığında köşeye saklanan sarkık bıyıklı faşist pis bir gülümseme ile onu izliyordu.
İsmail’in telaşlı bir şekilde koşturmasına, pencereden gören komşular da meraklanmıştı. Mutlaka kötü bir şey olmuştur diye düşündüler. Komşulardan biri biraz da korku dolu olarak seslendi:
– İsmail, ne oldu nereye koşuyorsun böyle?
İsmail hiç durmadan cevap vererek yoluna devam etti.
– Anamın evini yakmışlar…
Kan ter içinde kalmıştı, Yaşlı, cefakar anası hep gözünün önüne geliyordu. Biran önce yetişmeli, ne olursa olsun onu kurtarmalıydı. Niye daha önce gitmedi ki; için için kendine kızıyordu. Yörükselim’in, Çamlık ve Mağralı tarafıyla, hastane yönünde evlerin çoğunda dumanlar yükseliyordu. Faşistler sadece mahallelerin orta kesimlerine, Çamlık ile hastane arasındaki bir bölgeye henüz tam girememişti. O kısım düşerse Yörükselim de Mağralı ve Serintepe gibi tümüyle zulmün ateşine düşecekti.
İsmail tüm hızıyla anasının evinin olduğu sokağa girdiğinde sokakta yükselen herhangi bir duman görmedi. Onu karşılayan bir ölüm sessizliğiydi. Hemen anasının evinin bahçe kapısına yöneldi. Ev sağlamdı, biraz olsun rahatlamıştı. Bahçe duvarında kendi evinde olduğu gibi kırmızı bir işaret vardı. Tam içeri girmeye hazırlanırken, yan taraftan ona yaklaşan bir kalabalık gördü. Ne olduğunu anlamadan önden birinin elindeki baltayı havaya kaldırdığını gördü. Baltanın kalkmasıyla İsmail’in kafasına inmesi bir oldu. Parçalanan kafasıyla İsmail yere, anasının kapısının önüne serildi.
Kafası ikiye parçalanan İsmail’in etrafı kan gölüne döndü.
İçinde İsmail’e seslenen faşistin de bulunduğu grup cesedin üzerinde tepinmeye başladı. Gülüyorlardı. Planları tutmuş, İsmail’i “Ananın evi yanıyor” diye buraya getirmiş ve katletmişlerdi. Biri hemen İsmail’in cebine elini atarak cüzdanını çıkardı. İçindeki parayı aldıktan sonra da içinde İsmail’in çocuklarının resmi olan cüzdanı kan gölünün içine attı.
Aralık ayının kan dolu, ateş dolu bugününde İsmail’in de payına düşen onlarcası gibi kalleş bir ölüm oldu. Maraş kan renginde bir ölüm oldu. Maraş kan renginde bir gülün solgunluğuyla devrildi. Ve o günden bugüne damla damla verdi al rengini kara toprağa.
O yüzden Maraş’ta poyrazın kurşun ve bomba seslerini taşıdığı her günde, oğullar ölen babaları için kan renginde güller verecek bir fidan dikerler. Ölüme, zulme, kalleşliğe inat…